ebook img

Vergilius'un Ölümü - Hermann Broch PDF

742 Pages·2012·2.07 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Vergilius'un Ölümü - Hermann Broch

Vergilius’un Ölümü Hermann Broch Çeviren: Ahmet Cemal HERMANN BROCH 1 Kasım 1886’da Viyana’da doğdu. Babasının isteği üzerine aldığı mesleki eğitimini, 1907’de tekstil mühendisi olarak tamamladı. İlk edebi yayınının tarihi 1913’tür. 1927’ye kadar babasının fabrikasında yöneticilik yaptı. Fabrikayı satıp matematik, felsefe ve psikoloji öğrenimi görmeye karar verdi. İlk romanı Die Schlajwandler yayımlandığında 43 yaşındaydı. 1938’de Avusturya’nın nasyonal— sosyalistlerce işgali esnasında Gestapo tarafından tutuklandı. James Joyce ve arkadaşlarının girişimi sayesinde ABD’ye iltica etti. Aynı yıl yazmaya başladığı Vergilius’un Ölümü 1945’te, bir başka önemli yapıtı Die Schuldlosen 1950’de yayımlandı. 30 Mayıs 1951’de New Haven’da öldü. Vergilius’un Ölümü Hermann Broch Özgün Adı: Der Tod des Vergil İthaki Yayınlan — 811 Yayma Hazırlayan: Ahmet Öz Kapak Tasanmı: Şükrü Karakoç Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Şükrü Karakoç 2. Baskı, Kasım 2012, İstanbul ISBN: 978— 605—375—239—4 Sertifika No: 25001 Kapak Resmi © Lyonel Feininger, Gelmeroda XIII, 1936 Çevirmenin İthafı Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemindeki Türk Aydınlanmasının gerçekleşmesine ve ülkemizde antikçağ kültürünün Anadolu’nun kültür tarihinin doğal bir parçası olarak benimsenmesine, başta Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere, dava arkadaşları ile birlikte unutulmaz katkılarda bulunan düşünür, yazar, bilim insanı ve çevirmen AZRA ERHAT’ın anısına, saygıyla ... Bir Çevirinin Hikâyesi Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch’un (1 Kasım 1886 Viyana—30 Mayıs 1951 New Haven/Connecticut/ABD) başeseri sayılan “Vergilius’un Ölümü”nün (“Der Tod des Vergil”) çevirisine, 1972 yılının sonbahar aylarında başlamışım. Yakın zamanlara kadar bu tarihi çok kesin bilmiyordum. Bu yıl, geçtiğimiz Ağustos ayının son günlerinde, yani çeviriyi hiç istemeden de olsa bitirmek üzereyken, üstüne “Hermann Broch” diye elyazısı not düştüğüm kalın bir dosyada (aynı dosyada bir zamanlar elyazısıyla çevirdiğim bölümleri de saklamışım) bulduğum küçük bir not sayesinde, romanı çevirmeye yukarıda belirttiğim tarihte başlamış olduğumu anladım. Bu hesaba göre “Vergilius’un Ölümü”, yetmiş yılı dolduran hayatımın yaklaşık kırk yılını kaplıyor. Şunu da belirtmem gerekir ki, bu önsözün daha ileriki bölümlerinde geniş zaman veya şimdiki zaman kiplerine belki çok sık rastlanacak; buna karşılık, “Vergilius’un Ölümü” başlıklı çeviri çalışması artık geride kalmış olmasına rağmen, geçmiş zaman kipi pek devreye girmeyecek. Ben istemediğim için. Bu çeviriyi ‘bitirmemiş olmayı’ yeğlediğim için. Bu konuda biraz yukarıda, “yani çeviriyi hiç istemeden de olsa bitirmek'' üzereyken...” ifadesiyle de bir ipucu vermiştim. Çünkü bu çevirinin hikâyesi, aslında bir tür aşkın, çok büyük bir tutkunun hikâyesi, ve sanırım bu hikâye, hayatımın sonuna kadar sürecek. Bu sözünü ettiğim öylesine bir tutku ki, hayatımın kırk yılı boyunca bu çeviriyi yalnızca kendim için yapmışım. Bunu şimdi, geriye baktığımda, çok daha açık ve seçik görebiliyorum. Zaten başladığımda, ortada hiçbir yayınevi yoktu. Hiçbir yere bu çeviri konusunda bir öneri götürmemiştim. Yetmişli yılların hemen başında, romanın Almancası rastlantı sonucu elime geçmişti. Beş yüzü aşkın sayfayı ilk okuyuşum yanılmıyorsam bir haftamı almıştı. Bittiğinde, artık sarhoştum. “Adriyatik denizinin tersten esen, hafif, neredeyse fark edilmeyen bir rüzgarla kabarmış çelik mavisi rengindeki yumuşak dalgalan, İmparatorluk filosu Kalabriya kıyılarının ağırdan yaklaşan alçak tepelerini solunda bırakarak Brundisium limanına dümen kırdığında, gemilerden yana köpüklenmişti... ” diye başlayan ilk paragrafla birlikte, benim için de kırk yıl sürecek uzun bir yolculuk başlamıştı. Süresini, tamamlayabilip tamamlayamayacağımı bilmediğim bir yolculuk. Bildiğim tek bir şey vardı. “Vergilius’un Ölümü” nün çevirisine başladıktan hemen sonra, kendime karşı o zamanlar kimselere dile getirmediğim bir söz vermiştim. Bu kitapla karşılaşmazdan hemen önce, artık hayatım boyunca edebiyat çevirmenliği uğraşından kopmayacağımı biliyordum. Yapmış olduğum birkaç çeviri yüzünden kendimi o uğraştan biri olarak görmeye de başlamıştım. Ne var ki, “Vergilius’un Ölümü”nü okuduktan sonra, kendimi iç dünyamda ‘çevirmen’ diye adlandırmayı bıraktım. Ondan sonra yayınlanan başka çevirilerimin kapaklarında veya iç kapaklarında ‘Çeviren: Ahmet Cemal’ ibaresi hep sürüp gitti. Ama iç dünyamda ben, çeviri uğraşından daha önce kendime ‘çevirmen’ dediğim için özür dileyerek izin aldım. Kendime verdiğim söz, çok açıktı: Ancak günün birinde “Vergilius’un Ölümü” çevirisini tamamlayabildiğim takdirde ve o günden başlayarak kendimi çevirmen sayacaktım. Peki ya o güne kadar? O güne kadar kendime sadece çeviri alanında bir çırak, kendini yetiştirme çabasında biri gözüyle bakacaktım. Ama ‘büyük sınav’ “Vergilius’un Ölümü” çevirisinin tamamlanması ile birlikte verilmiş olacaktı. Peki neden tutulması bunca zor bir söz vermiştim? O zamana kadar zorlu sınavlardan yana yoksul olduğu hiç de söylenemeyecek bir hayatın belli bir dönüm noktasında neden böylesine ağır bir yükümlülük altına girmiştim? Üstelik verdiğim sözü tutabileceğimden, böyle bir metnin çevirisini tamamlayabileceğimden o sıralar hiç de emin değildim. O halde, evet, o halde, neden? Hangi nedenle, neredeyse olanaksız bir hedef seçmiştim kendime? * * * Bu neden, çok geniş ölçüde özel hayatımın o zamana kadarki akışından kaynaklanıyordu. Cehennemden farksız, sevgiden bütünüyle yoksun bir evlilikten doğma bir çocuktum. Hatta bir anlamda istenmeyen bir çocuk olduğum bile söylenebilirdi, çünkü şu sözü çeşitli defalar annemin ağzından duyduğumu hatırlıyorum: “Sen doğmasaydın, baban ile çoktan boşanmıştık!” Doğmasaydım eğer, anası ile babası evliliklerinden kurtulabilecek bir çocuk olmam nedeniyle, çocuk olmama hiçbir zaman izin verilmemişti. Bir defa, yani adeta ‘kazaen’ bile olsa, bana düşen, bir ân önce çocukluğumdan kurtulmak, anamın ve babamın yüklenmeye yanaşmadıkları bir sorumluluğu, kendi sorumluluğumu taşımaya başlamaktı. Liseyi bitirdiğimde, buna anneme ve eve bakmak sorumluluğu da eklenmişti, çünkü o sıralarda babam evi neredeyse bütünüyle terk etmişti. Bu durumda bir ân önce ‘büyümeliydim’ ki, eve ve kendime bakabileyim. Hiç sınıfta kalıp zaman kaybetmemeliydim. Kalmadım ve zaman kaybetmedim. Üniversiteyi bir ân önce bitirip eve bakma sorumluluğunu bütünüyle üstlenmeliydim. Üniversiteyi tam dört yılda, dördüncü yılın da Haziran ayında bitirip gereken sorumlulukları üstlendim. Ama aynı sıralarda, yılların içimde biriktirdiği çılgınca bir öfkenin zorlamasıyla, hayatımda, sınırları kendi seçeceğim sorumluluklarla belirlenecek bir alan oluşturmaya da karar vermiştim. Yunan antikçağındaki duruma benzer bir biçimde, soydan gelme bir laneti sırtında taşıyan, doğuştan mahkûm biri kimliğiyle yaşamayacaktım. Hayatımda ‘bir ân önce para kazanmak’ tan daha farklı amaçlara ve hedeflere de yer verecektim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni dört yılda ve hem çalışıp hem okuyarak bitirdim. Eğitim giderlerini ve evin geçimini Almancadan çeviriler yaparak kazanıyordum, ama yaptıklarım, sonrakilerden çok farklı türden çevirilerdi. Noterlik bürolarında ‘yeminli tercüman’ olarak diplomalar, kimlik belgeleri, tapu belgeleri, çeşitli raporlar, vb. belgeleri Almancadan Türkçeye veya Türkçeden Almancaya çeviriyordum. Yani çevirmenlik hayatım, dünya edebiyatının görkemli eserlerinin atmosferinde değil, fakat Cağaloğlu’ndaki noterlik bürolarının toz içinde, çoğu kez de yeterince aydınlatılmamış arka odalarında eski püskü daktiloların başında başlamıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonra para kazanmak için avukatlık mesleğini seçmedim. En az para getiren bir uğraşı, edebiyat çevirmenliğini seçtim. O zamana kadar hayat, acımasız bir gardiyan gibi, evime karşı parasal sorumluluklarımı yerine getireyim diye hep başımda beklemişti. Ama şimdi hayata meydan okuma sırası, artık bana gelmişti. Bu meydan okumayı çeviri türlerinin içinde en zor olanını, edebiyat çevirmenliğini seçerek gerçekleştirdim. O zamana kadar noter çevirilerinin mahkûmuydum. Ama bundan böyle yoksulluk sınırında, çoğu zaman belki onun bile altında, fakat özgür yaşayacaktım. Yetmişli yılların başında yayınlanan Goethe ve Schiller çevirileri, özgürlüğümün ilk adımları oldu. “Vergilius’un Ölümü” romanıyla o çevirmenlik yıllarımın hemen başında tanıştım. Romanın birinci bölümünün başlarında yer alan ve Latin şairi Vergilius’u tasvir eden şu pasajı okuduğumda ise, o roman artık benim kaderim olmuştu: “yeryüzü hayatının huzurunu seven biriydi; toprağa bağlı bir toplumda geçecek, sade ve güven dolu bir ömre uygun bir insan; kökleri gereği yerleşip kalmasına izin verilmiş, dahası yerleşmeye zorlanmış biri; aynı zamanda da, daha yüce bir kader gereği, yurdundan ne kopabilmiş ne de orada kalabilmiş biri; bu kader, onu ötelere, toplumun dışına sürüklemiş, kalabalıklar içerisinde düşünülebilecek en çıplak, en kötü, en vahşi yalnızlığın içine atmıştı; onu kökeninin yalınlığından koparmış, uçsuz bucaksızlığa, gittikçe büyüyen bir çeşitliliğe doğru kovalamıştı; böylece büyüyen, sınırsızlığa açılan, sadece gerçek hayat ile arasındaki uzaklık olmuştu; evet, gerçekten de yalnızca bu uzaklıktı büyüyen: Vergilius, hep kendi tarlalarının sınırlarında gezinmiş, her zaman kendi hayatının sınırboylarında kalmıştı; huzur nedir bilmeyen bir insan; ölümden kaçarken ölümü arayan, eser vermek isterken eserden kaçan biri; bir âşık, ama yine de hep kovalanmaya yargılı, gerek iç gerekse dış dünyanın tutkuları arasında yolunu kaybetmiş, kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri... ” Bu satırlardaki kişi, benim için bir öteki—ben değil miydi? Sevgiden yoksun bir çocukluk döneminde ben de hep sade ve güven dolu bir hayatı, sırf çocuk olmam nedeniyle hak ettiğim bir hayatı aramamış mıydım? Ben de yıllar boyunca belli bir hayat yolundan ne kopabilmiş ne de tam olarak o yolda kalmış değil miydim? Babasız babalı ve anasız analı çocukluğum diye adlandırılabilecek kaderim, beni de toplumun dışına sürüklememiş miydi? Kalabalıklar içersinde düşünülebilecek en çıplak, en kötü, en vahşi yalnızlıkların içine atmamış mıydı? O kader, tıpkı Vergilius gibi beni de kökenimin hep özlemini çektiğim yalınlığından koparıp uçsuz bucaksızlığa, bilinmeyenin ülkesine, gittikçe büyüyen, korkutucu bir çeşitliliğe doğru

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.