TAKDİM Yayınevimizin iftiharla takdim ettiği «Tarihin Şeref Levhaları», İslâm ümmetlerinin dışında, hiçbir milletin tarihinde görülmemiş, işitilmemiş, duyulmamış vak'alar manzumesidir ki, her birisi bir milleti ayakta tutmaya kâfi gelebilecek bir millî destan mahiyetindedir. «Garpta mitoloji» adı verilen efsane kahramanları, hayalî kahramanlar meydana getirme ihtiyacı, «Tarihin Şeref Levhaları»nda görüleceği gibi, bizde İslâm tarihinde fiilen yaşanmış ve gayri müslim-lerin hayallerinin bile ulaşamadığı noktalara İslâm mücahitleri her istedikleri zaman varabilmişlerdir. Ne yazık ki, yarım asırdan beri bizi mazimizden koparma gayretleri, köksüz bir millet, tarihsiz bir nesil meydana getirme plânları mazimizi örten, müstesna kahramanlarımızı unutturan kesif bir cehalet sisi halinde karşımıza çıkmış; genç nesil ne muhteşem bir mazinin mirasçısı, ne muazzez bir neslin takipçisi olduğunu unutmuştur. «Tarihin Şeref Levhaları»nı okurken, göreceksiniz ki, İslâm. bir dünya nizamı olarak Peygamberimiz Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam vasıtasiyle vaz'edildikten, ilâhi hakikat güneşi Arabistan kum çöllerinden fışkırıp bütün bir insanlık âlemini cehalet karanlığından kurtardıktan sonra tarih; tarih olabilmiş, hakiki kahramanlar zaman içeri¬sinde mevkiini almış, vahşetalûd sahralarda irtikâb edilen cinayetler yerini emniyet ve adalete terk etmiş; en katı kalbler, en kirli vicdanlar, en paslı sineler nura, huzura, aydınlığa yo! Bulabilmişlerdi. *** Tarihin Şeref Levhalarını okurken heyecanınıza hâkim olamayacaksınız, gözyaşlarınızı tutamayacaksınız, sevincinizden kabınıza sığamaz hale gelecek ve İslâm olmakla ne büyük saadete kavuşmuş olduğunuzu anlayacak, Rabb-ı Rahim'e hamd-ü senalar etmekten bir an dahi fariğ olamayacaksınız. Elinizde bulundurduğunuz şu kitap, kısa zamanda dördüncü baskısını yapmıştır. Ahmet Şahin Hoca'nın üç yıldan beri yüzlerce cilt kitap karıştırarak tesbit ettiği menkıbelerden teşekkül etmiştir. Büyük İslâm Tarihi içerisinde bu menkıbeler muhakkak ki binlerce, onbinlercedir. İnşaallah bu eser Ahmet Şahin Hocamızın bu yoldaki çalışmasına bir mukaddime teşkil eder de, tarihin hakikaten şeref levhası haline gelen diğer hâdiseleri ve menkıbeleri de cildler halinde siz muhterem okuyucularımıza takdim etme imkânına ve şerefine kavuş¬muş oluruz. Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun. YENİ ASYA YAYINEVİ BİR ŞEHİD UDAL kabilesi ileri gelenleri Resûlullah'a müracaat ederek Müslüman olmayı arzu ettiklerini, fakat kabilelerinde İslâmiyeti öğretecek kimsenin bulunmadığından, aşiret mensuplarının putlara tapmakta olduklarını ifade ile kendilerine vaiz gönderilmesini istediler. Resûlullah da bu müracaatı kabul ederek Udal kabilesine Ashabın en seçkinlerinden bir mücahit grubunu gön¬derdi. Onların vazifesi sadece Kur'an okuyup, İslâmiyet! Anlatmaktan ibaret olduğundan, yanlarına kılıç-kalkan gibi harp malzemesi almamışlardı. Fakat Mekke kâfirleri o güne kadar mertçe yapılan meydan savaşlarında bir hayli küfür yoldaşlarını kaybettiklerinden, işi kalleşliğe dökmüşler; kendilerine Kur'an okutmak için gelen bu masum insanları birer birer kılıçtan geçirmek gibi bir zillete düşmüşlerdi. İşte bu masum mücahit grubun içinde Hubeyb ile Zeyd bin Sabit de vardı. Müşrikler onlara dokunmadılar; çünkü İslâmın bu iki kılına, daha evvelki harplerde müşriklerin birçok küfür arkadaşlarını er meydanına çağırarak, onlara lâyık oldukları dersi vermiş ve canlarını cehenneme yuvarlamışlardı. Onun için bu iki zatı götürüp hapsetmeyi tercih ettiler; ta ki biriken intikamlarını, bütün müşriklerin iştirakleri ile ve büyük bir vahşetle alsınlar. Hapsedildiği Hüceyr'in evinde gününü beklemekte olan Hubeyb'de hiç bir korku ve telâş eseri görülmeyişi müşriklerin dikkatinden kaçmıyordu. Devamlı namaz kılan Hubeyb'den bu kadar telâşsızlığının sebebini sordular; o şöyle cevap verdi: — Bu iman davası kadar azametli bir dava yeryüzüne bir daha gelmeyecek ve bu dava uğruna ölenlerin şerefine denk bir şeref, daha dünyada vücut bulmayacaktır. Telâşa bunun için sebep yoktur. Arkadaşı Zeyd'e Hubeyb'in nasihati şuydu: «— Sakın üzülme; eğer müşrikler bizi öldürürlerse, bu ALLAH’IN rızasına ve bütün müminlerin duasına mazhar olacağımıza işarettir. Çünkü bundan sonra gelecek olan İslâm mücahitleri bizi örnek alırlar ve sırası gelince İslam’a hizmet yolunda fedayı cân etmenin dahi gerektiğini onlar da idrak etmiş olurlar.» Nihayet beklenen gün gelip çatmıştı. Hubeyb'i görmek için toplanan müşrikler ona, Peygamberi inkâr ederse kurtulacağını söylemişlerdi. Hubeyb, müşriklere istihza ile bakmış ve: «—Ölümlerin en fecisini mi teklif ediyorsunuz? Ben iman ettim; iman nedir, biliyor musunuz?» demişti. Yıllardır küfür ve dalâlet bataklığı içinde yuvarlanan böylesi inatçı kâfirler İman’ın ne demek olduğunu nere¬den bileceklerdi? O'nu, Ten'im denilen kumlu bir çöle götürdüler ve asacakları ağacın yanında - isteği üzerine - iki rekât namaz kılmasına müsaade ettiler. Sonraları idam mahkûmlarının kılmayı âdet ettikleri bu namazı tamamladıktan sonra Hubeyb, müşriklere şunları söylüyordu: «— Eğer ölümden korktu da namazı uzattı, diyecek olmasaydınız, şu namazı daha çok uzatmayı arzu ederdim; fakat iman edenin nazarında ölümün korkulacak bir şey olmadığını size göstermek için kısa kesmek mecburiyetinde kaldım.» Darağacına çıktığı zaman; «intikam, intikam!..» diye bağrışan elleri sopalı gözleri kanlı müşriklere karşı: «— Lestü übali» diye başlayan konuşmasında da şöyle diyordu: «— Bu katlim iman ve İslâm davası için değil mi? O halde, asla müteessir değilim, İslâm'a bir değil, bin Hubeyb feda olsun» Ve sonra ilâve etti: «— Ya Rab, mertçe karşımıza çıkmayıp da bizi kalleşçe arkamızdan vuran şu elleri baltalı, gözleri kanlı güruhu, kalleşliklerinden dolayı kahreyle.» Bu sırada kin ve gayzları son hadde çıkmış olan müşrikler, ellerindeki kargı ve sopalarla Hubeyb'in üzerine yürüdüler. Vücuduna inen her darbeye karşı: «— İlâhi görüyorsun ya, canımı fedâ ediyorum, ama imânımı asla! Resulüne selâmımı tebliğ eyle ve O'na karşı olan muhabbet ve îmânımın asla sarsılmadığından O'nu haberdar kıl...» diye niyazda bulundu. O sırada mescidinde bulunan Resûlullah: «— Ve aleykesselâm yâ Hubeyb» diyordu. Ashabının «ne var» diye sormaları üzerine de: «— Müşrikler onu şehîd ettiler, fakat hakikaten o kazandı» diyerek vak'ayı olduğu gibi Ashab'ına anlatıyordu. (Radiyallahu anhüm ecmaîn.) *** KUSURLU VALİ HAZRET-İ Ömer (RA.) Hımıs ileri gelenlerine gönderdiği bir mektubunda, muhitlerinde bulunan fakirleri tespit ederek kendisine bildirmelerini istedi. Hımıs'lılar da Şam civarında bulunan yoksulları bir liste halinde yazarak Halife'ye bildirdiler. Hazret-i Ömer (R. A.} listeyi açıp da bakınca, başta, Hâkim olarak gönderdiği Sa'd bin Âmir'in adının yazılı olduğunu gördü ve listeyi getirenlere sordu. Onlar da: «— Hâkimimiz fakirdir, devamlı olarak (Rüşveti alan da veren de ateştedir.) Mealindeki Hadisi okur ve en küçük bir hediyemizi dahi kabul etmez.» dediler. Bu haberi tebessümle karşılayan Hazret-i Ömer (R.A.) tekrar Hımıs'lılara sordu:
Description: