ebook img

Divan - Irvin D. Yalom PDF

601 Pages·2014·2.04 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Divan - Irvin D. Yalom

IRVIN D. YALOM Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Rusya’nın Polonya sınırı yakınlarındaki küçük bir köyünden ABD’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak 1931’de Washington’da dünyaya geldi. Ailesi ekonomik sıkıntılar içinde ayakta kalmaya çalışırken kitaplara yöneldi. Yoksul bir mahallede büyürken tek avuntusu kitaplar, özellikle de kendisine gerçeğinden daha mutluluk verici bir dünya sunan kurmaca yapıtlardı. Roman yazmanın bir insanın yapabileceği en iyi şey olduğu düşüncesi küçük yaşta aklına yerleşti ve bu düşünceden bir daha hiç vazgeçmedi. O günlerin getto yaşamında genç adamlar için meslek seçenekleri pek fazla değildi. Yalom’un yaşıtları ya tıp fakültesine gidiyor ya da babalarının yanında iş hayatına atılıyorlardı. Tıp fakültesine gitmenin kendisini Tolstoy’a ve Dostoyevski’ye daha çok yaklaştıracağını hissetti. Bu yüzden meslek olarak doktorluğu, uzmanlık dalı olarak da psikiyatriyi seçti. Psikiyatr olarak bütün hastalarına, hikâyeleri ortaya çıktıkça bir şaşkınlık duygusuyla yaklaştı. Her hastanın benzersiz bir hikayesi olduğuna, bu yüzden hepsi için farklı bir terapi uygulamak gerektiğine inandı. Bu tutumu, yıllar geçtikçe onu bugün ekonomik güçler tarafından farklı yönlere çekilen profesyonel psikiyatriden, semptomlara dayalı tanı ve herkes için tek tip, kısa süreli tedaviden uzaklaştırdı. Yazdığı ilk ders kitabı The Theory and Practice of Group Psychotheraphy ( 1995; Grup Psikoterapisinin Teori ve çev.: Ataman Tangör, Özgür Karaçam. Kabalcı Yayınevi, 2002) yedi yüz bin adet satıldı ve on iki dile çevrildi. Bunu Existential Psychotheraphy (1980; Varoluşçu Psikoterapi, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit. Kabalcı Yayınevi, 1999) ve Inpatient Group Psychotheraphy ( 1983; Kısa Süreli Grup Terapileri, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 2003) adlı diğer ders kitapları izledi. Yalom ayrıca Every Day Gets a Little Closer (1990; Her Gün Biraz Daha Yakın, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 1999) ve Encounter Groups:: First Facts kitaplarının yazarları arasında. Love’.s Executioner and Oilier Tales of Psychotheraphy (1989; Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri, çev.: Handan Saraç, Remzi Kitabevi, 1995) adlı kitabı da 1990’da yayımlandı. Yalom Türkçede Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan, When Nietzsche Wept ( 1993; Nietzsche Ağladığında, çev.: Aysun Babacan, 1996), Lying on the Couch (İ996; Divan, çev.: Özden Arıkan, 1998) ve Schopenhauer Cure (Bugünü Yaşama Arzusu-Schopenhauer Tedavisi, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 2005) adlı üç roman yazdı. Son kitaplarından Momma and the Meaning of Lıfe-Tales of Psychotherapy ( 1999; Annem ve Hayatın Anlamı-Psikoterapi Öyküleri, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 2000) de gerçek ve kurmaca haline getirilmiş terapi hikayelerinden oluşuyor. Yalom ayrıca otuz beş yıllık psikoterapi deneyimini damıtarak The Gift of Therapy’yx (2001; Bağışlanan Terapi, çev.: Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 2002) kaleme aldı. Romanlarının genel bir okura ulaşıp epey ilgi görmesine ve edebi ölçütlere tabi tutularak (bazen olumlu bazen de olumsuz eleştiriler alarak) değerlendirilmesine karşın, Yalom onları pedagojik eserler olarak düşünmüş. Romanlarını, "öğretici roman" adını verdiği yeni bir türün örnekleri olarak tasarladığını söylüyor. Yirmi kadar dile çevrilen bu romanlar, dünyanın dört bir yanındaki okurlara ulaştı. Özellikle Nietzsche aracılığıyla varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade ve neden, nasıl gibi önemli duraklarından söz eden Nietzche Ağladığında büyük ilgi gördü. Kitap dört yılı aşkın bir süre İsrail’de çok satan kitaplar listesinde kaldı. Bu arada Basic Books, 1998 yılında Yalom’un en iyi eserlerinden oluşan bir seçkiyi The Yalom Reader başlığı altında yayımladı. Uzman olmayan kişilerin bile psikoterapiyi kavramasını sağlayacak bu seçkide, Yalom’un ders kitaplarından ve romanları da dahil olmak üzere diğer kitaplarından bölümlerle, daha önce yayımlanmamış vaka incelemeleri bulunuyor. Geleceğe - Lily, Alana, Lenore, Jason. Ömrünüz mucizelerle dolsun. TEŞEKKÜR Giriş ERNEST psikoterapist olmaktan çok memnundu. Her geçen gün hastaları, hayatlarının en mahrem kuytularına davet ediyorlardı onu. Her geçen gün Ernest onları rahatlatıyor, onlara şefkat gösteriyor, umutsuzluklarını hafifletiyordu. Karşılığında ise el üstünde tutuluyor, hayranlık topluyordu. Para da tabii; gerçi Ernest sık sık düşünürdü de, paraya ihtiyacı olmasa bedava da yapardı psikoterapiyi. Ne mutlu işini severek yapana. Ernest da kendini mutlu bir adam sayıyordu zaten. Ondan da öte. Tanrı’nın sevgili kullarından olduğuna inanıyordu. Hayatının amacını bulmuş bir adamdı o, göğsünü gere gere şunları söyleyebilecek bir adam: İşte tam ait olduğum yerdeyim, yeteneklerimin, çıkarlarımın, tutkularımın zirvesinde. Ernest dindar bir adam değildi. Ama her sabah randevu defterini açıp da o günü birlikte geçireceği canından aziz sekiz-dokuz insanın ismini gördü mü, ancak dindarlıkla ilişkilendirebileceği bir duygu sarardı bütün benliğini. İşte böyle zamanlarda, onu bu amaca yöneltmiş olduğu için -birilerine, bir şeylere- şükranlarını sunma isteğiyle dolardı. Bazı sabahlar, Sacramento Sokağı’nda, muayenehanesinin bulunduğu bu Viktoryen binanın çatı penceresinden sabah pusları arasında gökyüzüne bakar, psikoterapi ecdadının şafakta süzülüşünü görür gibi olurdu. "Sağ olun, var olun," diye şakırdı. Hepsine şükranlarını sunardı, umutsuzluğa şifa dağıtan bütün hekimlere. Öncelikle, semavi siluetleri belli belirsiz seçilen, hepimizin ecdadı sayılacak olan Hazreti İsa’ya, Buda’ya ve Sokrates’e. Onların hemen altında öncü atalar yer alırdı, biraz daha açık seçik: Nietzsche, Kierkegaard, Freud, Jung. Yere biraz daha yaklaşınca da dedelerimiz, ninelerimiz sayılacak terapistler: Adler, Horney, Sullivan, Fromm ve işte Sandor Ferenczi’nin tatlı tatlı gülümseyen yüzü. Birkaç yıl önce Ernest, ihtisasını tamamlayıp da bütün hırslı genç nöropsikiyatristlerin tuttuğu yolu tutarak nörokimya araştırmalarına yöneldiğinde -istikbalin ta kendisi, kişisel fırsatların altın arenası- çaresizlik dolu çığlığına cevap vermişti ataları. Yolunu kaybetmiş olduğunu görmüşlerdi. Onun yeri bir bilim laboratuvarı değildi ki. Gelene gidene ilaç yazacağı psikofarmakoloji işi de değildi. Ataları, onu alıp kendi kaderine taşıması için bir haberci göndermişlerdi - bir kudret müjdecisine pek benzemeyen, tuhaf bir haberciydi bu. Ernest, terapist olmaya nasıl karar verdiğini hâlâ bilmiyordu. Ama ne zaman karar verdiğini hatırlamaktaydı. Şaşırtıcı bir berraklıkla hatırlıyordu o günü. Haberciyi de: Seymour Trotter, sadece bir kez gördüğü bir adam, sonsuza dek bütün hayatını değiştiren adam. Altı yıl önce Ernest’in bölüm başkanı, Stanford Hastanesi Tıbbi Etik Komitesi’nde bir dönem sürecek bir göreve atamıştı onu ve hakkında disiplin soruşturması yapacağı ilk kişi de Dr. Trotter’dı. Seymour Trotter, psikiyatri camiasının babalarından sayılan yetmişlik bir hekimdi ve Amerikan Psikiyatri Birliği’nin başkanlığını yapmıştı. Şimdi de otuz iki yaşında bir kadın hastasıyla uygunsuz biçimde cinsel ilişki kurmuş olmakla suçlanıyordu. O sıralar Ernest, ihtisasını daha dört yıl önce tamamlamış bir psikiyatri doçentiydi. Nöropsikiyatri asistanı olarak tam gün çalışıyordu ve psikoterapi dünyası hakkında tek kelimeyle safdildi - bu soruşturmanın, başka hiç kimse elini sürmek istemediği için kendisine verildiğini anlayamayacak kadar safdil: Yaşı ondan büyük olan Kuzey California’lı psikiyatristlerin hepsi de Seymour Trotter’a büyük hürmet besler, bu adamdan çekinirlerdi. Ernest, görüşme yapmak üzere hastanenin sade döşeli idari ofislerinden birini seçmişti; gözü saatte Dr. Trotter’ı beklerken resmi görünmeye çalışıyordu; masada, önünde duran şikâyet dosyası açılmamıştı. Ernest, tarafsız kalabilmek amacıyla hiçbir ön bilgi edinmeden zanlı ile görüşme yapmaya karar vermişti, böylelikle kafasında önceden hiçbir yaklaşım oluşmadan dinleyebilecekti onun hikâyesini. Dosyayı daha sonra okur ve gerekirse ikinci bir görüşme ayarlardı. Şimdi koridorda yankılanan bir baston takırtısı duyuyordu. Dr. Trotter kör müydü yoksa? Kimse ona bundan bahsetmemişti. Hemen arkasından ayak sürümeye benzer bir ses çıkartan takırtı gitgide yaklaştı. Ernest yerinden kalkıp koridora çıktı. Hayır, kör değil. Topal. Dr. Trotter, iki değnekle zar zor dengesini bularak koridorda ağır aksak ilerliyordu. Beli bir yana bükülmüştü ve değnekleri birbirinden çok ayrık tutuyordu, neredeyse kol kadar bir mesafe vardı iki değneğin arasında: Adamın güzel görünümlü, belirgin elmacık kemikleriyle çenesi mevzilerini korumuş, ama bunların dışındaki bütün yumuşak zeminler kırışıkların ve yaşlılık çillerinin istilasına uğramıştı. Boyun derisi kat kat sarkıyordu ve kulaklarından beyaz beyaz kıl topakları fışkırmıştı. Yine de yaşlılık çökertememişti bu adamı - delikanlılıktan kalma, hatta çocuksu bir şey varlığını korumuştu. Neydi ki bu? Belki de alabros tıraşlı gri ve gür saçları veya giyimi, boğazlı beyaz kazağın üstüne giydiği mavi kot ceket. Koridorda tanıştılar. Dr. Trotter sendeleyerek iki adım atıp girdi odaya, aniden değneklerini havaya kaldırdı, büyük bir gayretle dengesini buldu ve kendi etrafında dönüp sanki milim farkla yere serilmekten kurtulmuşçasına koltuğa yıkıldı. "Tam isabet! Şaşırttım seni, ha?" Ernest, konunun dağılmasına izin vermeyecekti. "Bu görüşmeden neyin amaçlandığını anlıyorsunuz, değil mi Dr. Trotter - ve görüşmeyi neden teybe aldığımı da anlıyorsunuz?" "Duyduğuma göre hastane yönetimi Ayın Çalışanı ödülü için beni düşünüyormuş." Kalın camlı kocaman gözlüklerinin arkasından gözünü kırpmadan bakmakta olan Ernest bir şey söylemedi. "Kusuruma bakma, biliyorum sen de işini yapıyorsun tabii, ama işte insan yetmişini geçtikten sonra böyle laf ebeliklerine tebessüm etmeyi öğreniyor. Yaa, geçen hafta yetmiş bir bitti. Ya sen kaç yaşındasın, Dr....? İsmini unuttum. Her dakika," dedi parmağıyla şakağına vururken, "bir düzine korteks nöronu sinek ölüsü gibi düşüp gidiyor. İşin komiği Alzheimer üzerine de tam dört tane makalem yayımlandı - haliyle, nerede yayımlandıklarını unuttum, ama iyi dergilerdi. Bunu biliyor muydun?" Ernest başını iki yana salladı. "Bak işte sen zaten bilmiyormuşsun, ben de unuttum. Demek ki aşağı yukarı eşit durumdayız. Alzheimer’in iki faydası vardır, bilir misin? Eski dostların yeni birer dost olur ve bir de kendi Paskalya yumurtalarını kendin saklayabilirsin." Duyduğu rahatsızlığa rağmen gülümsemesini zaptedememişti Ernest. "İsmin, yaşın ve bağlı olduğun ekol?" "Ben, Dr. Ernest Lash’im ve galiba diğer soruların konumuzla pek ilgisi yok, Dr. Trotter. Bugün için yüklü bir gündemimiz var." "Oğlum kırk yaşında. Sen de ondan fazla değilsindir. İhtisasını Stanford’da yaptığını biliyorum. Geçen sene kongredeki konuşmanı dinledim. Hiç fena değildin. Çok anlaşılır bir tebliğdi. Artık hep ilaç veriyorlar değil mi? Size ne cins bir psikoterapi öğretiyorlar şimdi? Daha doğrusu psikoterapi öğretiyorlar mı bari?" Ernest kolundan saatini çıkarıp masanın üstüne koydu. "Başka bir zaman Stanford ihtisas programı müfredatının bir kopyasını memnuniyetle takdim ederim size, ama şimdi, lütfen, şu elimizdeki meseleye bakalım artık, Dr. Trotter. Belki de en iyisi Bayan Felini’nin hikâyesini sizden dinlemek olacak." "Tamam, tamam, tamam. Ciddi olmamı istiyorsun. Sana kendi hikâyemi anlatmamı istiyorsun. Yaslan bakalım arkana evlatçık, sana hikâyemi anlatayım. En başından başlıyoruz. Dört yıl kadar önceydi - en az dört yıl... O hastayla ilgili bütün kayıtları kaybetmişim... senin elindeki şikâyet yazısına göre tarih ne? Efendim? Okumamışsın. Tembel. Yoksa bilimsel tarafsızlığa gölge düşürmemek için mi?" "Lütfen Dr. Trotter, devam edin." "Görüşme yaparken ilk kural, sıcak, güven dolu bir ortam yaratma ayaklarıdır. Bu işi büyük ustalıkla hallettiğine göre, ben de acı ve utanç kaynağı olaylar hakkında konuşmakta artık çok daha özgür hissediyorum kendimi. Vay - işte bu etkiledi seni. Bana çok dikkat edeceksin Dr. Lash, tam kırk yıldır insanların suratlarını okuyorum ben. Çok iyiyimdir bu işte. Neyse, sözümü kesip durmazsan başlıyorum artık. Hazır mısın? "Birkaç yıl önce -yaklaşık dört yıl diyelim- bir kadın, yani Belle, muayenehaneme gelir, yoksa kendisini muayenehaneme sürükler mi desem -ya da düşer- düşer daha iyi oldu. Düşmek fiil oluyor, değil mi? Otuzlu yaşlardadır, zengin bir aileden gelmektedir -İsviçreli İtalyan-depresyondadır, yaz günü uzun kollu bluz giymektedir. Jiletçi olduğu kesindir - bileklerinde yara izleri vardır. Yaz günü uzun kollu bluzla gezen, kafa karıştırıcı bir hasta görürsen bil ki ya bileklerini doğramıştır ya iğnecidir, Dr. Lash. Güzel kadındır hasta, enfes bir ten, baştan çıkarıcı gözler, şık giysiler. Gayet klas, ama tohuma kaçmaya da az kalmış. "Uzun bir özyıkım hikâyesi. Aklına ne gelirse, uyuşturucu falan işte, herşeyi denemiş, tek birini atlamadan. Onu ilk gördüğümde yine içkiye başlamıştı ve ara sıra biraz eroin alıyordu. Ama tam manasıyla bağımlı değildi. Bir şekilde, bağımlılığa yatkın değildi işte kadın -bazı insanlar böyledir- ama elinden geleni

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.