Agatha Cristie Ölüm Büyüsü TÜRKÇESİ ÇİĞDEM ÖZTEKİN ALTIN KİTAPLAR Adaletin yetine getirildiğini görmemi sağlayan John ve Helen Mildmay White'a teşekkürlerimle... ÖNSÖZ Mark Easterbrook Bu tuhaf Kır At olayına yaklaşmanın iki yöntemi olabilir. Aslında bunu genel yazım kuralları çerçevesinde basite indirgeyerek çözümlemek çok güç. "Baştan başla, sonuca ulaş ve bitir" gibi bir temel kurala uy, demek olası değil. Gerçekten de acaba bu işin bir başlangıcı var mıydı? Bir tarihçi için işin en zor tarafı her zaman bu olmuştur; tarihteki belirli bir olayın tarihin hangi noktasında tam olarak başladığını saptamak. Sizler her şeyin Peder Gorman'ın ölen bir kadını ziyaret etmek üzere kilisedeki odasından çıktığı anla başladığını düşünmeyi uygun görebilirsiniz. Ya da belki bundan daha önce, Chealse'deki bir akşamda. Sanırım, bu öykünün büyük bir kısmını anlatan kişi ben olduğuma göre, benim başlamayı uygun gördüğüm yer Chelsea'deki o akşam olacak. BÖLÜM 1 Mark Easterbrook Anlatıyor I Tam arkamdaki espresso makinesi aynen bir yıları gibi ıslık çalıyordu. Bu ıslık kulaklarımda sanki uğursuz, gizemli hatta demek istemesem de şeytani bir ses gibi çınlıyordu. Birden belki de etrafımızda yeni teknolojiden kaynaklanan tüm seslerin yaklaşık aynı duyguyu uyandırdığını düşündüm. Jet motorlu uçakların göğü yararken çıkardıkları öfke dolu homurtuları, tünele giren metro vagonunun ürkütücü uğultusu, ağır yüklü kamyonların evlerimizi temellerinden sallayan gümbürtüleri... en basit ev aletlerinden çıkan sesler bile -her ne kadar bunlar kullanımlarıyla büyük kolaylıklar sunuyorlarsa da- sanki bir o kadar da uyarıyorlardı bizleri; bulaşık makineleri, buzdolapları, buharlı tencereler, elektrikli süpürgeler. Hepsi, "Dikkatli ol," der gibiydiler. "Ben senin hizmetine sunulmuş bir dâhiyim, bir cinim ama bir kontrolü kaybedersen..." Tehlikeli bir dünya... evet, bu gerçekten tehlikelerle dolu bir dünyada yaşıyorduk. Önümde duran, üstünden buharlar tüten fincanı karıştırdım. İnanılmayacak kadar hoş kokuyordu. "Başka ne isterdiniz? Muzlu beykınlı güzel bir sandviç olur mu?" Bu bana çok tuhaf bir karışım olarak göründü. Muzlar bana çocukluğumu anımsatıyordu ya da en azından şeker ve romla yapılmış flambees'leri. Beykına gelince, anılarımda beykın hep yumurtayla birlikte yer etmiştir. Ancak Chelsea'da olduğuma göre, bir Chelsea'lı gibi beslenmeliydim. Muzlu beykınlı sandviçi yemeği kabul ettim. O sıralar Chelsea'de yaşıyordum. Daha doğrusu üç aydır bu bohem çevredeki möbleli bir dairede oturuyor, ama yine de kendimi Londra'nın bu yöresine yabancı hissediyordum. Moğol mimarisinin genel kavramları hakkında bir kitap yazıyordum. Aslında bunun için Hampstead, Bloomsbury, Streatham ya da Chelsea'da kalmak arasında hiçbir fark yoktu, hepsi benim açımdan aynıydı. İşimi etkilemediği sürece çevre benim açımdan tamamen önemsizdi, ben kendi dünyamda yaşıyordum. O akşam, her yazarın bildiği aniden ortaya çıkan isteksizlik dönemlerinden birini yaşıyordum. Moğolların mimarileri, Moğol hükümdarları ve yaşam şekilleri. Birden tüm bunlar, her nedense bana çok boş, çok anlamsız göründü. Ne önemleri vardı ki? Niçin onlar hakkında yazmaya çalışıyordum ki? Neler yazdığımı gözden geçirmek için birkaç sayfa geriye çevirdim. Bir anda tüm yazdıklarım çok kötü göründü bana; son derece yalın, tekdüze ve sıradan. Her kim "Tarih safsatadır," dediyse (Henry Ford muydu?) kesinlikle haklıydı. Bu moral bozukluğu içinde yazdıklarımı kenara itip ayağa kalktım ve saate baktım. Saat gece on bire yaklaşıyordu. Akşam yemeği yemiş miydim? Midemde hissettiğim boşluğa bakılırsa yememiş olmalıydım. Athenaeum'da öğlen yemeğinde bir şeyler atıştırmıştım ama bunun üzerinden de çok zaman geçmişti. Mutfağa gidip buzdolabına baktım. Yalnızca biraz kurumuş dil vardı ve bundan hiç hoşlanmadım. Kısa bir süre sonra King's Yolu'na çıkmış, ön camında boydan boya kırmızı neon ışıklarıyla "Luigi" yazan bir espresso kafeye girmiştim bile. Beykınlı muzlu sandviçi beklerken günümüzün gürültülerinden kaynaklanan tekinsiz karmaşayı ve bunların atmosfere etkilerinin üzerinde düşünüyordum. Bütün bunlar aklıma bir şekilde çocukluk günlerimin temsillerini, seyrettiğim pantomimleri getiriyordu. Denizin dibinden dumanlar arasında çıkan Davy Jones! Şeytanın meydan okuyan ve iyiye karşı çıkan lanet gücünü yansıtmak için birden açıları tavan kapıları ile pencereler, geçilmez gibi görünen duvarlardan geçen ve kalın, tok sesleriyle umut verici alışıldık sözleriyle iyinin zaferini müjdeleyen ve böylece başlangıçtan itibaren kaçınılmaz olarak bu pantomimdeki öyküyle ilgisi olmasa da, "hep o aynı şarkıyı" söyleyen iyi kalpli periler ya da melekler. Biran için ister istemez şeytanın belki de daima Tanrı'dan bile daha etkin olduğunu düşündüm. Şeytanın sürekli olarak şov yapması gerekiyordu. Ürkütmek ve meydan okumak zorundaydı. Bu aslında bir anlamda dengeye saldıran dengesizlikti. Düşünüyordum da denge ve doğruluk sonuçta daima kazanırdı. Denge iyi kalpli perinin yumuşak sesle söylediği alışıldık öğütlerle, kafiyeli beyitlerle, hatta "Tepeden aşağı inen rüzgârlı bir yol var, eski dünyanın sevdiğim köyüne uzanan" mısralarının ilgisiz ses uyumuyla sağlanırdı. Her ne kadar başlangıçta iyinin tüm bu silahları çok zayıf gibi görünse de yine de kaçınılmaz bir şekilde egemen olurdu. Oyun her zaman olması gerektiği gibi biterdi. Sonuçta da Hıristiyan inancına göre insanlık erdemini temsil eden iyi kalpli peri ve artık insanı tuzağa düşüren, nefesinden alevler ve kükürt dumanları fışkıran Şeytan Kral olarak değil de yalnızca kırmızı taytlı sıradan bir adam olarak görünen düşmanı yan yana ve aralarında birinci (bu durumda sonuncu) olmayı bile aramadan, bir resmi geçidi andırır şekilde kıdem sırasına göre seyirciyi selamlamak üzere döner merdivenlerden aşağı inerlerdi. Kulağımın dibinde yeniden espresso makinesinin ıslığını duydum. İkinci bir fincan daha ısmarladıktan sonra lokalin içine bakınmaya başladım. Kız kardeşim benim hep dikkatsiz olduğumu, etrafımda olup biteni fark bile etmediğimi söylerdi. "Tamamen kendi dünyanda yaşıyorsun," derdi endişeyle. Onu mahcup etmek istercesine, neler olduğunu görmek amacıyla bilinçli bir şekilde etrafı süzmeye başladım. Chelsea'deki kahve salonları ve patronları hakkında gazetelerde her gün bir şeyler okunabiliyordu; bu da benim açımdan bugünün yaşamı hakkında bir görüş edinmek için büyük bir şanstı. Kafenin içi etrafı rahatça görmeyi engelleyecek kadar karanlıktı. Müşteriler genellikle genç insanlardı. Sanırım bunlar olağandışı olarak adlandırılan gruba dahil gençlerdi. Kafedeki kızların birçoğu, o günlerde tüm kızların olduğu gibi derbeder görünümlüydü. Üstelik fazlasıyla kalın giyinmiş gibiydiler. Bunu birkaç hafta önce bazı dostlarımla yemeğe gittiğimde de fark etmiştim. Bitişik masamızda oturan yaklaşık yirmi yaşlarındaki bayan, lokanta oldukça sıcak olmasına rağmen kalın sarı bir yün kazak, siyah bir etek ve siyah yün çoraplar giymişti. Orada bulunduğumuz sürece yüzünden aşağı terler süzüldü. Kazağı terle karışmış yün koktuğu gibi yağlı saçları da bu ağır kokuya eşlik ediyordu. Arkadaşlarıma göre çok çekiciydi. Ancak benim görüşüm çok farklıydı! Bende uyandırdığı tek duygu onu hemen sıcak bir banyoya sokup, eline bir sabun tutuşturmak ve ondan iyi bir şekilde yıkanmasını istemekti. Sanırım bu da içinde yaşadığım döneme ne kadar az uyum sağlayabildiğimi gösteriyor. Belki de bunun nedeni uzun sürelerle yurtdışında yaşamış olmam. Siyah, bukle bukle dalgalı saçlarıyla Hintli kızları, yumuşak kıvrımlarla dökülen canlı renklerle ışıldayan sarilerini ve yürürken kıvrılan ince vücutlarının ritmik hareketlerini özlemle, zevkle anıyorum... Bu hoş anılardan ani, şiddetli bir gürültüyle uyandım. Tam bitişiğimdeki masada iki genç bayan tartışmaya başlamışlardı. Onlarla birlikte olan genç adamlar olayları yatıştırmaya çalıştılarsa da bu çabaları boşunaydı. Birden birbirlerine bağırmaya başladılar. Kızlardan biri diğerinin suratına bir tokat indirdi, diğeriyse onu sandalyesinden aşağı itti. İsterik bir şekilde bağırıyor, birbirleriyle mahalle kadınları gibi kavga ediyorlardı. Biri kıvırcık kızıl saçlı, diğeriyse uzun sarı saçlıydı. Neden kavga ettiklerini ise anlayamıyordum. Ancak diğer masalardan ıslıklar ve bağrışmalar da duyulmaya başladı. "Haydi kızlar! Haydi bastır, Lou!" Barın arkasında duran, uzun boylu, ince, favorili, İtalyan görünümlü tam Londra şivesiyle konuşarak onlara doğru yanaştı. Sanının bu Luigi idi. "Yeter artık! Kesin şunu, diyorum size! Bir dakikaya kalmaz yoldakilerin yarısı içeri dolar... tabi polis de! Durun diyorum size." Ancak sarışın olan kızılı saçlarından yakalamış, öfke içinde çekiştirirken bağırıyordu. "Pis cadı! Sen bir erkek hırsızından başka bir şey değilsin." "Asıl cadı sensin." Luigi ve şaşkınlık içindeki iki genç adam kızları zorla birbirlerinden ayırdılar. Şansının parmakları arasında kızıl saçlar görünüyordu. Kız saçları zafer kazanmışçasına yukarı kaldırdıktan sonra yere attı. O anda açıları kapıdan içeri geniş omuzlu bir polis memuru daldı. "Neler oluyor burada?" diye sordu otoriter bir sesle. Bir anda tüm lokaldekiler polise karşı ortak bir cephe oluşturmuşlardı sanki. "Hiç, yalnızca biraz şakalaşıyorduk," dedi genç adamlardan biri. "Hepsi bu!" diye ekledi Luigi. "Arkadaşlar arasında biraz şakalaşma, hepsi o kadar." Ayağıyla belli etmeden yerdeki saç demetini en yakındaki masanın altına itti. İki öfkeli rakip ise birbirlerini sevgiyle süzüyor, gülünmüyorlardı. Polis kuşkuyla içeridekileri tek tek süzdü.
Description: