BAŞLAT READY PLAYER ONE ERNEST CLINE Çeviren: Taylan Taftaf Yayınevi Ready Player One/Başlat Basım: 2011 ISBN:6050903447 DEX Kitap Adres : 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 10. Kat 34360 Şişli - İstanbul Telefon : (0212) 373 77 00 Faks : (0212) 246 66 66 E-posta : [email protected] Susan ve Libby için Çünkü gittiğimiz yerin bir haritası yok 0000 Benim yaşımdaki herkes, yarışmayı ilk kez duyduğunda nerede ve ne yapmakta olduğunu hatırlayacaktır. James Halliday'in öldüğünü bildiren haber bülteni vidfeed akışını keserek aniden ekranımda belirdiğinde, sığınağımda çizgi film seyrediyordum. James Halliday'in kim olduğunu biliyordum elbette. Halliday, çok oyunculu bir online oyun olarak başlayıp, kısa zaman içinde dünya nüfusunun büyük kısmının her gün bağlandığı küresel ölçekte bir sanal gerçekliğe dönüşen OASIS'i yaratan oyun tasarımcısıydı. Tarihte benzeri görülmemiş bir başarıya ulaşan OASIS, Halliday'i dünyanın en zengin insanlarından biri yapmıştı. Medyanın bu milyarderin ölümünü neden o kadar büyüttüğünü ilk başta anlamamıştım. Sonuçta, insanların endişelenmesi gereken yeterince başka konu vardı. Süregelen enerji krizi. Felakete dönüşen iklim değişikliği. Gezegenin her tarafına yayılmış kıtlık, yoksulluk ve bulaşıcı hastalıklar. Devam etmekte olan yarım düzine savaş. Bilirsiniz işte; birlikte yaşamaya çalışan kedi-köpekler ve kitlesel histeri. Gerçekten ama gerçekten önemli bir şey olmadıkça haber bültenleri insanların interaktif komedilerini ya da pembe dizilerini kesip araya girmezdi. Yeni bir ölümcül virüsün ortaya çıkışı ya da bir kentin daha nükleer bulutun içinde kaybolması gibi flaş haberlerden bahsediyorum. Ne kadar ünlü bir adam olursa olsun, Halliday'in ölümü en fazla akşam haberlerinde kısa bir yer tutmalıydı; böylelikle spiker, milyarderin varislerine kalan yüklü paradan bahsederken, avam kitleler de kıskançlık içinde kafalarını sallayabilirdi. Ama haberin patladığı nokta da buydu zaten. James Halliday'in bir varisi yoktu. Altmış yedi yaşında bir bekar olarak ölmüştü: bırakın hayatta olan bir akrabasını, söylentilere göre tek bir arkadaşı bile yoktu. Son on beş yılını kendi rızasıyla inzivada geçirmiş, dedikodulara bakılacak olursa, bu dönemde aklını tamamen yitirmişti. O Ocak sabahı, Toronto'dan Tokyo'ya kadar her yerde, mısır gevreğiyle meşgul ağızları açık bırakan asıl haber; Halliday'in vasiyeti, son arzusu ve büyük servetine ne olacağıydı. Halliday arkasında, ancak ölümünden sonra yayınlanacağına yönelik kesin talimatlarla, kısa bir video bırakmıştı. Bu video, o sabah bütün OASIS kullanıcılarına e- postayla da gönderilmişti. Haberleri seyrettikten birkaç saniye sonra, e-postanın geldiğini bildiren o elektronik sesi duyduğum anı halen hatırlarım. Halliday'in video mesajı, Anorak'ın Daveti adını taşıyan, titizlikle kotarılmış bir kısa filmdi. Dünyaca ünlü bir eksantrik olan Halliday, ilk gençlik yıllarını geçirdiği 1980'li yıllara yönelik, hayat boyu süren bir saplantıya sahipti ve Anorak'ın Daveti de, ilk seyrettiğimde neredeyse hiçbirini fark edemediğim, 80'lerin popüler kültürüne dair gizli referanslarla örülüydü. Beş dakikalık video, devam eden günler ve haftalarda, her bir kare üzerinde gerçekleştirilen aşırı itinalı analizler açısından, Kennedy suikastını gösteren Zapruder filmini bile geride bırakarak, tarihte en çok incelenen film oldu. Kuşağımın tamamı Halliday'in mesajının her bir saniyesinin ne anlama geldiğini öğrenecekti. Anorak'ın Daveti, eski bir şarkı olan “Dead Man's Party”nin başlangıcındaki trompet sesleriyle açılıyordu. Şarkı ilk birkaç saniye boyunca karanlık ekranın üzerinde devam ettikten sonra, trompetlere eklenen gitarla birlikte Halliday ortaya çıkıyordu. Ama bu, hızla geçen zamanın ve hastalığın diri diri yediği altmış yedi yaşındaki adam değildi. Videodaki Halliday, 2014 yılında Time'ın kapağında görünen, dağınık saçları ve alametifarikası olan kemik çerçeveli gözlükleriyle, henüz kırklarının başında, uzun boylu, ince, sağlıklı adamdı. Zaten üzerinde de, Time'ın kapak çekiminde giydiği kıyafetler vardı: yıpranmış kot ve klasik bir Space Invaders tişörtü. Halliday, büyük bir spor salonunda düzenlenen lise dans partisindeydi. Kıyafetleri, saç modelleri ve dans figürleri [1] zamanın 1980'ler olduğunu gösteren gençlerle çevriliydi. Halliday de dans ediyordu; kimsenin gerçek hayatta şahit olmadığı bir şeydi bu. Deli gibi sırıtarak dans pistinde hızlı çemberler çiziyor, kollarını ve başını şarkıyla uyumlu bir şekilde döndürüyor, 80'lerin bazı ünlü dans figürleri arasında hatasız geçişler yapıyordu. Ama Halliday'in eşi yoktu. Söylenegelen tabirle, kendi çalıp kendi oynuyordu. O anda ekranın sol alt köşesinde, sanki MTV'de verilen eski bir klipmiş gibi, topluluğun, şarkının ve plak şirketinin adıyla, şarkının yayınlandığı yılı belirten birkaç satırlık metin belirdi: Dead Man's Party, Oingo Boingo, MCA Records, 1985. Şarkının vokalleriyle birlikte, döne döne dans etmeye devam eden Halliday de vokalistle uyumlu bir şekilde dudaklarını kıpırdatmaya başlamıştı: “Kıyafetlerim üzerimde ve gidecek yerim yok. Sırtımda ölü bir adamla yürüyorum. Kaçma sakın, benim...” Halliday şarkının bu kısmında aniden dans etmeyi keserek sağ elinin bir hareketiyle müziği susturuyordu. Aynı esnada, dans eden gençlerle spor salonunu içeren arka plan da değişerek Halliday'i bambaşka bir yerde göstermeye başlamıştı. Halliday artık bir cenaze evinde, açık bir tabutun önünde [2] görülüyordu. Tabutun içinde yatan, kanser yüzünden bir deri bir kemik kalmış, kendisinden çok daha yaşlı bir Halliday'di. Her iki göz kapağının üzerinde ışıltılar saçan [3] çeyreklikler vardı. Genç Halliday yapmacık bir kederle kendi cesedine baktıktan sonra cenaze için toplanmış kalabalığa dönüyordu. [4] O anda parmaklarını şıklatmasıyla birlikte sağ elinde bir rulo belirmişti. Gösterişli bir hareketle fırlattığı rulo önündeki koridorda açılıyor ve Halliday, dördüncü duvarı yıkarak izleyicilerine dönüp okumaya başlıyordu. “Ben, James Donovan Halliday, akli melekelerim yerinde olarak, son arzumu ve vasiyetimi açıklıyor ve bu vesileyle bugüne dek benim tarafımdan bildirilmiş herhangi bir vasiyeti, tüm diğer istekleri ve ek vasiyetleri hükümsüz kılıyorum...” Halliday gittikçe hızlanarak geçtiği yasal ve hukuki konulara dair giriş mahiyetinde birkaç paragrafın ardından öylesine hızlı okumaya başlamıştı ki artık kelimeler seçilemiyordu. Ta ki birdenbire durana dek. “Boş versenize! Bu hızda bile belgenin tamamını okumam bir ay sürer. Bunu söylemek üzücü olsa da, böyle bir zamanım yok.” Ve fırlatıp attığı rulo bir altın tozu içerisinde kayboluyordu. “En iyisi size önemli noktalardan bahsedeyim.” Cenaze evi görüntüden silinirken sahne bir kez daha değişmişti. Halliday artık kocaman bir kasa dairesinin önündeydi. “Şirketim Girişken Simülasyon Sistemleri'nin çoğunluk hisseleri de dahil olmak üzere sahip olduğum bütün mal varlığı, konuyla ilintili yükümlülükler, diğer bir ifadeyle vasiyetimin gerektirdiği yegane koşul gerçekleşene dek emniyete alınmıştır. Bu koşulu yerine getiren ilk kişi, şu anda 240 milyarın üzerinde değer biçilen servetimin tamamına sahip olmaya hak kazanacaktır.” Kasa dairesinin kapıları ardına dek açılıyor ve Halliday içeri adım atıyordu. Devasa kasanın içi, büyük bir evin çatısına ulaşacak kadar yükselen, üst üste dizilmiş altın külçeleriyle doluydu. “İşte ortaya koyduğum mangırlar,” diyordu Halliday kocaman bir gülümsemeyle. “Amaan, neyse ne. Zaten kefenin de cebi yok, değil mi?” Halliday bir külçe yığınına yaslanırken, kamera da yüzüne odaklanmıştı. “Eminim şu anda yalnızca, bütün bu parayı ele geçirmek için ne yapmanız gerektiğini merak ediyorsunuz. Biraz sabır, çocuklar. Ben de tam o konuya geliyordum...” Yüzünde çok büyük bir sır açıklayacak olan bir çocuğun ifadesiyle susmuştu. Bir kez daha parmaklarını şıklattığı anda kasa dairesi yok oluyordu. Aynı esnada Halliday de, küçülerek, üzerinde kahverengi fitilli kadife kıyafeti ve eskimiş Muppet Show [5] tişörtüyle, minik bir oğlan çocuğuna dönüşmüştü. Minik Halliday, koyu turuncu renkte haltlara, ahşap panelli duvarlara ve 70'lerin son döneminden ucuz bir dekorasyona sahip, karmakarışık bir salonun ortasında ayakta duruyordu. Yanında, 21 inçlik Zenith marka bir televizyon ve televizyona bağlı durumda bir Atari 2600 oyun konsolu görünüyordu. Halliday çocuk sesiyle, “Bu benim sahip olduğum ilk TV oyun sistemi,” diye söze giriyordu. “Atari 2600. 1979 Noeli'nde hediye gelmişti.” Pat diye Atari'nin önüne kurulmuş joysticklerden birini kaparak oynamaya başlamıştı. “En sevdiğim oyun buydu,” derken başıyla işaret ettiği TV ekranında, bir dizi basit labirentin içinde gezinen bir kare şekil görülüyordu. “Oyunun adı Adventure idi. İlk dönem oyunlarının diğer birçok örneği gibi, Adventure da tek bir kişi tarafından tasarlanıp programlanmıştı. Ancak o dönemde Atari, programcılarının adlarını vermeye yanaşmadığından, oyun paketinin hiçbir yerinde yaratıcısının adı yer almıyordu.” Halliday bunları anlatırken, TV ekranında süren oyunda kılıçla kırmızı bir ejderhayı öldürdüğünü çıkarabiliyor olsanız da, oyunun düşük çözünürlüklü ilkel grafikleri nedeniyle bu sahne daha çok, şekli bozuk bir ördeği bıçaklamak için bir karenin ok kullanmasına benziyordu. “Bu yüzden Adventure oyununu yaratan kişi, yani Warren Robinett, adını oyunun içerisinde gizlemeye karar vererek labirentlere bir anahtar sakladı. Anahtarı bulduğunuzda ortaya çıkan tek piksel boyutunda küçük gri nokta üzerinden, Robinett'in adının yer aldığı gizli odaya giriyordunuz.” Halliday bu esnada kare şeklindeki ana karakterini oyunun gizli odasına sokuyor ve ekranın tam ortasında Warren Robinett tarafından yaratılmıştır yazısı beliriyordu. “Bu,” diyordu Halliday hakiki bir saygıyla ekranı gösterirken, “bir bilgisayar oyununun içine saklanan ilk [6] Paskalya Yumurtası'ydı. Robinett kimseye tek kelime etmeden bunu kodunun içerisine yerleştirdi ve programcısının gizli odasından habersiz olan Atari de Adventure oyununu tüm dünyaya dağıttı. Atari'nin Paskalya Yumurtası'nın farkına varması için, dünyanın dört bir köşesindeki çocukların birer