Yırtıcı Kuş (Birds of Pray) Wilbur Smith Çeviren: Deniz Niven 3. Hm. Kağıt 772 sayfa 13,5x19,5 cm Karton Kapak ISBN:9754057805 Yayınevi: Altın Kitaplar Baskı Tarihi : 1999 Karanlık sulara çarparak dantel dantel köpüklerin belirmesine neden oldular. Çok geçmeden dalan kuşların ve oburca beslendikleri gümüş tirhosların çırpınışlarından suyun yüzü bembeyaz kesildi. Hal bakışlarını bu sahneden ayırarak belirmeye başlayan ufku taradı. Bir yelkenin pırıltısını gördüğü an kalbi tekledi sanki. Sadece bir fersah ötede dörtköşe seren yelkenleri olan yüksek bir gemi belirmişti. Hal ciğerlerini havayla doldurdu ve kıç güvertesine seslenmek için ağzını açtı. Ama sonra tekneyi tanıdı. Bu, Doğu Hindistan'dan gelen bir Hollanda gemisi değil, Moray Martısı adlı firkateyndi. Her zamanki yerinden çok uzaktaydı. Hal bu yüzden yanılmıştı. Hollandalılara abluka uygulayan küçük filonun önemli bir gemisiydi Moray Martısı. Geminin görünmemesi için "Akbaba" diye tanınan kaptanının doğu ufkunun aşağısında beklemesi gerekiyordu. Hal branda bezinden gözetleme yerinin yanından eğilerek aşağıya, güverteye baktı. Babası da ellerini beline dayamış, başını yukarı kaldırmış, ona bakıyordu. Delikanlı aşağıya seslenerek gördüğü tekneyi bildirdi. "Rüzgâr yönünde Martı." Babası doğuya doğru bakmak için döndü. Sir Francis koyu renk gökyüzünün önünde kapkara duran Akbaba'nın gemisini tanımıştı. İnce boru biçimindeki pirinç teleskopu gözüne götürdü. Hal babasının omuzlarının duruşundan, teleskopu kapatışından ve yeleye benzeyen siyah saçlarını arkaya atışından onun öfkeli olduğunu anladı. Gün sona ermeden iki komutan ağız dalaşına girişeceklerdi. Delikanlı usulca güldü. Sir Francis demir gibi iradesi, sivri dili, yumrukları ve kılıcıyla hedef seçtiği insanların ödünü patlatırdı. Aynı mezhepten şövalyeler bile ondan çekinirlerdi. Hal o gün babasının öfkesinin odak noktasının kendisi değil de, başkaları olacağı için sevindi. Moray Martısı'nın gerisine doğru bakarak yeni gün başlarken gitgide belirginleşen ufku taradı. Keskin genç gözlerine yardımcı olması için bir teleskopa ihtiyacı yoktu. Zaten gemide o pahalı gereçten sadece bir tane vardı. Hal diğer yelkenleri fark etti. Tekneler tam olmaları gereken yerdeydi, koyu renk denizde küçücük beneklere benziyorlardı. Durumlarını bozmayan bu iki büyük filika yanlarda, Lady Edwina'dan on beş fersah ötedeydiler. Hal'ın babasının Hollandalıları yakalamak için oluşturduğu geniş ağın birer parçasıydılar. Filikalar üzerleri açık teknelerdi. Her birinde tepeden tırnağa silahlı on iki denizci vardı. Filikalara gerek olmadığı zaman bunlar parçalanıyor ve Lady Edwina'nın ambarına konuyordu. Sir Francis filikalardaki mürettebatı sürekli değiştirirdi. Çünkü sert West Country'lilerin, Gallilerin ve hepsinden daha sağlam olan eski esirlerin bu küçük teknelerdeki şartlara uzun süre dayanmaları ve savaşabilmeleri imkânsızdı. Sonunda güneş doğu okyanusundan yükselirken gündüzün çeliğe benzeyen ışığı etrafa yayıldı. Hal güneşin sularda çizdiği alev gibi yola baktı. Okyanusta yabancı yelkenler olmadığını anlayınca da keyfi kaçtı. Daha önceki altmış beş şafakta olduğu gibi, görünüşte yine hiçbir Hollandalı yoktu. Sonra kuzeye, kayada oyulmuş dev bir sfenkse benzeyen karaya bir göz attı. Ufuktan yükselen bu kara parçası anlaşılmaz, simsiyah bir kütleydi. Burası Afrika'nın en güney ucundaki Agulhas Burnu'ydu. Afrika! Dudağından dökülen bu gizemli ad kollarındaki tüyleri diken diken etti. Ensesindeki gür siyah saçları sanki dimdik oldu. Afrika! İnsan eti yiyen ejderhaların ve başka korkunç yaratıkların haritası çizilmemiş olan toprakları. Yine insan eti yiyen ve kemiklerini süs olarak taşıyan karaderili vahşilerin vatanı. Afrika! Altın, fildişi, köleler ve başka hazinelerin bulunduğu kıta. Bütün bunlar bu hazineleri arayacak ve belki de bu çabası sırasında ölecek kadar cesur bir insanı bekliyordu. Hal bu adın söylenişi ve gizlediği vaatler yüzünden hem büyüleniyor, hem de korkuyordu. Bu hem tehdit doluydu, hem de bir meydan okuma. Delikanlı Latince fiilleri çekmesi ya da gökyüzündeki takımyıldızları ezberlemesi gerekirken babasının kamarasında saatlerce haritalara bakıyordu. Fil, aslan ve ejderha resimleriyle dolu geniş toprakları, Ay Dağları'nı, "Koikhoi", "Capdeboo", "Sofala", "Prester John'un Krallığı" adları verilmiş gölleri ve dev nehirleri inceliyordu. Ama babasından hiçbir uygar insanın Afrika'nın huşu uyandıran içerlerine yolculuk yapmadığını öğrenmişti. Delikanlı pek çok kez yaptığı gibi, oraya ilk giren insan olmak nasıl bir duygu uyandırırdı, diye düşünüyordu. Özellikle Prester John çok ilgisini çekiyordu. Afrika kıtasının derinliklerindeki çok büyük ve güçlü Hıristiyan imparatorluğunun efsanevi hükümdarı Avrupa mitolojisinde yüz yıllar önce yer almıştı. Hal onun bir tek adam mı olduğunu, yoksa bir dizi imparatorun mu yaşadığını merak ediyordu. Kıç güverteden bağırılarak verilen emirlerle daldığı hayallerden uyandı. Rüzgâr yüzünden sesler hafif geliyordu. Gemi de rotasını değiştirmişti. Aşağıya bakan delikanlı, babasının Moray Martısı'nın yolunu kesmek niyetinde olduğunu anladı. Batıya, Ümit Burnu'na ve Atlas Okyanusu'na doğru giden iki geminin yolları kesişecekti. İkisinin de yelkenleri camadanla küçültülmüştü. Sadece gabyadan yararlanıyor, ağır ağır gidiyorlardı. Bu sıcak güney sularında fazla kalmışlardı ve tahtalara Toredo kurtçukları doluşmuştu. Hiçbir gemi burada uzun süre dayanamazdı. Herkesi korkutan o gemi kurtları bir erkeğin parmağı kalınlığında ve kolu uzunluğundaydı. Tahtalara birbirlerine çok yakın delikler açıyor, keresteleri adeta kovana dönüştürüyorlardı. Hal direkteki yerinden bile iki gemideki tulumbaların sintine suyunu azaltmak için çalıştığını duyuyordu. Hiç kesilmeyen bu ses geminin yüzmesini sağlayan bir kalbin atışları gibiydi. İşte bu da Hollandalıları bulmalarını gerektiren nedenlerden biriydi. Gemi değiştirmeleri şarttı. Lady Edwina ayaklarının altında kemirilip delik deşik ediliyordu. İki gemi denizcilerin birbirlerine seslerini duyurabilecekleri kadar yaklaşınca tayfalar iğlere tırmandılar ya da küpeşteye dizildiler, aralarında açık saçık şakalar yapmaya başladılar. Hal onları böyle gördüğü zaman gemilere sığınan insanların çokluğu karşısında şaşırıyordu hep. Lady Edwina yüz yetmiş tonluk bir gemiydi. Uzunluğu yirmi bir metreden biraz fazlaydı. Ama şimdi iki filikadaki tayfalar da dahil gemide yüz otuz kişi vardı. Martı, Lady Edwina 'dan daha büyük değildi. Ama teknede bunun yarım katı fazla tayfa bulunuyordu. Doğu Hindistan Şirketi'nin Hollandalı dev kalyonlarını yakalamak için bütün bu savaşçılara ihtiyaç vardı. Sir Francis diğer şövalyelerden güney okyanusun her köşesiyle ilgili bilgi toplamıştı. Bu nedenle de o gemilerden en aşağı beşinin hâlâ denizde olduğunu biliyordu. Bu mevsimde o güne kadar şirketin yirmi bir kalyonu buradan geçmiş, Hollandalıların "Tafelberg" diye tanımladığı kıtanın güneyindeki, dev Masa Dağı'nın eteğindeki küçücük malzeme deposuna uğramıştı. Ondan sonra da dönüp Amsterdam'a gitmek için Atlas Okyanusu'nda kuzeye doğru çıkmıştı. Geride kalan ve hâlâ Hint Okyanusu'nda ilerleyen bu beş geminin güneydoğudan esen alizeler kesilmeden ve rüzgâr sertleşerek kuzeybatıya dönmeden önce Ümit Burnu'nu dolanması gerekiyordu. Yakında olacaktı bu. Moray Martısı hükümetin izniyle korsanlık yapmadığı zamanlarda Cumbrae Kontu Angus Cochran, Zanzibar pazarlarında köle alışverişiyle kesesini dolduruyordu. Zavallılar ince uzun köle ambarının yukarısında güvertedeki halkalı cıvatalara zincirleniyorlardı. Gemi doğudaki limanlardan birine ulaşıp yolculuk sona erince ancak prangaları çözülebiliyordu. Hint Okyanusu aşılırken o korkunç tropik yolculuğa dayanamayarak ölen biçareler, sağların yanında kalıyor ve iki güverte arasında yattıkları o dar yerde çürüyorlardı. Çürüyen cesetlerin kokularıyla, yaşayanların pisliklerininki birbirine karışıyordu. Bu nedenle köle gemilerinin çok belirgin bir kokusu vardı; rüzgâr aynı yönden estiği zaman fersah fersah öteden duyuluyordu. İyice temizlenmeleri bile köle taşıyan gemilere özgü o belirgin kokuyu gideremiyordu. Martı rüzgâra karşı dönerken Lady Edwina 'nın mürettebatı abartılı bir tiksintiyle ulur gibi bağırdılar. "Tanrım! Gübre yığını gibi kokuyor." Bir tayfa küçük, güzel firkateyne, "Siz poponuzu hiç silmez misiniz, hastalıklı böcekler?" diye haykırdı. "Daha buradan kokunuzu alabiliyoruz!" Martı'dan gelen cevaplar Hal'ı güldürdü. Tabii insan bağırsaklarının onun için gizli bir yanı yoktu. Ama tayfaların sözlerinin gerisini anlayamıyordu. Çünkü kadın vücudunun iki geminin mürettebatının da açık açık ayrıntılarının üzerinde durdukları o bölümlerini hiç görmemişti. Onların ne işe yaradıklarını da bilmiyordu. Ama bu tanımlamalar hayal gücünü çalıştırıyordu. Babasının bu sözleri duyduğu zaman ne kadar öfkeleneceğini düşündükçe daha da neşeleniyordu. Sir Francis dindar bir adamdı; gemideki her tayfanın Tanrı korkusuyla davranmasının savaşı kazanma olasılığını olumlu yönde etkileyeceğine inanırdı. Gemide kumarı, küfürü ve sert içkilerin içilmesini yasaklamıştı. Günde iki kez mürettebata dua ettiriyor, onlara bir limana çıktıklarında nazik ve onurlu davranmalarını öğütlüyordu. Ama Hal tayfaların, babasının bu nasihatlerine pek ender uyduklarını biliyordu. Şimdi adamlarının Akbaba'nın tayfalarıyla karşılıklı hakaretler yağdırmasını dinlerken kaşları hiddetle çatıldı. Ancak hoşnutsuzluğunu belirtmek için gemicilerin yarısını kırbaçlatamazdı. Bu nedenle firkateyn kolaylıkla konuşabileceği yakınlığa gelinceye kadar sesini çıkarmadı. O arada uşağını pelerinini getirmesi için kamarasına yolladı. Akbaba'ya söyleyecekleri resmi şeylerdi, onun için de uygun kılıkta olması gerekiyordu. Uşak geri geldiği zaman Sir Francis gösterişli kadife pelerini omuzlarına aldı ve ancak ondan sonra megafonu ağzına götürdü. "Günaydın, sayın Lord!" Akbaba küpeşteye yaklaşarak Sir Francis'i selamlamak için bir elini kaldırdı. Kareli eteğinin üstünde günün ilk ışıklarında parlayan yarım zırhı vardı ama başı açıktı. Kızıl saçı ve sakalı saman yığınını andırıyor, kızıl bukleleri rüzgârda dans ediyordu. Sanki kafası tutuşmuştu. Akbaba, "İsa seni sevsin, Franky!" diye kükredi. Gür sesi rüzgârın uğultusunu kolaylıkla bastırdı. Senin yerin doğu kanatta! Sir Francis öfkesi ve rüzgâr yüzünden kısa konuşmuştu. "Yerinden neden ayrıldın?" Akbaba özür diler gibi abartılı bir tavırla ellerini iki yana açtı. "Suyum azaldı. Sabrım da tükendi. Altmış beş gün ben ve cesur adamlarım için yeterli. Sofala kıyısında kolaylıkla ele geçirilecek altın ve köle var." Aksanı bir İskoç fırtınasını andırıyordu. Elindeki belge sana Portekiz gemilerine saldırma izni vermiyor. Cumbrae Kontu bağırarak cevap verdi. "Hollandalı, Portekizli ya da İspanyol... onların altınları da güzel güzel ışıldıyor. Bildiğin gibi hattın gerisinde barış yok." Sir Francis öfkeyle kükredi. "Akbaba adı sana çok uyuyor! Sende de o leş yiyen kuşun açlığı var." Ama aslında Cumbrae'nin söylediği doğruydu. Hattın ötesinde barış yoktu. Yüz elli yıl önce, yani 25 Eylül 1493'te Papalık Bülteni Inter Caetera yayınlanmıştı. Buna göre Papa VI. Alexander dünyayı İspanyollarla Portekizliler arasında bölüştürmek için Atlas Okyanusu'nun ortasına kuzeyden güneye bir çizgi çekmişti. Bu işe katılmayan ve hasetle öfke duyan kaç Hıristiyan ülkesi bu emre uyacaktı? Aynı anda başka bir doktrin daha doğmuştu: "Hattın ötesinde barış yoktur." Bu hem resmi, hem de bağımsız korsanların parolası halini almıştı. Denizcilerin kafasında bu sözlerin anlamı genişlemiş ve okyanusların keşfedilmemiş bölgelerini de içine almıştı. Kuzey kıtasının sularında korsanlık, yağma ve cinayet hattın ötesinde olduğu zaman hoş görülüyor, hatta alkışlanıyordu. Oysa daha önce Hıristiyan Avrupa'nın filoları hep birarada suçluyu arayıp yakalar ve onu kendi gemisinde serenin tepesine asardı. Papalık emrinden sonra tacize uğrayan her hükümdar resmi izin belgeleri imzalayarak, ticaret gemilerini bir anda korsan teknelerine dönüştürdüler. Sonra bu savaş gemilerini sınırları genişleyen dünyanın yeni keşfedilen okyanuslarına yağmaya yolladılar. Sir Francis Courteney'in belgesini Majeste Kral II. Charles adına İngiltere Lordlar Kamarası Başkanı ve Adalet Bakanı Clarendon Kontu Edward Hyde imzalamıştı. Buna göre Sir Francis'in İngiltere'nin savaşta olduğu Hollanda Cumhuriyeti gemilerini avlama izni vardı. Sir Francis birbirine iyice yakın olan iki geminin arasındaki açıklığın üzerinden, "Yerini terk ettiğin takdirde, ödülden pay alma hakkından da vazgeçmiş sayılırsın!" diye seslendi. Ama Akbaba dümencisine emir vermek için dönmüştü. Sonra da hazır bekleyen gaydacısına bağırdı. "Sir Francis'in bizi hatırlaması için bir parça çal!" Dokunaklı "Adalara Elveda" şarkısı suyun üzerinden Lady Edwina 'ya ulaşırken Akbaba'nın tayfaları maymunlar gibi halatlara tırmandılar ve camadanları gevşettiler. Martı'nın üst arması
Description: