ebook img

Silo - Hugh Howey PDF

639 Pages·2014·2.14 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Silo - Hugh Howey

HUGH HOWEY SİLO WOOL İngilizce’den Çeviren: Mehmet Rasim Emirosmanoğlu Gökhan Sarı Hugh Howey, Molly Fyde ve Wool gibi serilerin ödüllü yazarıdır. 2011 yılında, Amazon'un doğrudan yayıncılık sistemiyle İnternet üzerinden e-kitap olarak yayımladığı Wool adlı novella kısa sürede bir fenomen haline dönüşüp, Amazon’daki on binlerce romanı sollamış ve çok satanlar listesinin zirvesine yerleşmiştir. Howey, Wool'un bu beklenmedik başarısının ardından, serinin devamı dört kısa kitap daha yazmış ve altı aylık bir sürede bu beş kitabın birleşiminden oluşan tek kitaplık Wool Omnibus Edition baskısını yayımlamıştır. Howey, çok geçmeden seriye Shift ve Dust adlarında iki devam kitabı daha ekleyerek seriyi bir üçlemeye dönüştürüp nokta koymuştur. İlk kitabını Silo adıyla yayımlamayı uygun gördüğümüz Wool Serisi yayımlandığı günden bu yana dünyada kırka yakın dile çevrilmiştir. Sinema haklarını Ridley Scott’ın elinde bulundurduğu bu üçlemenin devam kitapları da yine MonoKL Edebiyat tarafından yayıma hazırlanmaktadır. Birinci Bölüm HOLSTON Holston, ölümüne giden yolda basamakları bir bir tırmanırken, çocuklar En-Tepe’de habersizce oyun oynamaya devam ediyorlardı; sadece mutlu çocukların yapabileceği bir biçimde bağrıştıklarını duyabiliyordu. Onlar hemen yukarısında deliler gibi tepinirken usul usul çıktı basamakları Holston. Sarmal merdiveni düzenli ve hantal adımlarla tırmanırken eskimiş botları metal basamakları çınlatıyordu. Tıpkı babasından kalan botları gibi basamaklar da aşınmışlık izleri sergiliyordu. Boyalar genellikle köşelerine ve alt yüzeylerine, yani daha az temas gören yerlerine küçük parçalar halinde tutunabilmişti. Merdivenin başka bir yerindeki trafik, titreşen küçük toz bulutlarının kalkmasına sebep oldu. Holston, aşınmaktan parıldayan metal tırabzanlardaki titreşimleri hissedebiliyordu. Yüzlerce yıl boyunca tırabzana temas eden çıplak ellerin ve basamakları tırmanan ayakların katı çeliği böylesine kolayca aşındırabilmesi onu her zaman şaşırtmıştı. Her defasında tek bir molekül aşınıyordur herhalde, diye düşündü. Hatta her yaşam bir katmanı aşındırıyordu belki; eş-zamanlı olarak silo da o yaşamları aşındırırken tabii. Her bir basamak üstünden geçmiş nesillerce peyderpey yamultulmuş, köşeleri tıpkı somurtan bir dudak gibi aşağı doğru bükülmüştü. Bir zamanlar basamaklara daha iyi bir tutuş sağlayan karo biçimindeki ufak kabartılardan neredeyse eser kalmamıştı. Eksiklikleri sadece sacın her iki yanındaki motiflerden, yani düz çelikten yükselen, üzerlerinde boya kırıntıları ile kıvrık kenarlar bulunan piramidimsi küçük tümseklerden anlaşılabiliyordu. Holston eski botlarından birini eski bir basamağa doğru kaldırdı, bastı ve bu hareketini yineledi. Sayısız yılların yaptıklarına, yaşamlara ve moleküllerin aşınmasına, kat kat ince toz tabakalarına dair derin düşüncelere daldı. Ve kim bilir kaçıncı kez ne yaşamın ne de merdivenlerin böyle bir varoluş için yaratıldığını düşündü. Toprağa gömülmüş silo boyunca tıpkı bir bardağın içine konmuş bir kamış misali ilerleyen bu uzun sarmalın dar sınırları böylesine bir kötüye kullanım için inşa edilmemişti. Silindir biçimindeki evlerinin çoğu gibi o da başka amaçlar, uzun zaman önce unutulmuş işlevler için inşa edilmiş gibi görünüyordu. Şimdilerde günde binlerce insanın günlük işlerini halletmek amacıyla bir yukarı bir aşağı tırmandığı bu merdiven Holston'a kalsa sadece acil durumlarda ve belki de yalnızca birkaç düzine insan tarafından kullanılmalıydı. Bir katı daha geride bıraktı, pasta dilimi biçimindeki yatakhaneler bölümüydü bu. Holston geriye kalan birkaç katı hayatında son defa tırmanırken yukarıdan gelen, çocuklara özgü mutluluk seslerinin şiddeti arttı. Gençliğin, yaşadıkları yerin zorluklarıyla henüz yüzleşmemiş ruhların, toprağın dört bir yandan yaptığı baskıyı henüz hissetmeyenlerin, zihinlerinde tamamen gömülmemiş olanların, yani hâlâ yaşayan kişilerin kahkahasıydı bu. Hayat dolu ve henüz yıpranmamış neşeli sesler merdivenlerden aşağı yağarken yarattıkları titreşimler Holston'ın dışarıya çıkma konusundaki eylemlerine, kararına ve azmine aykırı düşüyordu. Son kata ulaşmasına ramak kala seslerden biri diğerlerini bastırdı ve Holston siloda bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu, tüm o eğitimleri ve oyunları anımsadı. O zamanlar bu boğucu beton silindir pek çok katta yer alan daireleri, atölyeleri, hidrofonik bahçeleri1 ve karmakarışık boruları olan arıtma odalarıyla uçsuz bucaksız bir evren, tamamını asla keşfedemeyeceği kadar geniş bir alan, arkadaşlarıyla sonsuza kadar kaybolabileceği bir labirent gibi görünürdü gözüne. Ancak o günlerin üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Holston’ın çocukluğu ona iki ya da üç ömür uzaklıkta gibiydi artık; bütün o mutlu hatıraları başka birileri yaşamıştı sanki. O değil. Geçmişini bloke etmiş, bütün hayatını şerif rütbesinin ağırlığı altında geçirmişti. Son zamanlardaysa hayatının üçüncü evresini yaşıyordu - çocukluğun ve şerif olmanın ötesinde, gizli bir hayat. Bu, toza dönüşmeden önceki son katmanıydı; hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şey için üç yıl boyunca sessizce beklemişti; bekleyişinin her bir günü, mutlu günlerinin bir ayına bedeldi. Sarmal merdivenin doruğunda Holston'ın tırabzanı tutan eli boşa çıktı. Aşınmış ve eğimli çelik parmaklık sona ererken, basamaklar da tüm silo tesisinin en geniş iki bölümüne, yani kafeteryaya ve bitişiğindeki salona doğru boşaldı. Artık coşkulu bağrışmaların kaynağıyla aynı kattaydı. Ok gibi koşturan neşeli şekiller, etrafa saçılmış sandalyelerin arasında zikzaklar çizip kovalamaca oynuyorlardı. Bir avuç yetişkinse bu kaos ortamını kontrol altına almaya çabalıyordu. Donna’nın lekeli fayansların üzerine saçılmış tebeşirleri ve pastel boyaları topladığını gördü Holston. Kocası Clarke ise meyve suyu bardaklarının ve mısır unundan kurabiyelerin bulunduğu kâselerin kapladığı bir masanın arkasında oturuyordu. Clarke odanın öbür ucundan Holston’a el salladı. Holston karşılık vermeye yeltenmedi, bunun için ne gücü vardı ne de isteği. Bakışları yetişkinleri ve oyun oynayan çocukları geçip projektörler vasıtasıyla kafeterya duvarına yansıtılan bulanık görüntüye kaydı. Yaşama elverişsiz dünyalarının en geniş ve kesintisiz manzarasıydı bu. Bir sabah manzarası. Şafak vaktinin loş ışığı Holston'ın çocukluğundan bu yana neredeyse hiçbir değişiklik göstermemiş cansız tepelerin üzerini kaplıyordu. Holston kafeterya masalarının arasında kovalamaca oynamayı bırakıp şimdi olduğu içi boş kişiye dönüşene dek geçen süre boyunca o tepeler daima aynı yerde olmuşlardı. Zirvelerinin görkemli kıvrımlarının ötesinde, tanıdık ve çürümüş bir şehrin ufuktaki silüeti sabah ışıklarının cılız ışıltısını yakaladı. Bir zamanlar toprağın üzerinde yaşamak için insanlar tarafından kullanıldıkları rivayet edilen bu kadim cam ve çelik kalıntıları uzakta öylece durmaktaydı. Grubun arasından kuyrukluyıldız misali fırlayan bir çocuk Holston'ın dizlerine tosladı. Başını eğen adam Susan'ın oğlu olduğunu bildiği ufaklığa dokunmak için uzandı, fakat çocuk tekrar bir kuyrukluyıldız gibi fırladı ve bir kez daha diğerlerinin yörüngesine oturdu. Holston'ın aklına aniden Allison’ın öldüğü yıl kazandıkları çekiliş geldi. Bileti hâlâ saklıyor, gittiği her yere yanında götürüyordu. Bu çocuklardan biri onların olabilirdi, belki kız belki erkek. .. Hatta şimdiye dek iki yaşına basar ve yaşça ondan büyük çocukların arkasından emekleyerek gidebilirdi. Diğer bütün ebeveynler gibi onlar da ikiz hayalleri kurmuşlardı. Denemişlerdi de elbette. Allison’ın implantı çıkarıldıktan sonra üst üste görkemli geceler geçirmiş ve biletin karşılığını almaya çalışmışlardı. Çocuklu çiftler onlara şans dilerken ikramiye bekleyen diğer çiftlerse verimsiz bir yıl geçirmeleri için sessizce dualar etmişlerdi. Yalnızca bir yıllarının olduğunu bildiklerinden Allison ile birlikte batıl inançları da hayatlarına davet etmişler, bu uğurda yardımcı olabilecek her şeyi denemişlerdi. Doğurganlığı artırdığı rivayet edildiği için yatağın üstüne sarımsak asmak gibi numaralar, ikiz çocuk sahibi olabilmek için döşeğin altına iki tane jeton koymak, Allison’ın saçına pembe kurdele takması, Holston’ın gözlerinin altına mavi boya sürmesi gibi tamamı saçma, ümitsiz ve eğlenceli birtakım tertiplerdi bunlar. Ancak bunlardan daha da delice bir şey varsa o da her şeyi denememek, test edilmemiş herhangi bir aptalca seansı ya da rivayeti atlamak olurdu. Ama beklenen bir türlü gerçekleşmemişti. Daha onlara tanınan bir yıllık süre sona ermeden ikramiye başka bir çifte devretmişti. Her şeyi denemedikleri için değil, yeterince zamanları olmadığından dolayı. Ani bir eş eksikliğinden dolayı... Holston oyunları ve bulanık manzarayı arkasında bırakıp kafeterya ile silonun basınç odası arasında kalan ofisine doğru yürüdü. Yürürken kafası bir zamanlar orada yaşanmış bir boğuşmaya gitti; son üç senedir her gün yüzleşmek zorunda kaldığı hayaletlerin boğuşmalarına. Ve eğer arkasına dönüp duvardaki o devasa görüntüyü araştırırsa, gözlerini kısıp günbegün daha da kötüleşen bulanık ve dalgalı kamera lenslerinin ötesini, havada asılı duran pislik birikintisinin ardını görmeye çalışırsa, çamursu kum tepeciğinin üzerinden geçip ardındaki şehre doğru uzanan siyah kıvrımı gözleriyle dikkatlice takip ederse eşinin suspus bedenini seçebileceğini biliyordu. Orada, o tepede, eşini görebilirdiniz. Uykuya dalmış büyük bir kaya parçası gibi boylu boyunca yatıyordu, kolları başının altındaydı, hava ve toksinlere teslimdi bedeni. Belki. Görüntü bulanıklaşmaya başlamadan önce bile görmek zor, şekilleri birbirinden ayırt etmek güçtü. Hem zaten bu görüntüye de pek güven olmazdı. Hatta kuşkulanılacak yanı daha çoktu. Bu yüzden bakmamayı tercih etti Holston. Eşinin bir hayalet gibi çırpınmış olduğu, kötü hatıraların toplandığı, kadının cinnet anına sahne olmuş o yerden geçip ofisine girdi. “Ooo, bakın erkenden kimler gelmiş?” dedi Marnes, gülümseyerek. Holston’ın yardımcısı dosya dolabının metal çekmecelerinden birini kaparken eskimiş mafsallardan cansız bir çığlık yükseldi. Dumanı tüten bir kahve fincanını eline aldıktan sonra Holston’ın ciddi tavırlarını fark etti. “İyisin ya şef?” Holston başıyla onayladı. Parmağıyla masanın ardındaki anahtar askısını işaret etti. “Nezarethane,” dedi. Şerif Yardımcısı'nın yüzündeki gülümseme yerini şaşkın bir kaş çatışa bıraktı. Kupayı bırakıp anahtara uzanmak üzere arkasını döndü. Marnes’ın sırtı dönükken Holston avucunun içindeki keskin uçlu, soğuk metali son bir defa okşadı ve yıldız biçimindeki şerif rozetini masanın üzerine düz bir biçimde bıraktı. Marnes döndü ve anahtarı uzattı. Holston da aldı. “Paspası kapıp geleyim mi?” dedi yardımcısı, başparmağını kafeteryanın bulunduğu bölüme doğru sallayarak. Tutuklu biri olmadığı sürece nezarethaneye yalnızca temizlik için girerlerdi. “Hayır,” dedi Holston. Kafasını hücrenin olduğu tarafa doğru sallayarak yardımcısına kendisini takip etmesini işaret etti. Arkasını döndü, Marnes ona katılmak için ayağa kalkarken masanın arkasındaki sandalye gıcırdadı. Holston yürüyüşünü tamamına erdirdi. Anahtar, yuvasına güçlük çıkarmadan yerleşti. Kapının düzgün ve bakımlı iç aksamlarından keskin bir klak sesi yükseldi, menteşeler kuru bir şekilde gıcırdadı, kararlı bir adım atıldı, bir ittiriş ve bir tangırtının ardından çile sona erdi. “Şef?” Holston parmaklıkların arasından anahtarı uzattı. Marnes anahtara şüpheyle baktı, sonra da razı olup avucunu açtı. “Neler oluyor şef?” “Başkanı getir,” dedi Holston. Derin bir nefes verdi, üç yıldır içinde tuttuğu bir soluktu bu. “Ona dışarı çıkmak istediğimi söyle.” Nezarethanedeki görüntü kafeteryadaki kadar bulanık değildi ve Holston silodaki son gününü bunu düşünerek geçirdi. O taraftaki kamera toksik rüzgârlara karşı korumalı olabilir miydi? Ölüm cezasına çarptırılmış her temizlikçi yaşamlarının son gününde tadını çıkarttıkları manzara için daha mı fazla özen göstermişti? Yoksa bu ekstra çaba, aynı hücrede son günlerini geçirecek olan bir sonraki temizlikçi için bir hediye miydi? Holston son seçeneği tercih etti. Bu fikir kansını özlemle düşünmesine sebep oldu. Neden kendi isteğiyle orada, parmaklıkların ters tarafında olduğunu hatırlattı. Düşünceleri Allison'a kayarken oturup eski insanların geride bıraktığı ölü dünyayı seyretti. Yeraltına gömülü sığınaklarından görülen en iyi manzara değildi bu, ama en kötüsü de değildi. Alçak ve engebeli tepeler ufukta enfes kahverengi gölgeler oluşturuyordu; içine tam kıvamında domuz sütü katılmış kahve ezmesi rengindeydiler. Tepelerin üzerindeki gökyüzü, çocukluğundaki, babasının çocukluğundaki ve büyükbabasının çocukluğundaki gökyüzüyle aynı donuk gri rengi paylaşıyordu. Arazide hareket eden tek şey bulutlardı. Koyu ve kapkara bir biçimde tepelerin üzerine asılıydılar. Resimli çocuk kitaplarında gördüğü sürü hâlinde gezen yaratıklar gibi gökyüzünde özgürce dolaşıyorlardı. Tıpkı silonun üst katlarındaki bütün duvarlarda olduğu gibi ölü dünyanın görüntüsü hücre duvarının tamamını kaplıyordu, her biri bulanık çorak toprakların ve ötesindeki daha da bulanık arazinin farklı bir parçasıyla doluydu. Bu görüntüden Holston'ın payına düşen küçük parça, karyolasının köşesinden başlayıp tavana kadar uzanıyor, oradan yatay olarak karşı duvara geçiyor ve gerisin geri tuvaletin üzerine iniyordu. Ve hafif bulanıklığına rağmen - sanki kameranın lensi yağla ovulmuş gibiydi - içinde dolaşabileceğiniz bir manzaraya benziyordu; tuhaf bir şekilde insanı içeri hapseden parmaklıkların karşısında konumlandırılmış, ardına kadar açık ve davetkâr bir delik gibi duruyordu. Gelgelelim bu göz yanılması yalnızca belirli bir uzaklıktayken inandırıcıydı. Holston biraz daha öne eğildiğinde devasa görüntünün üzerindeki bir avuç ölü pikseli seçebiliyordu. Tüm kahverengi ve gri tonların arasında keskin bir beyazlıkları vardı. Şiddetli bir yoğunlukta parıldayan her bir piksel (Allison onlara “mahsur” pikseller adını vermişti) daha aydınlık diyarlara açılan dört köşeli bir pencere, daha iyi bir gerçekliğe işaret eden insan saçı eninde bir delik gibiydi. Bir sürü vardı; şimdi yakından incelediğinde daha net görebiliyordu. Holston, siloda bunların nasıl tamir edileceğini bilen birinin olup olmadığını ya da böylesine hassas bir iş için gerekli alet edevatın ellerinde bulunup bulunmadığını merak etti. Yoksa sonsuza dek ölü mü kalacaklardı? Tıpkı Allison gibi? Bütün pikseller önünde sonunda ölür müydü? Holston

Description:
Yakın bir gelecekte, yeryüzü zehirli gazlardan yaşanmaz hâldedir. İnsanlar dünyanın hayli sınırlı bir bölümünü, yaşadıkları çok katlı yeraltı silosunun en üst katındaki ekranlardan seyretmektedirler. Yasalar gereği bu tek görüntüyle yetinip yeryüzü hakkında hiçbir mera
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.