ebook img

Ölü Ruhlar - Abbas Maroufi PDF

404 Pages·2010·1.34 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Ölü Ruhlar - Abbas Maroufi

Yazar Hakkında 17 Mayıs 1957’de Tahranda dünya gelen Maroufi, ilk orta lise eğitimini aynı şehirde tamamladıktan sonra Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatoloji bölümünden mezun oldu. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni olarak görev yaptığı sıralarda gazetecilik ve senaristlik de yapan yazar, özellikle tiyatro alanında yazdığı piyeslerle ülkesinde adından söz ettirdi. Edebiyat çalışmalarına ünlü edebiyatçı Huşeng Gülşiri gözetiminde devam eden Maroufi’nin Güneşin Gözü Önünde adlı ilk toplu öyküleri 1980’de yayımlandı. 1990’da Gerdun adlı sanat edebiyat dergisi çıkardı. Kısa süre sonra dergi kapatıldı ve yayın yönetmeni Maroufi yargılanıp hapis cezasına çarptırıldı. 1992’de Iran Çağdaş Yazarlar Birliği Başkanlığını üstlendi. Ölü Ruhlarla dünyada adını duyurmayı başaran yazar, ülkesinde gördüğü baskı nedeniyle siyasi sığınmacı olarak Almanya’ya yerleşti. Bu ülkede çeşitli edebi aktivitelerde bulundu. Halen İngiltere’de, diasporada yaşayan Maroufi, Sadık Hidayet Sanat Edebiyat Akademisi’nin kurucusu olup bu akademinin başında bulunuyor. İngiltere’nin ünlü Cant Berlin semtindeki akademide edebiyat çalışmalarını sürdürmekte olan yazarın; Ölü Ruhlar, Ferhat’ın Naaşı, Yorgun Sene ve Feridun’un Üç Oğlu Vardı adlı başlıca roman çalışmalarının yanı sıra En iyi Son Nesil, Yasemin Kokusu, Mavilikler Adasına Gidenler, O Altmış Bin, O Altmış Kişi adlı toplu öykü ve Nereye Kadar Benimlesin, Dili Bay ve Ahu, Sarkık Anılarımız başta olmak üzere çeşitli tiyatro oyunları vardır. Tüm yorgunluklarıma katlanan sevgili eşim ve biricik kızlarıma... ...[Kabil] dedi ki: “Seni mutlaka öldüreceğim.” [Habil]: “Benim günahım yok, Allah sadece günahtan korunanların kurbanını kabul eder. And olsun eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben öldürmek için sana asla elimi uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbinden korkarım, beni öldürmenin günahıyla kendi günahını yüklenerek cehennemlik olmanı yeğlerim. Şüphesiz zalimlerin cezası ateştir...” dedi. ...Ve o konuşmaların ardından nefsi onu kardeşini öldürmeye çağırdı. O da nefsine uyarak kardeşini öldürdü. Böylelikle ziyana uğrayanlardan oldu. . . . Derken Allah, ona kardeşinin na’şını nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. [Kabil] kendi kendine: “Şu karga kadar olup kardeşimin na’şını gömmekten aciz olan bana yazıklar olsun!” dedi. Sonra kardeşini toprağa gömdü ve yaptığına pişman oldu. Kuran, Maide Suresi, 27/30 Birinci Muvman Bir Ruhsuz duman, eskiden kervansaray olan kuruyemişçiler çarşısının konik kümbetleri altından hareket ederek tarihi binanın eşiğinden dışarıya süzülüyordu. Kervansarayın sonunda oturan birkaç hamal, yağlı tenekede ağaç yakıyor ve eğer cesaret ederlerse bazen de ellerini, Üzerlerindeki battaniyenin altından çıkararak çekirdek kırıyorlardı. Hemen arkalarındaki mezara benzeyen yerde duran kişilerse kuruyemiş makinesinde ay çekirdeği kavuruyordu. Duman ve sis birbirine karışmış, kar yağışı ise o an için durmuştu. Gömeçli sobalar dahil tüm ışıklar yanıyordu. Kervansaray uzaktan sislere boğulmuş küçük bir köyü andırıyordu. Kuruyemişçiler çarşısının orta kısmına yakın “Muteber Kuruyemişçilik’’ dükkanında iki adam oturmuş, masa üzerindeki sobanın sıcaklığıyla ısınmaya çalışıyordu. Masanın arkasında “Orhan Orhani” vardı, hemen yanında ise “Bekçi Ayaz” oturuyordu. Her Perşembe dükkana gelen Bekçi Ayaz içeride bulduğu en büyük sandalyenin üzerine oturur, ayaklarını da küçük taburenin üzerine atardı. Yaz kış demeden sürekli alnına düşen terleri silerdi. Oturmak için cüssesine uygun bir sandalye bulamayacak olsa koca bir çekirdek çuvalının üzerine adeta çökerdi. “Bu koca gövdemle şu küçücük sandalyeye nasıl sığarım canım?” derdi sürekli. İsterse, tüm o saygınlığına rağmen babayı bile rahatça iki parmağıyla kaldırıp tavandan sarkan çengellere asabilirdi. İri, tombulca bir yüzü vardı. Kafası ise yüzünün aksine biraz daha minyon görünümlüydü. Sol yanağı üzerinde çukurlaşmış duran yara onun da yüzünü diğerlerininki gibi kalıbı bozuk gösteriyordu. Dükkana her gelişinde mutlaka bir paket fıstık alırdı. Parasını almamak için her ne kadar ısrar etseler yine de minnet altına girmez, parasını öderdi. Aldığı fıstıkların içini çıkarıp yan yana gelecek şekilde masanın üzerine güzelce dizer sonra hepsini birden ağzına atardı. O zaman da Orhan yerinden kalkarak bir bardak soğuk su getirmek zorunda kalırdı. Baba çok severdi onu. Hem şehrin en eski bekçisiydi hem de genel kültürü çok iyiydi, öyle ki bilmediği şey yoktu. Doğuyu da batıyı da avucunun içi gibi bilirdi. Çok zekiydi, işte bu yüzden baba onu sever ve onun için, “Bu adam normal biri değil” derdi. Her bayram akşamlarında ise evine en az on on iki kilo kuruyemiş yollamayı ihmal etmezdi. Haftalık ücretini de düzenli öderdi. Oysa baba öleli yıllar olmuş, haftalığını ödemek ise Orhan’a kalmıştı. Dükkanın öte tarafında yani tezgahın arkasında iki genç çırak elleri ceplerinde, papakları başlarında, paltolarının yakasını kaldırmış fıs fıs konuşuyorlardı. Aynen Orhan ve Ayaz gibi, birbirine sokularak sessiz ve sakince ... Ayaz, “Arkanda aslanlar gibi ben varım” dedi. Orhan ne yapacağını bilmiyordu. Pireleniyordu. “Yukarıya tükürüp de yüzümüzü sıvamayalım’’ sonra dedi. “Bitir artık bu işi.” “Peki ama bir yerden patlak verecek olsa ne yaparım o zaman?” “Patlak vermemeli. Dikkatli olmalısın. Tedbiri elden bırakmamalısın.” Orhan bir an düşündü, ardından bakışlarını Ayaz’dan kaçırarak, “Yusuf gibi mi?” diye sordu. “Ne o, birileri koku mu almış? Üzerinden yıllar geçti, en ufak bir pürüz çıktı mı? Yoo, işte görüyorsun.” “Defalarca kardeş katili dediklerini aha şu kulaklarımla duydum.” Ayaz, “Halt etmişler!” diye bağırdı sonra hemen ses tonunu eski haline getirerek, “Bu millet var ya bu millet, Allah’ın arkasından bile konuşur oğlum bunlar” dedi. “Ayaz’cığım! Bu seferki kör bir kuyu; sonra baş aşağı olmayalım?” “Söyle bakayım, ben babanın dostu muydum değil miydim? Sadece bunu söyle, hı?” “Ya tamam dediklerin doğru ama... “ “Bana babanı hatırlatıyorsun. Hergelenin önde gideniydi rahmetli.” Orhan elini kel başında şöyle bir çektikten sonra yüzünü gömeçli sobaya biraz daha yaklaştırdı, “Ben ne hergeleyim ne de gelgeç, her işi yapacak kadar cesurum alimallah!” dedi. “Bana bu fahişeyi ne yapayım diye sordun, ben de boşa gitsin dedim. Kötü mü etmişim? Şimdi de o salağı ne yapayım diyorsun. Onun da icabına şimdiden bakmalısın. Yarın öbür gün kızı çıkıp da buraya gelirse sen artık esnaflığı mesnaflığı unut. Bir de bakmışsın ki kumral saçlı bir kız çocuğu gelmiş, beyefendi babamın dükkanı burası mı diye sana soruyor.” Orhan sessiz kalmıştı. Ayaz, “Olan olmuş artık, olay buraya kadar gelmiş geleceği kadar, daha fazla oyalanmanın alemi yok. Hemen şimdi yola koyulmalısın” dedi. Orhan, “Bu havada mı? Nereye gidebilirim bu karda kıyamette?” dedi ve dışarıya baktı. Gökyüzü, yıllar sonra halkın ‘o kara yıl’ diye tabir edeceği yoğunlukta kar düşürmüştü yere. Halktan bazısı sığınacak yer bulmuşken bazısı da kar ve soğukla amansız mücadele ederek hayatını sürdürmeye çalışıyordu. Kar hayatı felç etmişti. Sokak ve caddelerde garip bir sessizlik hâkimdi. Su boruları donmuş, soğuktan arabalar çalışamaz hale gelmişti. Caddelerde kar kümeleri oluşmuştu. Esnaf kaldırımdaki karları temizlemişti temizlemesine fakat dün geceki yarım metreye yakın yağan kar hala yerde duruyordu. Dar sokaklardaki kar kalınlığı kapıların boyunu geçiyordu. Ahali, karın altından birbirine çıkacak şekilde açtıkları köstebek yuvasına benzer yolları kullanıyordu. Bela mı yağmıştı? Kim bilir, belki! Nice kışlar gelmiş geçmiş, nice karlar yağmıştı fakat böylesini ne gören olmuştu ne duyan. Kargalar ise şehri adeta istila etmişti. Her ağacın üzerinde kargalar vardı. Evde de vardılar. Çitlerin ve sayvanların üzerine gönül rahatlığıyla konmuş, yer yer pervasızca kanatlanıp uçuyorlardı. Yüksek duvarları, kalın pencereleri ve çıkıntılı sekileri olan ev, soğuk ve ruhsuz kalmış, karlar altında unutulup gitmişti. Üst kattaki odaların tavanları şişmişti. Alt kattaki oda küf kokuyordu. Kimsecikler yoktu evde, ne bir ışık yanıyordu ne de birisi çıkıp damda birikmiş karları temizliyordu. Giriş kapısındaki lambanın karpuzu da kırılmıştı. Bir zamanlar o evde un alıp hamur yapan ve mutfağın ortasındaki tandırda ekmek pişiren bir anne vardı. Sıcak ekmeğin güzel kokusuna karışan odun dumanı ocaktan dışarıya süzülürdü. Ekmekler piştiğinde ise anne altı adet ekmeği Sabir amcaya yollamak üzere bir beze sarardı. Aydın ile Orhan beş atlı faytona binerek Sabir amcanın evinin yolunu tutarlardı. Sabir amcanın eşi de ceplerini öteberilerle doldururdu tabii. Bir zamanlar baba merdivenlerden aşağıya her inmek istediğinde yuvarlak korkuluklara tutunur ve saymaya başlardı. Yirmi, yirmi bir... Yirmi birinci korkuluğa geldiğinde başındaki papağı çıkarır, gardıroba asardı. Paltosunu ise üzerinden çıkarıp silkeledikten sonra dolaba bırakırdı. Pantolonunu ıslak mendille silerdi ama asmazdı. Sabahları giyindiğinde ütülü görünsün diye odadaki küçük döşeğin altına sererdi. Bir de ‘Ayda’ isminde bir kız kardeş vardı. Bir mutfakta, bir kilerdeydi. Bir karton eskisi gibi büzülüp gidene kadar romatizma ağrıları çekti. Artık o sessizliğe bürünmüş ve buz kesilmiş odalarda ceset gibi soğuk yorganın altına sıvışarak rahat uyuyacağını hayal edebilecek bir Orhan yoktu. Hayır, herkes ölmüştü. Ve bu sonuncusuydu. “Her ne şekilde olursa olsun bu sonuncusunun da icabına bakmalı” dedi. Ayaz, “Öyleyse ne oyalanıyorsun” diye cevap verdi.

Description:
2007 yılında İngiltere'de en iyi yüz kitap arasına giren "Ölü Ruhlar", insanın yalnızlık duygusunun altında yatanları oldukça sert bir şekilde bize gösteriyor. İran'da bembeyaz karlar altında bir şehir... Sert bir iklimin, çetin doğasında, buz tutmuş öfkelerine hapsolmuş, yal
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.