Erich Maria Remarque YAŞAMAK ZAMANI ÖLMEK ZAMANI ROMAN Almanca aslından çeviren AHMET CEMAL CAN YAYINLARI LTD. ŞTÎ. Hayriye Caddesi No. 2, 80060 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0-212) 252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 33 Özgün adı Zeit zu leben und Zeit zu sterben E-Kitap: 2014 Y.S. Erich Maria Remarque (asıl adı Erich Paul Remark) 1878- 1970 yılları arasında yaşadı; dünyaca ünlü bir yazar olmadan önce çeşitli işlerde çalıştı. 1929 yılında ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ adlı romanı yayımlandı ve Birinci Dünya Savaşının acımasızlığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren bu roman büyük yankı uyandırdı. 1933 yılında Almanya’da kitapları yakıldı. 1938 yılında Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Remarque 1939 yılında New York’a gitti ve 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı oldu. Çoğunlukla trajik bir hava taşıyan yapıtlarında gerilim dolu olayları başarıyla betimlemiştir. Remarque'ın, Dönüş Yolu ve Yaşamak Zamanı ve Ölmek Zamanı adlı kitapları da Can Yayınları arasında çıkacaktır. ERİCH MARIA REMARQUE VE YAPITLARI Yüzyılımız, ilk yarısında iki dünya savaşı birden yaşamak gibi kötü bir yazgının sonucu, çok sayıda savaş yazarı yetiştirdi. Erich Maria Remarque, Curzio Malaparte, John Dos Passos, Norman Mailer, Ernest Hemingway, James Jones, Heinrich Böll ve daha birçokları, adına savaş denilen insanlık suçunu ameliyat masasına yatırıp bütün yönleriyle irdelediler ve yerdiler. Bu yazarlar arasında Remarque’m özelliğine gelince, onu her şeyden önce ‘körleşenlerin gözünden perdeyi ilk kaldıran yazar’ diye nitelendirebiliriz. Avrupa, İkincisinden farklı olarak, ilk dünya savaşına neredeyse güle güle oynaya girmişti. Henüz yıkılmamış, yalnızca sallanmakta olan tahtların parıltısı, resmi geçitler, o güne dek bir dünya savaşı tanımamış kitleleri bir coşku havasına sokmuştu. Bu durum, savaş başladıktan sonra da pek değişmedi. Cephe gerisindekiler için yaşam, günlük olağan akışını sürdürüyordu. Askerlere gelince, onlar görevlerini yerine getiren onurlu kişilerdi. Birinci Dünya Savaşı, henüz kollarını cephe gerisi ve cephe ayrımını yapmadan atmış bir ahtapot değildi. Bu yüzdendir ki, neredeyse salt kahramanlık destanlarıyla örülü bir atmosfere yerleştirildi. Remarque’in 1929’da yayımlanan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues) adlı romanı, bu destanlar atmosferini bir çırpıda parçaladı. Yazar, romana şu satırlarla son verir: "1918 Ekimi’nde vuruldu. O gün, bütün cephede son derece sakin ve sessiz geçmişti. Öylesine sakin bir gündü ki, ordu raporunda tek bir cümleyle, o gün Batı Cephesi’nde yeni bir şey olmadığının belirtilmesiyle yetinilmişti. " Savaşın anlamsızlığını, korkunçluğunu ve savaşın yarattığı kargaşanın ortasında bir insan yaşamının ne denli önemsiz kaldığını böylesine güçlü bir anlatımla sergileyen satırlara, dünya yazınında az rastlanır. Erich Maria Remarque (asıl adıyla Erich Paul Remark), 22. 6. 1898 tarihinde Almanya’nın Osnabrück kentinde bir ciltçi-nin oğlu olarak dünyaya geldi. Birinci Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra köy öğretmenliği, ticaret, bir kauçuk fabrikasında reklam müdürlüğü ve nihayet Berlin’de gazetecilik gibi işlerle uğraştı. 1931’de İsviçre’ye, 1939’da da New York’a gitti. 1947’de Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığına alındı. Avrupa’ya döndükten sonra İsviçre’ye yerleşti. 25. 9. 1970 tarihinde orada öldü. 1920’lerin başında kaleme aldığı ilk romanı Düşler Odası (Die Trambude) genelde tutarlı olmaktan yoksun, bir sanatçının yaşamını konu alan bir yapıttır. 1929’da yayımlanan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ise yazarına bir anda dünya çapında ün kazandırdığı gibi, çağımız Alman yazınının en çok okunan ürünleri arasına girdi ve 32 dile çevrildi. Kimi eleştirmenlere göre, Remarque’in bu yapıtıyla birlikte, çağımızda bundan böyle -hangi nedenle çıkmış olursa olsun- savaşı yücelten yazın ürünü verebilme olanağı da ortadan kalkmış oldu. Remarque’in büyük ününün başlıca kaynağı, hiç kuşkusuz onun yapıtlarında doğrudan savaşa karşı ve insanoğlu ndan yana çıkmış oluşudur. Remarque’in romanlarında savaş, hiçbir zaman bu savaşlarda doğrudan çarpışanların savaşı değildir; onlar yuvalarından, tarlalarından, sevdiklerinden zorla koparılıp kanlı meydanlara fırlatılmışlardır. Çoğu kez ne için, ne uğruna sa-vaşıldığını bile tam anlamıyla bilemezler. Bilmemeleri de doğaldır, çünkü savaşlar için gerçek anlamda neden, hiçbir zaman yoktur. Ama savaş açısından bir seçim de söz konusu değildir; o, herkesi amansız çarkının dişleri arasına alır ve insanı insan yapan tüm değerleri yıkar. Remarque, Hitler yönetiminde mahkûm edildi, yapıtları alanlarda yakıldı ve Alman yurttaşlığından atıldı. Suçu, yönetimlerin açtığı vahşi savaşların suçunun bütün bir ulusa yükle-nemeyeceğini, bütün bir ulusun savaşları sayılamayacağını söylemekti. Yalnız cephe değildir Remarque’m savaş romanlarında betimlenen; cephe gerisi de ele alınır. Ön saflarda yürütülen kanlı kavganın insan değerlerine ne denli aykırı düştüğünü daha ürpertici biçimde gösteren bir ‘cephe gerisi’ temasıdır bu. Sonra savaştan kurtuluş, savaştan sağ dönen için de pek kolay değildir. Savaşta ölmemiş olmak, savaş sonrası mutlulukların temelini atabilmek için her zaman yeterli değildir. Dönüş Yolu (Der Weg Zurück) adlı yapıtında Remarque, savaş sonrası insanının yalnızlığını ve döndüğü çevreye yabancılaşmasını ele alır. Savaştan dönen, eski çevresini yadırgar; öte yandan savaşta her şeyini yitirmiş olan o çevrenin de artık sağ dönen kahramana sağlayabilecek bir desteği kalmamıştır. Bu yabancılık, Dönüş Yolu nun kahramanlarından birini yaşamına kendi eliyle son vermeye sürükleyecek denli yoğundur. Bu konu, daha sonra Amerikalı yazar William Faulkner’ın Askerin Ücreti (Soldier’s Pay) ve Heinrich Böll’ün Babasız Evler (Haus ohne Hüter) adlı romanlarında da işlenmiştir. Siyasal nedenlerle ya da salt belli bir ırktan olmaları nedeniyle bir yönetim tarafından amansızca izlenenler için tek bir kurtuluş yolu düşünülebilir: Kaçmak, yerini yurdunu bırakmak. Ama bir kurtuluş yolu mudur bu gerçekten? Zafer Anıtı (Arcc de Triomphe), Remarque’ın bu soruların karşılığını aradığı yapıtıdır ve konu bu yetkinlik düzeyinde, ünlü Romen yazarı Constantin Virgil Gheorghiu’nun ikinci Fırsat (La Seconde Chance) adlı romanının dışında, dünya yazınında işlenebilmiş değildir. Remarque, kaçakların yazgısını daha önce İnsanları Seveceksin (Liebe Deinen Naechsten) adlı romanında da işlemiştir. Kara Anıt (Der schwarze Obelisk, 1956), Hayat Kıvılcımı (Der Funke Leben, 1952), Üç Arkadaş (Drei Kameradan, 1938), Tanrının Gözdesi Yok (Der Himmel kennt keine Günstlinge) ve Lizbon Gecesi (Die Nacht von Lissabon, 1963), Remarque’in öteki tanınmış yapıtlarıdır. Remarque’in 1954 yılında yayımlanan Yaşamak Zamanı Ölmek Zamanı (Zeit zu leben und Zeit zu sterben) adlı romanı, genç Alman askeri Ernst Graeber’in üç haftalık izin döneminde geçer. Alman orduları, artık Doğu Cephesi’nden geri çekilmeye başlamıştır. Çöküş başlamıştır. Ama Graeber’in önünde, tam üç haftalık ve savaştan uzak bir yaşam vardır. Döndüğü kentinin yıkıntıları, anasıyla babasını bulma çabaları ve sonunda bu umutsuzluk denizinin ortasında kurtarıcı bir ada gibi karşısına çıkacak bir sevginin atmosferinde geçecek üç hafta. Graeber ve Elisabeth, bu süreyi bombardıman uçaklarının saldırılarından ve savaşın kentin her köşesinde boy gösteren yıkımından çalarak yaşayacaklardır. Ama ne ölçüde? Ama nereye kadar? Remarque, bu dekor içinde, iki insanın umutlarından ve umarsızlıklarından oluşma sahnede Nazi Almanyası’nın çok canlı, çok gerçekçi bir görünümünü vermiştir. Tıpkı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta olduğu gibi, bu roman bitirildiği zaman da okurun belleğinde ve tasarımında kalan, devletlerin savaşı değil, insanın insana layık gördüğü acımasızlıktır. Remarque’in klasikleşmiş olan Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı, daha sonra filme de alınmıştır. Ahmet CEMAL BİRİNCİ BÖLÜM Afrika’dakinden başka türlü kokuyordu Rusya’daki ölüm. Afrika’da da ölüler ağır İngiliz ateşi altında cepheler arasında çoğu kez uzun süre gömülmeden kalmıştı, ama güneş çabuk tutmuştu elini. Geceleri esen rüzgâr, o iç bayıltıcı, leş gibi ve ağır kokuyu da birlikte taşımıştı hep. İçleri gaz dolan ölüler sessiz, tüm umutlarını yitirmiş ve her biri kendi başının çaresine bakmak için sanki bir kez daha savaşırcasına, yabancı yıldızların ışığında doğrulmuştu -ama daha ertesi günü büzülmeye, sonsuz bir yorgunlukla sanki içine girmek istercesine toprağa yapışmaya başlamıştı- ve sonradan, yanlarına gidip alma olanağı doğduğunda, bazıları tümüyle hafiflemiş ve kurumuştu bile. Haftalar sonra rastgele bulunan ölülerden ise geriye, birdenbire çok büyük gelirmiş gibi görünen üniformaların içinde takırdayan iskeletlerden başka hemen hiçbir şey kalmamıştı. Kum, güneş ve esintilerin kucağında kupkuru bir ölümdü bu. Rusya’dakine gelince, oradaki ölüm, vıcık vıcıktı ve leş gibi kokuyordu. Yağmur günlerden beri yağıyordu. Kar erimekteydi. Daha bir ay önce, kalınlığı bir metreden fazlaydı. Başlangıçta, görende yalnız kömürleşmiş damlardan kuruluymuş izlenimini uyandıran, bırakan yıkık köy, sessizce ve her gece daha incelen kar örtüsünden bir parça daha yükselmişti. Önce pencerelerin pervazları görünmüştü. Birkaç gece sonra bunu, kapıların üst kısmındaki girintiler izlemişti. En sonunda da pis kokulu karın derinliklerine uzanan merdivenlerin basamakları ortaya çıkmıştı. Kar, hiç durmaksızın eriyor, eriyordu ve bu erimeyle birlikte ölüler gün ışığına çıkıyordu. Eski ölülerdi bunlar. Kasımda, aralıkta ve ocakta olmak üzere birkaç kez çarpışılmıştı köy için. Ve şimdi, nisan ayında, yine çarpışılıyordu. Köy alınmış, bırakılmış, bırakıldıktan sonra yine alınmıştı. Gelen kar fırtınaları birkaç saat içinde çoğu kez ölüleri, sıhhiyecilerin bulamayacakları derinliklere gömmüştü. Sonra her yeni gün, bir hastabakıcının kanlı bir yatağa yeni bir çarşaf sermesi gibi, savaş alanını yeni bir kar tabakasıyla örtmüştü. Önce ocak ayının ölüleri ortaya çıktı. En üstte bulunan bu ölüler, nisan başlarında, kar gevşemeye başladıktan hemen sonra göründü. Gövdeleri kaskatı kesilmiş, yüzleri gri balmumu rengini almıştı. Bunları tahta parçalarını gömer gibi gömdüler. Köyün arkasında, kar örtüsünün fazla kalın olmadığı bir tepecikte karı küreleyip, donmuş toprağı kazdılar. Çetin bir işti yaptıkları. Aralık ayının ölüleriyle birlikte, ocak ayındaki ölülere ait silahlar bulundu. Tüfekler, el bombaları, bazen de çelik miğferler, gövdelerden daha derine gömülmüştü. Bu ölülerde, üniformaların altındaki künyeleri kesip almak, daha kolaydı. Kar suyu, kumaşı yumuşatmıştı. Açık ağızlardaki kar suyu, bu askerlerin boğularak öldüğü izlenimini yaratıyordu. Birkaçının bazı uzuvları gevşemeye yüz tutmuştu. Taşındıklarında gövde henüz katılığını yitirmemiş oluyordu, ama ucundaki el ile bir kol, aşağı doğru sallanıyor ve gövde yürürken hareket edermiş gibi savruluyordu. Korkunç bir umursamazlıkla, hayasızlığa dek varan bir umursamazlıkla işaret vermekteydi sanki bu el. Güneşe yatırıldıklarında, tümünün de ilk eriyen yerleri, gözleri oluyordu. Göz
Description: