"Dön Artık! 5 Mayıs 1993 - 09:00 Sürekli öksürüyordu. Neredeyse ciğerleri sökülüp ağzından fırlayacak gibi iki büklüm oluyor, oturduğu divandan düşmemek için kendini zorluyordu. Çocuklardan büyük olanı, odanın köşesinde oturduğu yerde elinde kalem ve kâğıtla öylece durmuş, korkulu gözlerle dedesinin bu halini izliyordu. Dört yaşlarındaki diğeri ise parazitli sesi neredeyse sonuna kadar açık televizyondaki çizgi filmi seyrediyordu. Bir yandan da annesinin yer sofrasında hazırladığı küçük lokmaları çiğnemeye çalışıyordu. Kuru öksürüğü seyrekleşen Osman Ağa, kahvaltı sofrasında bıraktığı yarısı dolu çay bardağını alıp pencerenin önüne koydu. Yelek ceplerini yokladı, aradığını bulamayınca elinde su dolu tencereyle içeri giren karısı Gülsüm'e baktı. "Hele benim tütünüm nirde?" Kadın hiç sesini çıkarmadan elindeki tencereyi, gürül gürül yanan odun sobasının yanına bıraktı. Sobanın üzerindeki sıcak su dolu bakır güğümü yere indirip tencereyi yerleştirdi. Sonra televizyonun yanındaki tütün tabakası ile muhtar çakmağını aldı ve Osman Ağa'ya uzattı. Arkasını dönüp ellerini beline koydu. "Kalk kız. Hamami hazirla!" Adeta yerinden sıçrayan genç kadın elindeki lokma dört-beş yaşlarındaki oğlanın ağzına tıkıp doğruldu. Yerine kaynanası oturmuştu. Sıcak su dolu güğümü çıplak eliyle tutmayı deneyince acıyla elini salladı. Pembe ve eflatun çiçeklerle bezeli beyaz elbisesinin eteğiyle kulpundan tutarak güğümü aldı, odadan çıktı. Kapıyı kapatırken, yaşlı kadının, televizyondaki çizgi filme dalmış çocuğun suratına okkalı bir şamar indirdiğini görmüştü. Kapının önünde durdu, derin bir nefes aldı. Güğümü diğer eline geçirip hamam olarak kullandıkları küçük odaya doğru yöneldi. Kapıyı içeriden kilitledi. Osman Ağa'nın artan öksürük sesleri kapalı iki kapının ardından bile geliyordu. Tam bu sırada kamyonetin gürültüyle evin önünde durduğunu duydu. Evin kapısının hızla açılmasını, Salman'ın içeri girmesini dinledi bir süre. Güğümdeki suyu büyük bakır leğene boşaltırken, odada konuşulanlara kulak kabarttı. "N'oldu ulen o kamyonete?" "Lastik yarıldi." "Cantı piç etmişsen." "Ya baba!" Salman, büyük odanın kapısında durmuş, konuşuyordu. Nefes nefeseydi. Alnı, elleri, yüzü, gözü, yağ ve ter içindeydi. Öksürüğü tamamen kesilen Osman Ağa'nın bu sözlerine sinirlenmiş, sertçe başını çevirmişti. Pencereden kamyonete bakan babası ise konuşmaya devam ediyordu: "N'oldu ulen, anlatsağa." "Baba çatişma vardi." "Nirde?" "Eski köprünün orda." "Eee?" "Zor bela kaçmışam. Lastik yarıldı işte. Eee'si ne ki?" "Sana mı atiydiler? Ulen, tamire gönderirik, zerarla döniysen. Poh yiyenin ogli... Mallara noldi?" "Dükkâna koymuşam." Belli ki, tamircide kamyonetin altına Salman da girmişti. Bütün gece uğraşmış, didinmiş, arızayı gidermiş ve hatta para bile vermemişti. Ama babası her zamanki gibi ağzına geleni saymaya başlamıştı. İçeridekilere şöyle bir baktı. Anası, gözünü televizyondan ayırmayan küçük oğlana kahvaltısını yaptırmaya çalışıyor, büyük oğlan her zamanki köşesinde, elinde kalem bir şeyler yazıyor, babası sedirde dizlerinin üzerine kalkmış dehşet dolu gözlerle bir Salman'a bakıyor, bir kırmızı kamyoneti inceliyordu. Kapıyı hızla suratlarına çarpıp hamama yöneldi. Kapıyı zorladı ama açılmayınca geri çekildi. Kilidin yavaşça açıldığını duydu. Buharın arasından sessiz adımlarla dışarı süzülen yengesine baktı. Öfkeden ve yorgunluktan gözleri kıpkırmızıydı Salman'ın. Göz göze geldiler. Başını ilk öne eğen Meryem olmuştu. Mutfağa doğru giderken belli belirsiz mırıldandı: "Suyu koymuşam... Ekmek yiyin mi?" Salman, bir şeyler söylemek istedi ama vazgeçti. İçeri girip o da kapıyı kilitledi. Üstündekileri hışımla çıkartmaya başladı. Gömleğinin birkaç düğmesini kopartmıştı. Çırılçıplak kaldıktan sonra sararmış taş kurnaya uzandı ve sıcak su dolu leğenin içine soğuk suyu eklemeye başladı. Yeteri kadar ılıdığını kontrol etmeden leğenin içine adım atıp oturdu. Bacakları yanarken sırtından akan buz gibi suyla titriyordu. Gözlerinden süzülen iki damla gözyaşının, bu aşırı ısı farklılığından mı, yoksa ruhundaki acılardan mı kaynaklandığını kimse bilemezdi. Yağlı elleriyle yüzünü örttü. Bir süre öylece kaldıktan sonra çeşmeyi kapadı. Başından aşağıya döktüğü her tas su ile rahatlıyor, kendine geldiğini hissediyordu. Dizlerinin hâlâ titrediğini fark ettiğinde aklına lastiğin yarıldığı yerin ötesindeki silah sesleri geldi. Bir tas su daha döktü omuzlarından aşağıya. Sonra da tası fırlatıp attı. Gözleri kapalı, bir kez daha silah seslerini duydu kulağının dibinde. Duvardaki kovuktan sabunu aldı, yine aynı hışımla ellerine, yüzüne, vücuduna sürmeye başladı. Tüm hırsını vücudundan çıkarıyordu. "Daha ne kadar dayanacam?" diyordu kendi kendine. "Ula Salman?" Kapının önünden bağıran babasının sesini duymazlıktan gelmek istedi ama yapamadı. Tam cevap verecekti ki Osman Ağa bu kez kapıyı yumruklayarak ve daha yüksek sesle bağırdı: "La sana diyim Salman! Kamyonetin ceryanı oldı mi?" "Tamam etmişik hepsini. Şafağa dek çalışmışak." "Allah belanı vere emi! Nereyi geçiydin de yarıldi bu? Şinci bu cant teker tutiy mi, gavat?" Salman susuyordu. Başını eğdi, gözleri suyun içinde patlayan sabun köpüklerine daldı. Tahta rafın üzerindeki beze uzanıp bilinçsizce göğsüne sürmeye başladı. Yavaş yavaş yüzüne sürttükten sonra boynunu, kollarını, bacaklarını ovdu. Ama kamyonetin altında geçen bir günün kirini çıkartmak kolay olmadı. On dakikadan fazla bir süredir içerideydi. Anasının sesiyle irkildi: "Sıcak su istiysen?" "Yok ana ben çıkıyim." "Çıkiysan çık. Daha çamaşir yikanacak." Salman, kapının arkasına asılı havlulardan biri ile gelişigüzel kurulandı. Hamama girerken yanına temiz çamaşırlarını almadığını hatırlayıp alelacele kirlileri giydi. Hızlıca pantolonunu ayağına geçirip üstü çıplak halde kapının aralığından dışarıya baktı. Sofada kimse yoktu. Babasının öksürükleri durmak bilmiyordu. "Geber de kurtulam," dedi kendi kendine. Doğruca geceleri büyük yeğeni ile birlikte paylaştığı odaya daldı. Kapıyı kapatıp içeriden kilitledi. Bir süre kapıya yaslanıp babasının öksürüklerini dinledi. Temiz bir kazak almak için yatağın altındaki sandığa doğru eğildi ama gözü yatağın üstündekilere takıldı. Temiz bir kazak, bir kumaş pantolon ve bir yelek yan yana yerleştirilmişti. Düzgünce katlanmış iç çamaşırlarının hemen üstünde bir çift çorap duruyordu. Bir dal Maltepe sigarası, yakılmaya hazır şekilde tek çöpü yanına bırakılmış bir kibrit kutusu ve kültablası da Salman'ı bekliyordu. Yatağın hemen yanındaki küçük eski sehpanın üzerinde bir bardak çayın dumanı tütüyordu. Belli ki Meryem henüz çıkmıştı odadan. Köşeye ilişti. Sırtını duvara dayadı. Yutkundu. Diğer köşede üst üste yığılı yatak ve yorganlara baktı. Dolaba, yerdeki şiltelere... Gözlerinin önündeki bu manzaraya daldı bir süre. Sonra gözleri yukarıya kaydı. Duvardaki çerçevesi eğik, camının kırık köşesi bantla tutturulmuş resme daldı. Yirmi yaşlarında, gür bıyıklı, kalın ve çatık kaşlı ağabeyine seslendi mırıldanarak: "Delirecem burda. Dön artık!" "At bunu çöpe!" 5 Mayıs 1993 - 09:15 Bardaktan boşanırcasına yağdıran bir bulutun altından geçiyorlardı. Beyaz renkli 74 model bir Renault'nun camlarından dışarıyı seyrediyordu Ufuk. Her uzun yolculukta bir kez daha fark ediyorum, ne kadar büyük yahu bu ülke? Kulağı, garip bir ritim tutturmuş gidip gelen sileceklerin sesindeydi. Şoför, yağmur başlayalı beri susmuş, aracın hızını da kesmiş, yoldaki beyaz şeritleri takip etmeye çalışıyordu. Başını cama yaslayıp şoförünün yüzünü, mimiklerini incelemeye başladı. Direksiyona yapışmış nasırlı, kirli ellerine baktı. Bıyıklarına daldı gözleri. Çıkık elmacık kemiklerini seyretti. Adam dikkatle incelendiğini hissetmiş olmalı ki, dikiz aynasında göz göze geldiler. Gazeteci beklemeden sordu: "Dayı, kaç çocuğun var?" "Yaşın kaç gurban?" "Kırka geliyoz." "Aha, en büyüğü senin gibidir. Ondan sonra üç dene daha vardır." "Kız yok mu?" "He, bi dene de ondan." Şoför, araba yağmur bulutundan çıkar çıkmaz gaza bastı. Tekrar başını pencereye çeviren Ufuk, yan yana kahvelerde boş oturan, tütün saran, çay ve sigara içen insanları gördü. Hemen arkasındaki yıkık dökük, kerpiçten evlere ve önlerindeki çamura park etmiş son model arabalara baktı. Ne biçim kader bu böyle? Canı sıkılmıştı. Çantasına uzanıp fermuarlardan birini açtı, içinden sürekli kullandığı ağrı kesici ilacın kutusunu çıkarttı. Bir eliyle kapsülünü tutarken, diğeri ile yanındaki su şişesine uzandı. Önce bir yudum su alıp boğazını ıslattı. Sonra bir hamlede ilacı ağzına attı. Su şişesini başına dikip indirdiğinde yine aynada göz göze geldiler. "Yoo gurban, o küçük şeylerden ne anliysin ki! İlaç suyumuzda vardir. Hem zehirlerik, hem derman bulurik. Bu ikisini birbirinden ayırdin mi tamamdir. Ben hastalik nedir bilmem. Bu dohturlar bi pohtan anlamiy. On sekiz yıldır gidip geliyik bu yollarda. Bende okuma yazma yoktur gurban. Ha bu okumuş dohturlar deyi ki bana, sen çok hastasin. Fazla ömrün kalmamiştir. Kötü hastalığ mıdır, nedir? Uç beş ayın kaldı deyiler. Kansersin deyiler, ganin bozuk deyiler. Bizim burda ağır laftır gurban. Gani bozuk olur mu yaa? Vallahi de billahi de, na bu hastalığı bu dohturlar icat etmiştir. Atiyler..." Kendi kendine konuşurken sinirlenmeye başlamıştı. Öfkelendikçe de ağzından tükürükler saçıyordu. "Tedavi görmedin mi hiç?" "Ne tedavisi gurban? Ha bu doktorlar bana ölecen deyiler ya? Evvela çok tırstım haaa! Sonra anlamişam, niye tirsiyim ki? Ula dedim, ahiret ha burdan iyidir belki. Her yer burdan iyidir ya, o başkadir... Baktim tırsmaya gerek yohtir. Şimcik korkmirem. Buralarda, bizim bu dağlar gibi, kaya gibi, daş gibi olacan. Bekleyecen gurban. Ne çok gamsız olacan, ne de fazla meraklanacan. Dert etmiyecen. He bu bebelik, çocukluk, gençlik, yaşlılık hepsi birer misafirdir biliysen. Aha içlerinde en şerefsizi de yaşlılıktır. Bir türlü gitmek bilmiy, ha giderken de seni yanında götüriy. Ölüm olaydı da yaşlılık olmayaydı gurban." Şerefsiz yaşlılık ha? İşte bunu sevdim, diye düşündü. Kendi yaşlılığını aklına getirmezdi pek. Sevmezdi böyle hayalleri ya da kuruntuları. Ben zaten ayakta gideceğim. Bu adam kadar yaşlanmayı bekleyemem, dedi kendi kendine. Bir süre ikisi de sessiz kaldı. Belli ki şoför, ömrünün son demlerini yaşıyor olduğunu hatırlamıştı. İyice geriye yaslanıp arabayı tek eliyle kullanmaya başladı. "Bir de ganim bozuk deyiler... Gurban, bu gan çok acayip bi şey. Aslında beni gan tutiy, biliyin mi? Öyle kasılıp kaliyim... Ha bu damarlarda onca gan var ama işte ben onu göriy, sonra öylece duriy... Allahın işi işte? Seni de gan tutiy mi gurban?" Yok gurban. Beni kan tutmaz. İlk kan gördüğümde kaç yaşındaydım? Ne bileyim be! İlkokuldayken herhalde. Ama yok, öyle kan değil adamın sorduğu. Yetmiş yedi yılıydı. On dört yaşındaydım... "Tabii ya gurban. Sen herden biliyin ki? İstanbul'da yoktur böyle şeyler. Alışık değelsiniz, he mi?" Gırtlağından gelen o ses çok garipti... "Ama buralar benzemiy İstanbul'a." Merminin biri nefes borusunu parçalamıştı... "Bak sana söylirem, duyiysin? Öyle ben dayaniyim falan demeyesin." Kan alabildiğine fışkırıyordu... "Bilemiyin yani. Belki seni de tutiydir." "Doğru diyorsun. Biz görmedik hiç böyle şeyler." Ses tonuyla konuyu kestirip atmıştı. Şoför devam etmeye cesaret edemedi. Kafasını sallayıp önüne döndü. Arabanın
Description: