Hillary Jordan ABD'de doğdu. İngiliz Edebiyatı, siyaset bilimi ve yaratıcı yazarlık okudu. On beş yıl boyunca reklam metinleri yazdı. İlk romanı Mudbound 2008'de yayımlandı ve ABD'de çok satanlar arasına girdi. Uyandığında, Jordan'ın ikinci romanıdır. Eserleri: Mudbound (2008), Uyandığında (2011; YKY). HILLARY JORDAN Uyandığında Çeviren; Özlem Yüksel Roman Yapı Kredi Yayınları I. DARAĞACI Uyandığında, kırmızıydı. Kızarmış ya da güneşten yanmış değildi, dur işaretinin o iddialı kesif kırmızı rengini almıştı. İlk önce ellerini gördü. Gözlerinin önünde tutup, gözlerini kısarak ellerine baktı. Birkaç saniye elleri, kirpiklerinin gölgesinde ve tavandan gelen yoğun beyaz ışıkta siyah gibi göründü. Sonra gözleri alışınca, yavaş yavaş geçti göz aldanması. Avuçlarını, ellerinin tersini inceledi. Elleri başının yukarısında, denizyıldızı kadar yabancı gelen yaratıklar gibi yüzüyordu. Neyle karşılaşacağını biliyordu -Kırmızıları sokakta ve vidlerde daha önce defalarca görmüştü elbette- ama kendi etinin değişmiş görüntüsüne hazırlıklı değildi yine de. Yirmi altı yıllık yaşamı boyunca elleri bal rengine çalan bir pembelikte olmuştu, yazları koyulaşıp altın bronz bir renk alırdı. Şimdi ise taze kan rengindeydi. İçinde paniğin kabardığını, boğazının sıkıştığını, kollarıyla bacaklarının titremeye başladığını hissetti. Gözlerini sımsıkı yumdu, kendini zorlayıp kımıldamadan yatmaya, nefesini yavaşlatmaya ve karnının düzenli inip kalkışına odaklanmaya çalıştı. Üstünde sadece kısacık bir kombinezon vardı, ama üşümüyordu. Odanın ısısı tamı tamına rahat edeceği dereceye ayarlanmıştı. Ceza başka şekillerde veriliyordu: Yalnızlığın artırılmasıyla, tekdüzelikle ve en şiddetlisi de hem mecazi hem de asıl anlamıyla özyansıtmayla. Daha aynaları görmemişti ama bilincinin kıyısında parladıklarını, ne hale geldiğini göstermek için beklediklerini hissediyordu. Aynaların ardındaki kameraların varlığını, her bir göz kırpışını, kaslarının her kımıldanışını kaydettiklerini, kameraların ardındaki devlet görevlisi gardiyanları, doktorları ve teknik elemanları, evlerinde ayaklarını sehpalara uzatmış, ellerinde bira ya da gazoz şişeleriyle gözlerini ekrana dikmiş kendisini izleyen milyonlarca insanı da sezebiliyordu. İçinden, onlara hiçbir şey vermeyeceğim, diye geçirdi: Ne vaka çalışmaları için kanıtlar ya da istisnalar ne de merhametlerini ya da tiksintilerini uyandıracak tepkiler. Kalkıp oturacak, gözlerini açacak, görülecek ne varsa görecek ve sonra da sakince kendisini serbest bırakmalarını bekleyecekti. Otuz gün fazla uzun bir süre sayılmazdı. Derin bir nefes alıp doğruldu. Dört duvar aynalarla kaplıydı. Beyaz bir zeminle beyaz bir tavan, uyumak için beyaz bir platform, bir şilte, şeffaf bir duş ünitesi, beyaz bir lavaboyla beyaz bir tuvalet yansıyordu aynalardan. Ve bütün bu lekesiz beyazlığın ortasında duran parlak kırmızı kütle kendisiydi, Hannah Payne. Kıpkırmızı bir surat gördü - kendi suratını. Kıpkırmızı kollarla bacaklar - kendi kollarıyla bacakları. Üzerindeki giysi bile kırmızıydı, ama onun tonu bile cildi kadar yoğun bir kırmızı değildi. Top gibi kıvrılıp saklanmak, çığlık atmak, yumruklarını indirip aynaları parçalamak istedi. Ama bu dürtülerden birine bile uyamadan midesi kasıldı, şiddetli bir bulantı hissetti. Klozete koştu. İçinde safradan başka bir şey kalmayıncaya kadar kustu, terli yüzünü koluna dayayıp halsizce klozet yapağına yaslandı. Birkaç saniye sonra sifon kendiliğinden çekildi. Zaman geçti. Üç defa tekrarlanan bir sinyal sesi duyuldu ve karşı duvarda bir panel açıldı, bir yemek tepsisinin durduğu bir girinti meydana çıktı. Hannah zeminde yattığı yerde hiç kımıldamadı; bir şey yiyemeyecek kadar hastaydı. Panel kapandı ve o sinyal sesi bir daha, bu defa iki kez çaldı. Kısa bir gecikmenin ardından oda karardı. Hiçbir karanlık bu kadar hoş gelmemişti. Emekleyerek platforma çıkıp şiltenin üzerine yattı. Sonunda uykuya daldı. Rüyasında annesi, babası ve Becca ile birlikte Mustang Adası'ndaydı. Becca dokuz yaşındaydı, Hannah da yedi. Kumdan kale yapıyorlardı. Hannah hendek kazarken, Becca da kaleye şekil veriyordu. Parmaklarıyla kumda oluklar açıyor, etrafında döne döne kaleyi yükseltiyordu. Kazıp derine indikçe kum ıslaklaşıp sıkılaşıyor ve parmaklarını daldırması güçleşiyordu. Becca, "Bu kadar derinlik yeter" dedi ama Hannah ablasına aldırmayıp kazmaya devam etti. Aşağıda acilen bulması gereken bir şey vardı. Hareketleri giderek heyecanlı ve telaşlı bir hal aldı. Kum artık çok ıslak ve çok koyu renkliydi, parmakları yara olmuştu. Hendek dipten çıkan suyla dolmaya başladı, ellerinin üzerinden bileklerine çıktı. Burnuna pis bir koku geldi ve hendeğe dolan şeyin su değil kan, koyu renkli ve bayatlıktan yapışkanlaşmış kan olduğunu fark etti. Ellerini hendekten çekmeye çalıştı ama bir şeye takılmıştı - hayır, bir şey ellerini tutmuş aşağı çekiyordu. Kollan dirseklerine kadar gözden kayboldu. Haykırarak anne babasına seslendi ama plajda kendisiyle Becca'dan başka kimse kalmamıştı. Yüzü kumdan kaleye çarpıp kaleyi yıktı. Ablasına, "Yardım et" diye yalvardı ama Becca kımıldamadı. Kıpırdamadan durmuş, Hannah'nın aşağıya çekilmesini seyrediyordu. "Bebeği benim yerime öp" dedi. "De ki... " Hannah gerisini duyamadı. Kulakları kanla dolmuştu. Kalbi teklerken, uyanmaya başladı. Oda hâlâ karanlık, vücuduysa soğuk ve nemliydi. Kendi kendine, bu sadece ter, dedi. Kan değil, ter. Teri kururken titremeye başladı ve etrafındaki havanın dengeyi sağlamak için giderek ısındığını hissetti. Tam tekrar içi geçmek üzereydi ki o sinyal sesi iki kere çaldı. Işıklar yandı ve parlak ışık gözlerini kamaştırdı. Bir Kırmızı olarak ikinci günü başlamıştı. Tekrar dalmaya çalıştı ama beyaz ışık yakarak kapalı gözkapaklarının arasından, göz yuvalarından ta beynine işliyordu. Kolunu gözlerinin üstüne kapatsa da kafatasının içini tutuşturan yabancı, parlak bir güneş gibi hâlâ görebiliyordu ışığı. Kasıtlıydı bu, biliyordu. Işıklar, küçük bir yüzdenin haricinde, mahkûmların uyumasını engelliyordu. Serbest kaldıktan sonraki ilk bir ay içinde yüzde doksanı intihar ediyordu. Sayıların verdiği mesaj netti: Işıklara rağmen uyuyacak kadar bunalımdaysan, ölmüş sayılırdın. Hannah uyuyamıyordu. Rahatlasa mı, ümitsizliğe mi kapılsa, bilemedi. Yan tarafına döndü. Şiltenin içine yerleştirilmiş mikrobilgisayarları hissedemese de orada olduklarını, vücut ısısını, nabzını, kan basıncını, solunum oranını, beyaz hücrelerinin sayısını, serotonin düzeyini izlediklerini biliyordu. Mahrem bilgiler -ama Renkliler bölümünde mahremiyet yoktu. Tuvalete gitmesi gerekiyordu, ama kameraları düşündüğünden elinden geldiği kadar tuttu. "Kişisel hijyen eylemleri" sansürlenip kamu yayınına verilmiyorsa da gardiyanlarla editörlerin bu görüntüleri de izlediklerini biliyordu. Sonunda, artık dayanamaz hale gelince ayağa kalkıp çişini yaptı. İdrarı sarıydı. Az da olsa teselli ediciydi bu. Lavaboda bir bardakla bir de diş fırçası buldu. Dişlerini fırçalamak için ağzını açınca dilinin görüntüsüyle irkildi. Kırmızıya çalar bir mordu, ahududulu meybuz rengindeydi. Yalnızca gözleri değişmemişti, hâlâ akla çevrili siyahtı rengi. Deri renklendirme işleminin ilk dönemlerindeki gibi, virüs artık göz pigmentlerini değiştirmiyordu. Çok sayıda körlük vakası olmuş ve mahkemeler bunun zalimce ve olağan dışı bir ceza olduğuna hükmetmişti. Hannah o erken dönem donuk neon renkli bakışlı ve rahatsız edecek derecede ifadesiz yüzlü Renklilerin görüntülerini izlemişti. Hiç olmazsa kim olduğunu hatırlatacak gözleri hâlâ yerinde duruyordu: Hannah Elizabeth Payne, John ve Samantha'nın kızı. Rebecca'nın kız kardeşi. İsimsiz bir çocuğun katili. Acaba çocuk yaşasaydı, babasının hüzünlü kahverengi gözlerini, duyarlı ağzını, çıkık geniş alnını ve şeffaf cildini alır mıydı, merak etti. Cildi yapış yapıştı, vücudu da ekşi ekşi kokuyordu. Duş ünitesine gitti. Kapısındaki tabelayı okudu: İÇME SUYU DEĞİLDİR. İÇMEYİN. Hemen altında giysisini asmak için bir kanca vardı. Tam üzerindekini çıkarmaya başlamıştı ki izleyenleri hatırlayıp giyinik halde duş kabinine girdi. Kapısını kapadı ve su harika bir sıcaklıkta akmaya başladı. Sıvı sabunluğu kullanıp vücudunu elleriyle sert sert ovuşturdu. Kabinin duvarları buharlanıncaya kadar bekledikten sonra soyunup hızlı hızlı sabunlandı, suyun altında vücudunu duruladı. Şimdiye dek alışmış olması gerekse de her zamanki gibi koltukaltındaki tüylerin eline değmesi onu şaşırttı. Tutuklandığından beri jilet vermemişlerdi. Başta koltukaltlarmdaki ve bacaklarındaki tüyler uzayıp, o kısa sertlikten kurtulup da artık yumuşamaya başlayınca korkuya kapılmıştı. Şimdi böyle kadınca bir gururu düşünmek onu güldürdü, kapalı duş kabininin boşluğunda yüksek, çirkin bir ses çıkardı. O bir Kırmızıydı, kadınlığı önemsizdi. İlk defa bir kadın Renkli gördüğü zamanı hatırladı, anaokuluna gidiyordu. Şimdiki gibi o zaman da sayıları oldukça azdı ve büyük çoğunluğu işledikleri hafif suçlar için kısa süreli cezalar almış Sarılardan oluşuyordu. Hannah'nın gördüğü kadın bir Maviydi - çok daha nadir rastlanan bir durumdu bu, ama o zamanlar bunu anlayamayacak kadar küçüktü. Çocuk tacizcileri genellikle serbest bırakıldıktan sonra hayatta fazla kalamazlardı. Bazıları intihar eder, çoğuysa ortadan kayboluverirdi. Cesetleri bıçaklanmış, silahla vurulmuş ya da boğulmuş halde çöp varillerinde, nehirlerde bulunurdu. O gün Hannah ile babası karşıdan karşıya geçiyorlardı, nemli pastırma yazına rağmen uzun kapüşonlu bir paltoya sarınmış, eldiven takmış bir kadın da karşıdan geliyordu. Kadın yaklaşırken, babası Hannah'yı sertçe kendine doğru çekmiş ve bu ani hareket kadının eğik başını kaldırmasına neden olmuştu. Yüzü ürkütücü bir kobalt mavisiydi ama Hannah'nın dikkatini çeken kadının gözleriydi. Hiddetle delicileşmiş bazalt parçalarına benziyorlardı. Hannah büzülüp kadından kaçmış, kadınsa iğrenç, mor dişetlerine gömülü bembeyaz dişlerini göstererek gülümsemişti. Su freni devreye girdiğinde Hannah vücudunu iyice durulamamıştı. Kurutma tabancaları çalıştı ve üzerine sıcak hava verilmeye başladı. Hava kesilince temizlenmiş olmaktan dolayı kendini biraz daha iyi hissederek duştan çıktı. Sinyal sesi üç kere verildi ve yemek paneli açıldı. Hannah aldırmadı. Ama bir öğünü daha atlamasına izin verilmeyecekti belli ki, çünkü kısa bir sürenin ardından farklı bir tonda bir sinyal sesi daha geldi; bu seferki iğne kadar sivri, dayanılmaz bir tizlikteydi. Hızla duvardaki girintiye koşup tepsiyi çıkardı. Ses kesildi. Tepside biri benekli kahverengi, diğeri parlak yeşil iki besleyici bar ile bir bardak su ve bir de bej renkli iri bir hap vardı. Vitamine benziyordu, ama bilemezdi. Barları yiyip hapa dokunmadan tepsiyi girintiye koydu. Fakat tam arkasını dönmüşken o tiz ciyaklama yeniden başladı. Hapı alıp yuttu. Ses kesildi ve panel kapağı kapandı. Şimdi ne var? diye geçirdi içinden. Dikkatini kendi görüntüsünden başka bir yere çekecek bir şey, herhangi bir şey görmeyi dileyerek ümitsizlik içinde gözlerini hiçbir özelliği olmayan hücrede gezdirdi. Revirde, hapishane müdürü virüsü enjekte etmelerinden hemen önce ona bir Kitabı Mukaddes vermek istemişti, ama adamın o kasıntı, kendini beğenmiş tavrı ve aşağılayıcı ses tonu, kitabı almasına engel olmuştu. Hem adamın tavrı hem de kendi gururu "Sizden hiçbir şey istemiyorum" demeye sevk etmişti onu.
Description: