ELFRIEDE JELINEK PİYANİST Almancadan Çeviren: Süheyla Kaya Birileri, sıradan birileri, bir gün gelip hayatın ve cinselliğin içindeki şiddet ve acıyı görünür kılar. Ruhsal acıdan bedensel acıya sığınılır, avcı avlanır, zarar gören zevk alır, aşağılayan yücelir, sonra hepsi yer değiştirir. Bir kadının zihninin cinsel kıvrımlarında gelinen Elfriede Jelinek, tabuları sıradanlaştırmanın yollarını bu anlatıyla zorlayarak uçurumlarda geziniyor. Elfriede Jelinek 1949 yılında Avusturya’nın Steiermark kentinde doğdu. Viyana’da büyüdü. İlköğrenimini baskıcı bir rahibe okulunda aldı. Müzisyen olmasını isteyen annesinin beklentilerini karşılayabilmek amacıyla Viyana Konservatuvarı’na girdi ve piyano bölümünden mezun oldu. Viyana Üniversitesi’nde sanat tarihi ve tiyatro da okudu, ama anksiyete bozukluğu nedeniyle eğitimine son vermek zorunda kaldı. Bu dönemde bir yıl boyunca ailesinin evine kapanarak yazarlığını geliştirdi. Şiirlerinden oluşan ilk kitabı Lisas Schatten’ı 1967’de yayımladı. 1970’te yayımlanan ilk romanı Wir Sind Lockvögel Baby! büyük yankı uyandırınca öteki romanlarını yazacak cesareti buldu. 1998 yılında, Alman edebiyatının en büyük ödülü olan Ceorg Büchner Ödülü’nü kazanan Jelinek, 2004 yılında ise Nobel Edebiyat Ûdülü’ne değer görüldü. Başlıca eserleri: Michael (1972), Die Liebhaberinnen (1975, Sevda Kadınları), D/e Ausgeperrten (1980), Der Kiavierspieierin (1983, Piyanist), Lust (1989, Arzu), Die Kinder der Toten (1995), Cier (2000). Süheyla Kaya 1955’te Eskişehir'de doğdu. 1975’ten bu yana siyasal tarih, edebiyat sanat kuramı ve özellikle Latin ve Güney Amerika ülkelerinin sosyopolitik pratiklerine ilişkin çok sayıda metin çevirmiştir. Bu metinlerden bazıları Devrim, Inter, Var, Belge, Sorun, Chiviyazıları, İthaki, Can, Kırmızı gibi yayınevleri tarafından yayımlanmıştır. PİYANİST Almancadan Çeviren: Süheyla Kaya I Piyano öğretmeni Erika Kohut, annesiyle birlikte yaşadığı eve kasırga gibi daldı. Erika bazen olağanüstü hızlı hareket ettiği için annesi kızma “kasırgam” derdi. O günkü niyeti annesine görünmemek olan Erika, otuzlu yaşlarının sonlarını süren bir kadındı. Annesi ise neredeyse onun büyükannesi olacak yaştaydı. Erika, zorlu yılların ardından dünyaya gelmiş, babası ise sırasını hemen Erika’ya devrederek sahneden çekilmişti. Anlayacağınız, Erika gelmiş, babası gitmişti. O günkü hızlı hareketinin nedeniyse zorunluluktu; sonbahar yapraklan gibi hızla kapıdan içeri girmişti ve görünmeden odasına ulaşmanın derdindeydi. Oysa anne tüm heybetiyle, Erika’nın yoluna dikilmişti bile; devletin ve ailenin oybirliğiyle, hem engizisyon-cu hem de idam mangası sıfatıyla kızını sorgulayacak ve infaz edecekti. Erika’nın evin yolunu neden bu kadar geç bulduğunu öğrenmek istiyordu. Son öğrencinin, Erika’nın aşağılamalarını sırtlayarak süklüm püklüm evine gitmesinden beri neredeyse üç saat geçmişti. Nerede olduğunu öğrenemeyeceğimi sanıyorsun herhalde, Erika. Yalan söylediği için sözüne inanılmayan bir çocuk bile hesap vermelidir anneye, hem de kendiliğinden. Bak, anne bekliyor seni: Bir, iki, üç, Erika. Anne içinden daha iki demişti ki, kız gerçekle hiç ilgisi olmayan bir cevap verdi. Tam bu sırada, içi notalarla dolu evrak çantasını büyük bir hızla kızının elinden çekip alan anne, aklındaki bütün soruların acı cevabını orada buldu. Beethoven’in dört sonatı, çantanın daracık içini, yeni satın alındığı hemen fark edilen bir elbiseyle küskün küskün paylaşıyordu. Bunu gördüğünde öfkeden deliye dönen anne, elbiseyi kaptığı gibi paramparça etti. Daha kısa bir süre önce mağazadaki askısında kışkırtıcı bir güzellikle, rengârenk ve yumuşacık salınıp duran elbise, annenin gazabına uğradıktan sonra pörsümüş bir çaput parçası gibi yere serilmiş, kadının keskin bakışlarının altında delik deşik uzanıyordu. Elbiseye sayılan para, o zamansız harcanmış para, yapı-tasarruf sandıklarından birine yatırılmalıydı oysa! Bu giysi, eğer çamaşır sandığına kadar gitmeye üşe-nilmiyorsa elbette, bir yatak çarşafı yığınının arkasından ucu görünen banka hesap cüzdanına işlenmiş bir miktar olarak her zaman gözüne batabilirdi. Hesap cüzdanı o gün ufak bir gezintiye çıkmış ve bir miktar hafiflemişti; bir miktar ve işte sonuç: Güzelim paranın nereye gittiğini bilmek isteyenlere Erika, her defasında bu elbiseyi giyerek karşılık verirdi artık. Anne avazı çıktığı kadar bağırıyordu: Paranı nasıl böyle boşa harcayabildin, şimdi evin taksidini nasıl ödeyeceksin! Yeni bir evimiz olmalı, ama sen bekleyemedin, elinde tuttuğun ise bir süre sonra modası geçecek bir çaput parçası, hepsi bu! Anne, her şeyi daha sonra istiyor. Şimdi istediği, hemen istediği hiçbir şey yok. Ama kızı dahil değil buna, onu hep istiyor çünkü, her zaman istiyor, diyelim, anne bir kalp krizi geçirdiğinde kendisine nasıl ulaşılacağını bilmek istiyor. Daha sonra keyfini sürebilmek için bugün biriktirmekten yana o. Fakat Erika’nın şu yaptığına bakın; tutup kendine bir elbise almış, neredeyse balık ekmeğin üzerindeki mayonez tutamı kadar geçici bir elbise. Bu elbisenin modası gelecek yıl bile değil, bir sonraki ay geçmiş olacak. Oysa para her zaman moda. Para, anne kızın birlikte yaşayacağı büyük bir ev alabilmek için biriktiriliyor. Şimdi oturduklan ev çok eski - yapılabilecek en iyi şey bunu kaldırıp atmak. Yeni evlerinde yepyeni bir yapı sistemi uygulanacak, öyle ki gömme dolapları ve bölmeleri kendileri seçebilecekler, her şey kişisel isteklerine göre gerçekleştirilecek. Parayı verenin düdüğü ötecek yani. Çok küçük bir emekli aylığı alan anne, Erika’nın bu ev için ne kadar katkıda bulunması gerektiğini hesaplıyor. Geleceğin yöntemiyle inşa edilmiş bu yepyeni evde herkesin kendi imparatorluğu olacak; Erika bir tarafta, annesi başka bir tarafta, ikisinin de imparatorluklan birbirinden tamamen aynlacak. Bir de ortak bir mekân, bir araya gelebilecekleri bir salon olmalı. Canlan isterse elbette. Fakat anne kız, doğal olarak her zaman birlikte olmayı istiyor, birbirlerine aitler çünkü. Gerçi yavaş yavaş çürüyüp giden bu domuz ahırında bile, Enka’nın, içinde istediği gibi hareket edebileceği bir imparatorluğu var. Ne var ki bu imparatorluk çok iğreti, zira oraya giriş anneye her zaman serbest. Erika’nın odasının kilidi yok; zaten çocukların sırları olmaz. Erika’nın yaşama alanı, aklına ne gelirse yapabileceği kendi küçücük odasından ibaret. Dilediği şeyleri yapmasına engel olabilecek hiç kimse yok, oda tamamen onun. Annenin imparatorluğunun sınırlanysa evin geri kalan bölümünü içine alıyor, çünkü evin kadını o, evin bütün işleriyle o ilgileniyor, bu durumun keyfini süren ise Erika. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmaz hiç; anne, piyanist kızının ellerinin temizlik malzemelerinin gadrine uğramasını istemiyor çünkü. Bazen anne, çok seyrek yaşadığı soluklanma zamanlarında karmaşık bir doğaya sahip olan mülkünü, yani kızını düşünerek kaygılanıyor. Zira kimin nerede olduğunu her zaman bilmek mümkün mü? Annenin şu ele avuca sığmaz serveti kim bilir nerede yine? Kim bilir hangi mekânlarda dolaşıyor, tek başına mı, yoksa yanında biri mi var? Cıva gibi bir türlü yerinde duramayan Erika, bu kaygan yapılı kız belki de şu an bir yerlerde hızlı virajlar çizerek dolaşıyor, belki de bin bir türlü saçmalık peşinde. Fakat her gün, değişmez bir biçimde saniye sektirmeden ait olduğu yerde, yani evinde oluyor Erika. Anneyi sık sık endişe basıyor, çünkü bütün mülk sahiplerinin, ilk önce ve acılar içinde kıvranarak öğrendiği şey şudur: Güvenmek iyidir ama kontrolü elden bırakmamakta her zaman fayda vardır. Annenin asıl sorunu, servetini, bir yerlere kaçmaması için mümkün olduğunca hareketsiz kılmak. Güzel görüntüleri ve güzel nağmeleri imal edilmiş ve ambalajlanmış bir şekilde evlere teslim eden televizyon tam da bu amaca hizmet ediyor. Bu sayede Erika neredeyse her zaman evdedir; kırk yılda bir dışan çıkacak olsa bile annesi tarafından nerede olduğu bilinir. Bazen akşamlan konsere gider Erika, ama giderek daha seyrek yapar oldu bunu. Ya piyanonun başına geçerek çoktan dibe çökmüş kariyerini parmaklanyla didikler ya. da öğrencileriyle yaptığı provalardan birinde onların başının üzerinde kötü bir ruh gibi dolanır. Gerektiğinde kendisini ders vermeye gittiği yerlerde aramak mümkündür. Bazen de iyi anlaştığı meslektaşlanyla müzik yapmak, şarkı söylemek ve biraz keyif almak üzere buluşur. Tabii ki buradan da aranır hep. Erika, bu çete anneye karşı savaşmaktadır, defalarca annesinin kendisini telefonla aramamasını istemiştir, ancak anne bu isteği kafasına estiği gibi ihlal edebilir, zira kurallan koyan sadece ve sadece kendisidir. Kızını görmek ya da onunla konuşmak isteyenler annenin denetiminden geçer ve bu da doğal olarak zaman içinde Erika ya olan talebin iyice azalması gibi bir sonuç vermiştir. Erika’nın mesleği ve hobisi aynıdır: kutsal müzik. Müzik, Erika’nın hayatını tamamen doldurmaktadır, dolayısıyla bu hayatta başka bir zamana ait yer yoktur; hem ustaların sunduğu bir müzik ziyafetinden daha mutlu edici ne olabilir ki? Erika ayda bir gün bir kafeye gider, annesi de onun hangi kafeye gittiğini bilir, istediği zaman oradan arayabilir. Bu hakkını kafasına estiğince ve tepe tepe kullanıyor. Güvenlik ve alışkanlıklardan oluşmuş bir çatı. Erika’nın çevresine ördüğü zaman alçı misali giderek sertleşiyor, ama annenin bir yumruğuyla da un ufak olabiliyor. Böyle durumlarda Erika, incecik boynuna dolanmış zaman kırıntılanyla öylece oturur ve çevresindekilerin kendisine yönelik alaylarını sineye çekerken itiraf etmek zorunda kalır: Artık eve dönmeliyim. Eve. Yolda Erika’yı gördüyseniz, onun mutlaka ve her zaman evine gitmekte olduğunu bilirsiniz. Anne, aslında şu haliyle Erika’dan pek şikâyetim yok, diyor. Zaten daha fazlası da olamaz yani. Gerçi ilişkilerim sadece annesiyle sınırlasaydı, yeteneği göz önüne alındığında kolaylıkla ünü sınırları aşan bir piyanist olabilirdi! Ancak Erika, ne yazık ki zaman zaman annesinin isteğine rağmen yabancı etkiler altında kalmıştır; erkeklerin gerçekmiş izlenimi veren aşkı, Erika’yı eğitiminden uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmış, makyaj ve giyim kuşam gibi dış görünüşle ilgili hususlar, bu çevrenin çirkin önde gelenlerini ayağa kaldırmış ve Erika'nın kariyerini daha doğru dürüst başlamadan sona erdirmiştir. Yine de sağlam bir işi olduğunu kabul etmek gerekir: Viyana Konservatuvan’nda piyano öğretmenliği yapmaktadır Erika. Ne öğrenim yıllarında ne de daha sonra, birçok insanın genç ömürlerini tükettiği bölge müzik okullarından birine gitmek zorunda kalmıştır; müdürün toz grisi, eğri büğrü, baştan savma hayranlığı sayesinde. Ah şu kendini beğenmişlik. Lanet olası kendini beğenmişlik. Erika’nın kendini beğenmişliği anneyi canından bezdiriyor ve kaygılandırıyor. Erika’nın yavaş yavaş bir kenara bırakmayı öğrenmesi gereken tek şey, bu kendini beğenmişlik işte. Daha sonra falan değil, hemen şimdi öğrenmeli bunu, çünkü kapıda bekleyen yaşlılıkta büyük bir yük olarak omuzlarına binecek bu zaafı. Zaten yaşlılık, insanın taşımak zorunda olduğu başlı başına bir yük. Ah şu Erika! Müzik tarihinin önde gelen başka isimleri de böylesine mağrur muydu sanki? Hayır, elbette değillerdi. Erika’nın vazgeçmesi gereken tek şey bu. Ara sıra anne, üstünde gereksiz bir şeyler yapışıp kalmasın diye, bir güzel rendeleme ihtiyacı hissediyor kızını. işte bu nedenle anne, kızının satın aldığı yeni elbiseyi iyice sıkılmış parmaklarının arasından zorla çekip almaya çalışıyor. Bırak, diyor anne, ver şunu! Giyim kuşam merakı merakın yüzünden cezalandınlmalısm. Şimdiye kadar hayat seni, seni yok sayarak cezalandırdı. Şimdi de annen seni hiç dikkate almayacak, palyaçolar gibi boyanıp giyinsen de umursamayacak seni. Ver diyorum sana şu elbiseyi! Erika birden elbise dolabına atılır. Daha önce de yaşadığı karanlık bir şüphe doldurmuştur içini. Ya yine bir şey eksikse dolapta, diye endişelenir; gerçekten de koyu gri sonbahar takımı yerinde yoktur. Nerede peki? Dolapta neyin eksik olduğunu fark ettiği an, bundan kimin sorumlu olduğunu da
Description: