ebook img

Sislerin Vampiri - Christie Golden PDF

421 Pages·2000·1.49 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Sislerin Vampiri - Christie Golden

RAVENLOFT Sislerin Vampiri Christie Golden Yapıtın Özgün Adı: Vampire of the Mists İlk Basımı: A.B.D., TSR Inc. 1991 ©1991 TSR Inc. ® 2000 Ankira Yayıncılık & Arka Bahçe Ltd. Birinci Baskı: Eylül 2000 Ankira Yayıncılık Öyle biri düşünün ki ölümle karşılaştığında gülümseyebilsin ve koca koca şehirlerin halklarını mahveden hastalıkları ortasında gelişip güçlenebilsin. Ah, böyleleri Şeytanın değil de Tanrının hizmetinde olsaydı dünyamız için ne güçlü bir iyilik kaynağı olurdu. Bram Stoker, Dracula Giriş Batan güneşin son ışıkları, mabedin vitraylı pencerelerinden süzülerek, taş zeminde solan ışık havuzları oluşturuyordu. Bunun dışındaki tek ışık, sunağın üzerinde duran küçük bir ocaktan geliyordu. Barovia'nın En Yüce Rahibi, hava iyice kararıp, yaşlı gözleri seçemez hale gelene dek işiyle uğraşmaya devam etti. Sonunda, zorunlu kesintiden rahatsızlık duyarak tılsımı bir süreliğine kenara koydu ve devam etmesine yetecek kadar mum yaktı. Mumların sıcak ışıltısı sunağı aydınlattı, ancak mabedin geri kalanı hala gölgeler içindeydi. Ahşap sunak artık kutsal semboller ve törenler için bir yer olmaktan çıkmış, bir atölye masasına dönüşmüştü. Üzeri ince metal işlemesi için gerekli aletlerle doluydu: küçük çekiçler, pürüzsüz yüzeyli bir mücevherci örsü, maşalar ve kalıp için balmumu. Beyaz saçlı rahip son mumu da yakıp yine tılsımın başına döndü. Tılsım zorlu bir efendiydi. Tamamlanmak için ısrar eden hüzünlü çağrısı, rahibin kafasının içinde yankılanıyordu. En Yüce Rahip, haftalardır, ateşli bir yoğunlukla bu tılsımı yapmaya uğraşıyordu. Hatta, son birkaç gündür hiç dinlenmeden çalışmıştı. Yine de yorgun değildi. Güç damarlarından akıp, eğitilmemiş, hantal parmaklarına yol gösterir gibiydi. Tılsım kendi kendisini yapıyordu. Rahibin boğumlu parmakları sadece onun kullandığı aletlerdi. Adamın ruhunun bir parçası suçluluk duyuyordu. Korkmuş bir halkın rahibi ve rahatlatıcısı olarak görevlerini ihmal ediyordu. Goblin saldırılarının şiddeti her geçen gün artıyordu. Ancak En Yüce Rahip, artan sayıdaki ölülerin son törenlerini yaptırması için yardımcısını göndermişti. Tılsımın sesi, çok daha önemli bir görev üstlendiğini söyleyerek onu rahatlatmaktaydı. Diyordu ki, yapmakta olduğu şey sıradan bir mücevher değildi. Tılsım bu hüzünlü dünyanın, benzerini hiç görmediği türden bir silahtı. Savaşmak için yapıldığı düşman, goblinlerden çok daha kötüydü—karanlığı henüz Barovia'nın üzerine çökmemiş bir düşman. En Yüce Rahip durakladı, heyecandan elleri titriyordu. Kanlanmış gözlerini sildi ve tekrar işe koyuldu. Kafasının içindeki talimatlara uyarak iki eski şeyi birleştirmiş; bu yeni şeyi oluşturmuştu. Kristal toprağın bir armağanıydı. Kuvarsı içine yerleştirdiği platin de onun gibi kadimdi. Parmakları değerli metale şiddet değil, sevgi rünleri işlemişti. Levha parlayan bir güneş şeklindeydi ve taş ortasına yerleştirildiğinde tıpkı minyatür bir güneş gibi ışık ve güzellikle parlamıştı. Yaşlı rahip dikkatle son rünü işledi. Gözlerindeki teri sildi ve emeğinin ürününe baktı. Yapması gereken bir şey daha kalmıştı. Platin madalyonu boynuna geçirdi ve görünmemesi için cübbesinin içine soktu. Eliyle kesesini yokladı. Birkaç gün önce yazdığı mektup hala yerindeydi. Hafifçe gülümsedi. Esrarengiz güç bir kez daha içine doldu ve hızla kalenin meşaleyle aydınlatılmış koridorlarından aşağıya, kendisinden çok daha genç birinin emin ve hızlı adımlarıyla ilerlemeye başladı. Efendinin uşaklarından biri, rahibin mabedin kapılarını iki yana savurarak çıktığını duymuştu. Uşak, yaşlı adamın adımlarına yetişmeye çalışarak sordu. "Şimdi ne olacak, Kutsal Efendim?" "Bir at," dedi En Yüce Rahip kısaca, adama bakmaya bile gerek duymadan. Genç adam, sessizce rahibin isteğini yerine getirmek üzere uzaklaştı. Kalenin efendisi savaşa gitmeden önce uşaklarına 'Kutsal Efendi'nin her isteğine itaat edilmesini emretmişti. Uşak ayağına çabuk mu çabuktu. Yine de rahip, seyis çocuk atını getirene kadar birkaç dakikayı, kalenin taştan oyulmuş güzel kapılarının önünde huzursuzca ileri geri yürüyerek geçirdi. En Yüce Rahip atın üzerine sıçrayarak bindi ve bineğinin başını sertçe döndürerek gürültüyle avludan dışarı çıktı. Kutsal görevini tamamlamak için Çember'e gidiyordu. Rahip ve at, Eski Svalich yolundan aşağı dörtnala ilerlerken gece bir sis perdesiyle örtünüyordu. Uçuşan çamur parçacıkları atın ve binicinin üzerini lekeliyordu ancak yolcu bunu umursamaz gibiydi. Tılsımın acele ettirmesiyle hayvanı daha da hızlandırdı. Sabırsızlıkla yoldan ayrılarak Svalich ormanına daldı. Bildiği kestirme bir yol yoktu ancak tılsım biliyordu. Sonunda hedefine ulaştı. Barovia kasabasının sınırlarının hemen dışında, büyük taşların oluşturduğu bir çember. Aynı anda attan inmeye, tılsımı çıkartmaya ve çemberin merkezine koşmaya çalıştı ancak tüm yapabildiği uzun cübbesinin eteklerini ayağına dolaştırarak yere düşmek oldu. Bu yaşlı bedenden bu kadar, diye acı acı düşündü, ayağa kalkarken. Taş çemberinin ortasındaki geniş düz bir taşın yanına çökerek, tılsımı saygıyla üzerine bıraktı. Son kutsama, diye düşündü, ve her şey tamam olacak... Genç rahiplerden biri, onu ertesi sabah aynı noktada buldu. En Yüce Rahibin yüzü huzur doluydu ve ölüm tarafından lekelenmemişti. Gri dudakları hafif, tatlı bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Bir elinde parlayan güneş madalyonunu tutuyordu. Diğerindeyse bir not. Gözleri yaşlarla dolan genç adam, rahibin yazdığı son sözleri okumak için birkaç kez gözlerini silmek zorunda kaldı: İşte Tanrıların bu topraklara armağanı. Onu saygıyla ve iyi kullanın. Fakat bu sırrı sadece rahipten rahibe geçirin. Kuzgun ailesi gelecek ve bu onların kutsal sembolü olacak. Gücü güneşin gücünden gelmektedir: ışık ve sıcaklık. Bu hüzünlü diyarların üzerine düşecek olan Gölge'yi kaldırmak için son umuttur. Bir Evermeet'den gelmiş olan Kraliçe'nin Gururu, Waterdeep limanının koyu renkli sularında ağır ağır salınıyordu. Hafif bir akşam esintisi, katamaranın halatlarının, gecenin bu geç saatinin göreceli sessizliğinde gürültülü bir şekilde gemiye çarpmalarına neden oluyordu. Rüzgar hızını arttırdı ve geminin flaması güçlü bir şekilde dalgalanmaya başladı. Flamada koyu mavi, yıldızlı bir gökyüzü üzerinde altın bir ağaç imgesi vardı. Uzaklardan, şamandıraların dostane uyarı çanları duyuluyordu. Soğuk nemli havada, ağır bir deniz ve balık kokusu asılıydı. Dar bir ara sokaktan, yalnız bir siluet, katamarana özlemle bakmaktaydı. Selûne'un[1] ışığında altın elfin cildi ve saçları incimsi bir beyaza dönüşüyor, eskimiş mavi gömleği de pelerininin ve pantolonunun grisiyle aynı renk görünüyordu. Gömleğindeki rengi solmuş gümüş düğmeler, hala ay ışığının yumuşak ışıltısını yansıtmaktaydı. Jander Sunstar ırkına göre uzundu. Neredeyse 1.75 boyundaydı. İnce yapılıydı. Normalde temiz ve keskin olan yüz hatları şu anda hissettiği acıyla yumuşamıştı. Uzun altın saçlarının arasından zarif elf kulaklarının sivri uçları seçilebiliyordu. Rıhtımın sudan şişmiş tahtaları üzerinde hiç ses çıkartmayan botları dizlerinin altına kadar geliyordu. Sol kalçasında basit bir hançer, kınında asılı duruyordu. Jander'in gümüş rengi gözleri hüzünle doluydu. Anayurdundan gelen bir gemi görmeyeli birkaç on-yıl geçmişti. Muhteşem Evermeet, güzellik ve uyumun ülkesi. Bir daha asla orayı göremeyecekti. Meraklı gözlerden gizlenmek için, uzun, ince parmaklarıyla öne çektiği pelerinine iyice sarındı. Elf, buna daha fazla dayanamayacaktı. Sessizce arkasını dönerek rıhtımdan uzaklaştı ve insanların Waterdeep dediği şehrin kalbine doğru ilerlemeye başladı. Bu şehir de bir süre için onun evi olmuştu. Macera tutkusu onu felaketine çekmeden önce. Jander, kendisi için artık fazla kalabalık olmaya başlayan şehre nadiren geliyordu. Şehrin hemen dışında, hala güzel ağaçlar ve biraz sessizlik bulmanın mümkün olduğu, ufak bir mağarada yaşamaktaydı. Orada Jander, içinden gelen elflere özgü doğa ve güzellik sevgisini, geceleri açan çiçeklerden oluşan küçük bir bahçe oluşturarak besliyordu. Fakat bu gece elfin Rıhtım Bölgesi'ne gelmesine neden olan büyük bir gereksinimdi. Tam bir sessizlik içinde ölümcül bir amaçla yürüyor, gri botları kaldırım taşlarının üzerinde en ufak bir gürültü bile çıkartmıyordu. Jander, meyhaneleri, dükkanları ve depoları önemsemeden geçti. Şehirdeki en berbat yere gidiyordu. Toril'deki en talihsiz ruhların anlamsız yaşamlarını, pislik ve acı içerisinde geçirdikleri yere. Keskin hatları açlıktan belirginleşmiş elf, gri pelerini arkasından uçuşarak bir köşeyi döndü. Waterdeep'te para hemen her şeyin çaresini satın alabilirdi. Yaralarınız için bir şifacı, iyi şans için bir büyücü bulmak her zaman mümkündü. Ancak bazen, tanrılar rahiplerinin dualarını dinlemezlerdi. Ve bazen, büyüler istenildiği gibi gitmeyebilir ve korkunç sonuçlara sebep olurlardı. Bir zamanlar, zihinsel hastalıkları sihirle tedavi edilemeyenler mahzenlere kapatılır veya öylece sokaklara salıverilirlerdi. Hatta özellikle acımasız olan bazı kişiler, sorun olan deli yakınlarının 'kaybolmalarını' bile ayarlarlardı. Oysa bugün, yani uygar 1072 yılında, iyileştirilemeyecek durumda olan deliler için bir yer vardı. Taş ve ahşaptan yapılma binaya yaklaşırken Jander yüzünü buruşturdu. Hassas kulakları içeriden gelen korkunç gürültüden dışarıdayken bile rahatsız oluyordu. Tımarhaneler, hayaletli şatolardan bile daha korkunç yerler diye düşündü. Ne de olsa burada lanetlenmiş olanların iniltilerini gerçekten de duymak mümkündü. Buraya beslenmek için gelmekten hoşlanmıyordu ve bunu sadece birkaç yılda bir yapıyordu. Korkunç susuzluğu artık hayvan kanıyla yatıştırılamayacak hale geldiği zaman. İçerde karşılaşacağı manzaraya kendisini hazırlayarak kapıya doğru yürüdü. Tımarhanede iki ana koğuş vardı, biri erkekler, diğeri kadınlar için. Diğer küçük koğuşlar ise ana koğuşlarda kalamayacak kadar şiddete eğilimli olanlara ya da cinsiyeti ayırt edilemeyecek kadar kötü durumdaki zavallılara ayrılmıştı. Prensip olarak Jander asla tekli koğuşlara girmezdi. Bir vampir olabilirdi, ancak acı ve çirkinliğe tahammülü de bir yere kadardı. Başlangıçta sadece kadınlar koğuşunun kapısındaki çatlaklardan içeri sızan bir sisten ibaretti. Sis yavaşça çeşitli renklere büründü -mavi, altın ve gümüş rengi. Sonra, şekilsiz sisin bulunduğu yerde pek çok kişinin bir melekle karıştırabileceği bir varlık belirdi. Hastaların yetişemeyeceği yükseklikte duran meşaleler ortalığı iyice aydınlatıyordu. Delilerin çoğu karanlıktan çok korktuğu için bu zorunluydu. Yer, saman ve talaşla kaplanmıştı. Odalarda klozetler vardı, ancak tımarhane sakinlerinin pek azı bunları kullanmaktaydı. Birkaç haftada bir, şehir görevlileri hastaları çıkartıp tüm koğuşları kovalar dolusu suyla yıkıyorlardı ancak bu, içerinin pisliğini temizlemek için pek yetersiz kalıyordu. Jander bir kedi zarafetiyle, kendisine deli kadınlar arasında yol açarak ilerlemeye başladı. Başını sağa sola çevirerek gümüş gözleriyle ortalığı tarıyordu. Delilerin bazıları, yaklaştığı zaman kaçışarak, iniltiler içinde, köşelerde bir araya toplanıyorlardı. Diğerleri ona aldırmıyordu. Hatta bazıları ona sırnaşıyordu bile. Kendisini bunlardan nazikçe kurtararak ilerlemeye devam etti.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.