ebook img

Mevlevi Âdâb ve Erkânı PDF

191 Pages·1963·6.72 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Mevlevi Âdâb ve Erkânı

M E V L E V İ ÂDÂB VE ERKÂNI — Terimler, Semâ’ ve Mukaabele, Evrâd ve tercemesi, Âdâb ve Erkân, Mevlevîlikte dereceler. Mesnevi okutmak, Metinler — Abdülbâki GÖLPINARLI İNKILÂP ve AKA KİTABEVLERt KOLL. ŞTL İstanbul — Ankara Cad. Y E N İ M A T B A A î S t a n b ul — 1963 S U N U Ş Mevlevîlik, yedi asra yakın bir müddet, üç kıtada hüküm süren Osmano- ğullarının ^eniş ve feyizli topraklarında, İslâm medeniyetini temsil etmiş, ken­ di estetik ve teknik şartlan dahilinde, medeniyet âleminde silinmez izler bı­ rakmış, mensubolduğu ekolün en muhteşem musikî eserlerini vermiş, en ünlü şâirlerini yetiştirmiş, en ince el sanatlarını ibdâ’ etmiş, sırasına göre en mistik eserleri yaratmış, sırasına ^öre en insânî duyguları besleyip geliştirmiş, en hfir düşünceleri dile getirmiş, taassuba göğüs germiş, yaşayışa, İlâhî olduğu kadar da beşerî bir zevk katmıştır. Mevlevîlik, öyle bir pota ki, oraya atılan ham madde, orada, istidadına en uygun inkişafı bulmuştur. Mevlevîlik, öyle bir hava ki, o havaya düşen zerre, ya güneşlere ışık salar bir hal almış, Her kİ bugün Veled’e inanuban yüzsüre Yoksul ise bây olur bây ise sultân olur beytinin meâli olmuş, padişahlara feııyruk yürütmüş, taçsız - tahtsız, gönüller hâkaanı sayılmış; ya yokluğa karışmış, addan - sandan geçmiş, insanlığa bir ik­ sir olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir yaşayış gücü vermiş, fa­ kat kendisi. Ettik o kadar ref’-l 'taayyün ki Neşâtî Âyîne-ı pür tâb-ı mücellâda nihâhız beytinin misâli kesilmiş, varlıkta yok olmuş, yökluktai'var görünmüş. O ummandan ağan, o ummana yağan katre, ummanı taşırmış; kulaklara, kimi korkunç uğultular, kimi yürekler ezecek kadar içli ezgiler duyurmuş, kı­ yıya inciler saçmış. En güzel görüş, Mevlânâ’nın nazariyle beslenmiş, gelişmiş; en tatlı ses Mevlânâ’nın konservatuvannda âhenkleşmiş, beste olmuş; ,en gerçek bilgi, Mev- lânâ enstitüsünde metodlaşmış, şah -eserler vermiş; en İnsanî duygu, Mevlânâ harîminde olgunlaşmış, kudret hâline gelmiş. Din tarihine bakın; edebiyât tarihini araştırın; sanat tarihine dalın; mu­ sikî tarihîm dinleyin: Gözünüzü en fazla okşayan şekil «destâr-ı giysû-dâr-ı Mevlevî» ile bezenmiş «Fahr-i Mevlânâ» olacaktır; kulağınıza en fazla çarpan ses, türlü makamlardan gelen «Yâ Hazret-1 Mevlânâ» sesi olacaktır. Yüzyıllar boyunca düşüncemize yol açan, yaratıcılığımıza hız veren, gücümüzü şahlandı­ ran, değerlerimize değer katan, gün geçtikçe Batı dünyasmı da saran Mevlânâ’- — 4 — dır; Doğuda doğan bu güneş, zevalsizdir; Batı dünyasında da doğar; onunla ışıklanan, «Lâ uhibbül afilin» der; onu öyen, kendisini över : Mâdih-î horşîd meddâh-ı hodest Bu duyguyu yaşayan, bu neşeyi sürdüren, bu zevki duyuran erenler, en fazla edebe yer vermişler; Kelâm-ı samtı deryalar gibi hâmûş söylerler mısraında olduğu gibi az söylemişler, çok şey ifâde etmişlerdir. Nev-niyazları terbiye ederlerken, aralarında atasözü hâline gelmiş kelâmlar söylemişler, «kan et, kanun etme; kan eden gelsin, kanun eden gelmesin» demişlerdir. Edebe da­ yanan merasim, Mevlevîlerce hiçbir zaman lüzumsuz sayılmamış, derbederlik, lâubalilik, o irfan meclisine girememiş, girse bile ayn bir nizâm kazanmıştır. Erenler tarafından konmuş törelerin, terbiyeye dayanan geleneklerin bozulma­ sı, kan etmekten beter görülmüş, kanlıya yer verilmiş de, bu töreleri bozanlara, bu geleneklere uymayanlara yer verümemiştir. «Yol» sözü, «âdâb ve erkân» de­ nen törelerin, geleneklerin tümüne ad olmuştur da erenler, «hatır kalsın, yol kalmasın» hükmünü, bir nass hâline koymuşlardır. «Mevlânâ Celâleddîn» adını alan ve III. basımını yapmış olan kitabımızda Mevlânâ, kendi sözleriyle kendi hayatını anlatmış, «Mevlânâ’dan sonra Mevle­ vilik» de, asırlar boyunca süren bu müessese, beşerî, sosyal, siyasî ve kültürel cephelerden incelenmiş, tarih içindeki seyri, adım - adım tâldbedilmiştir. «Mev­ levi âdâb ve erkânı» ise, bu müessesenin inançlarını, törelerini, kaynaklarından İtibaren inceliyecek, son ve kesin şeklini belirtecektir. Bu eser, din ve dînî felsefe, psikoloji ve sosyoloji, edebiyat ve mûsikıy ta­ rihleri bakımından, sanıyoruz ki büyük bir boşluğu dolduracaktır. Biz, bu âdâb ve erkânı, yabancı bir gözle ve dıştan incelemiyoruz; bu potanın içinde şelûl aldık, duygulandık, yaşadık ve yaşattık biz; ilmini yaptığımız şeyin duygusu, inancı ve zevki bizde. Biz, bu «âdâb ve erkânı» ı, yazıyla tesbit ediyoruz; Mûsi- kıysini, hattâ arşivik bir mâhiyette filmini tesbît ise, bu yolda çalışanlara, ça­ lışabilenlere düşer. Mahzen-i innâ fetahnâ berguşâ Sırr-ı cân-ı Mustâfârâ bâz gû Abdülbâki GÖLPINARLI MEVLEVİ TERİMLERİ Kitabımızın, hemen her bölümünde, birkaç terim geçeceğinden, bunları yazdıktan sonra, anlâmlanm anlatmak, yahut not halinde ver­ mek, muhakkak ki okuyucuyu yoracaktır. Bu bakımdan biz, bu terim­ leri, alfaıbetüc olarak önceden vermeyi uygım bulduk. Sonraki bahisler­ de geçen terimleri, doğrudan doğruya yazıp geçeceğiz. Bu terimlerin bir çoğu, Mevlevîlikten ba§ka tasavvuf yoUarinda, bilhassa Bektâşîler de de var; bir kısmıysa yalnız Mevlevilere mahsus. Bunları, yalmz Melevilerde kullmlır diye işaret etmiyeceğiz; an­ cak müşterek olanları belirteceğiz. Şimdi bu terimleri, alfabe sırasiyle yazıyoruz: Agâh ol Aklını başına al, kendine gel, düşün ve anla anlamlarına gelir. Uyu­ yan kimseyi de uyandırırken, bu söz kullanılır, ürkütmemek için ya­ vaşça yatağının yanına gidilir, yastığma hafifçe el ucuyle vurulur, gene yavaşça, «âgâh ol erenler» denir. Allah derdini arttırsın Mevlevîlerde derd, aşk derdidir; gerçeğe ulaşma derdidir. Bu ba­ kımdan, her hangi bir nev-niyâz (bu maddeye bakımz), aşka, cezibeye dair bir tezahürde bulunur, ağlar, yanar, yakılırsa, dedesi, yahut şeyhi, yahut ta ululardan, bu hâli gören biri, sâlike bu cümleyle duâ eder. Allah feyzini arttırsın. Bu da ayni anlama gelen bir duâ cümlesidir. Allah Eyvallah. Bektâşîlerle müşterek olan bu söz, muhatabı temin için kullanılır. «Allah Eyvallah bu, böyledir» gibi. — 6 — Ana bacı Bütün tasavvuf yollarında müşterek olan bu terim, şeyhin hanımı­ na verilen lâkaptır; «Bacı Anne», yahut sadece «Ana» ve «Anne» de denir. Astan. Büyük dergâh (dergâh maddesine bakınız). Araikıyye. «Terlik, ter emen» anlamma gelen bu söz, başa giyilen ve dövme yün keçeden yapılan- beyaz, yahut kahverengi, çok def’a yukarı kısmı, aşar ğıya nisbetle yassı olan ve üstü, iki tarafın birleşmesinden meydana gelen bir çizgi arzeden ıboyu kısa serpuşe denir. Dilde, aarâkıyye» tar­ zına gelmiştir. îlk zamanlarda, Mevlânâ’nın ve yolundan gelenlerin kadın halîfe­ leri olduğu halde (Bakınız: Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik; S. 278 - 281), son zamanlarda, kadınlara dervişlik, şeyhlik ve halifelik verilmezdi. Kadınlara sikke de tekbir edilmez, arâkıyye tebbirlenirdi. Çile çıkarmaya ikrar veren, fakat henüz semâ’ çıkarmamış bulunan matbah canları da, arâkıyye giyerlerdi. Arâkıyye, bilhassa üste doğru yassılır, üstte, tam bir çizgi hâlinde, iki taraf birleşirse bu çeşidine, Elifî arâkıyye» adı verilir. Diğer tasav­ vuf yollarında da arâtayye vardır ve Şeyhlerin, tören olmadığı vakit­ lerde arâkıyye giyip üstüne destâr sarmaları âdettir. Aşk olsun (Aşk vermek, aşk almak). Mevlevîlikte, her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır. «Aşk olmayınca meşk olmaz» atasözü, Mevlevînin her işinde kılavuzu­ dur. Bu bakımdan aşkolsun., sözü, birçok yerlerde kuHamlır: â) Dergâha, yahut birinin evine giden bir Mevlevi, oturunca, ev sahibi, Mevlevi’ye «aşkolsun» der. Mevlevi, buna karşılık, niyâz sec­ desi eder; yâni oturduğu yerde, yere ellerini koyup yeri öper. b) Su, çay, şerbet gibi ir şey içen kişiye, «aşkolsun» denir.. O da, «eyvallah» sözüyle baş keserek karşılık verii. c) Yemek yiyene de, ayni söz kullanılır. «Aşkolsun» sözüne karşılık «aşkın cemâl olsun» denmesi, bu söze muhâtap olanm, «cemâlin nûr olsun» demesi, buna karşılık da, «nû- rûn alâ nûr olsım» karşılığım alması, Bektaşîlikte vardır ve bâzı Bek­ taşî meşrepli Mevlevîlere de geçmiştir. Aşk u niyâz. Selâm yerine kullanılır. Birisine selâm yollanır, yahut mektupta selâm yazılırken, «Aşk u niyâz ederiz» denir. Hâl - hâtır sorulunca da, «Nasılsınız? Diyene, «Aşk u niyâz ederiz» diye mukabele edilir. Diğer tasavvuf yollarmda da vardır; fakat Mevlevilerde olduğu kadar umu­ mi değildir. Şunu da hatırlatalım ki hir Mevlevi, söz arasında «ederim, yaparım, gelirim, gelmem» gibi birinci şahsı kullanamaz; çünkü bu, bir benlik ifadesidir. Bunun yerine, «ederiz, yaparız, geliriz, gelemeyiz» gibi cemi’ sığası kullanır. Aşkolsun diye «Aşk vermek», bu söze muha­ tap olmaya, «Aşk almak» denir. Meselâ, bir yere gidip hatır sorulması, ona cevap veriliş anlatılırken «filân zâta gittik; aşk verdiler, aşk al­ dık» tarzında bir cümle kullanılır. Âteş - bâz. Ateşle oynayan anlamma gelen bu söz, Mevleviilikte, aşçı ve mat- bâh hakkında kullanılan bir terimdir. Konya’da, Meram’ın eski yolun­ da, sağ yanda türbesi bulunan ve zîr-i zemindeki taş sandukasiyle, tür­ benin niyâz penceresinin üstündeki kitâbeden, 684 Recebinin ön ıbeşinde (1285) vefât ettiği anlaşılan tzzeddinoğlu Şemseddin Yûsuf, gene pence­ redeki kitabeden anlaşıldığı gibi «Âteş - bâz» diye amlmaktadır. Bu zât, Mevlevîlerce, Mevlânâ Medresesinin aşçılık hizmetini gören erdir. (Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik, s. 330-334). Bu münasebetle, matbaha ve aşçıya bu ad verilir. Bu sözün, yemek pişiren anlamına «aş-pez» sö­ züyle de bir ilgisi düşünülebilir. Avâm. Bu söz, halk tarafından kullamlan ve okuma - yazma bilmeyen, soylu - boylu olmayan, ıbir mevki ve rhansıba sâhip bulunmayan anla­ mma gelmez. Sûfîlere göre halk, üç kısma ayrılır. Gerçeğe ermeyenler ve çoğunluğu meydana getirenler, düşünceleri yalmz yemek, içmek ve nefsini körletmekten ibaret bulunanlar, «Avâm» dır. Geçeğe ulaşan­ lar, gerçeği bilenler ve bulanlar, «Havâss» adiyle anılır; gerçekle tahak­ kuk edenlereyse, «Havâss-ül havâss» yahut «Ahass-ül hâss, Hâss-ül havâss» denir. Yûnus Emre (720 H. 1320), Henüz iki cihan benüm zmdan görünür gözüme Senün ışkunla bilişen gerek hâss^ül hastan ola (Dîvan, s. 46, beyit. 14) Oruç namaz gusül hac hicabdur âşıklara Âşık andan münezzeh hâss-ül havâs içinde (s. 78, beyit: 281) beyitlerinde bu üçüncü bölüğü andığı gibi, Nîce bir âmî olam nâmî olam câmî olam Nîce bir kâmî olam nâkâm olam nâdân olam beytinde de avâmı, «Âmî - nâdan» tarzında ve terim olarak kullan­ mıştır (s. 186, beyit. 1305). Mevlevîler, «avam» sözünü, kendilerinden olmayanlar ve daha umumî olarak vahdetten anlamayanlar hakkında kullanırlar. Ayak mühürlemek. Sağ ayağın başparmağım, sol ayağın baş parmağı üzerine koyup durmak. Bu duruma, «raühr-pây durmak» da denir. Ayağım mühürle­ yen, sağ elini, parmakları açık olarak göğsüne, kalbinin üstüne, öbür elini sol böğrüne doğru, ayni vaziyette koyar; yahut sağ üstte, olmak üzere parmaklar açık, eller ve parmaklar düz olarak sağ elini sol, sol elini de sağ omuzunun üstüne koyar; parmaklar, omuzlan kavrar. Bu duruma, «niyaz vaziyeti» denir. Ayak mühürlemek hakkında çeşitli ve uydurma rivayetler vardır. Alevîler ve Bektâşîler Hz. Ali’nin vefat ederken, yüzü nikaplı bir Arap gelecek, cenazemi istiyecek; ona verin, tâbutumu devesine bağlayıp götürecek dediğini, bu vasiyet yerine getirildikten sonra bu Arabm kim olduğu düşüncesine kapılarak Haşan ve Huseyn’in, gidip Arabi bulduk­ larını, nikâıbmı açan Arabın, Ali olduğunu gördüklerini söylerler. Ko­ şarken Haşan, sol ayağını bir taşa çarpmış, ba§ parmağı kanamış, mahcûb olmamak için sağ ayağmm baş parmağını, sol ayağmm baş parmağı üstüne koymuş. Gene Alevîlerle Bektâşîlerdeki bir rivayete göre Selmân-ı Fârisî’nin sol ayağmm başparmağı yokmuş. Hizmet eder­ ken durunca, bunu göstermemek için sağ ayağının baş parmağını sol ayağının baş parmağı üstüne kormuş. Mevlevîlerde, ağızdan ağıza gelen rivayete göre Âteş-bâz-ı Velî, bir gün Mevlânâ’ya, odun kalmadı, demiş. Mevlânâ, ayaıklannı kazanın al­ tına koy buyurmuş. O da eyallah deyip gitmiş, oturup ayaklarm kaza­ nın altına uzatmış. Baş parmaklarından çıkan âlev, kazanı kaynatmaya başlamış. Fakat, acaba yanar mı diye şüpheye düştüğünden sol baş par­ mağı yanmış. Bu sırada, hâli Mevlânâ’ya haber vermişler. Mevlânâ, — 9 — gelerek hay âteş - bâz, hay demiş. O da yanan parmağını göstermemek için sağ ayağınm 'baş parmağmı, sol ayağınm ba§ parmağı üstüne koy­ muş. Burhân-ı Kaatı’ tercemesi, «Pây - maçan» maddesinde, bu terimin tasavvuf ehlinin terimi olduğunu, kelimenin, pal3uçluk anlamına geldi­ ğini söyler ve Süfîlerden biri, bir suç işleyince, eşik yanına gidip bir ayak üstünde durarak sağ eliyle sol, sol eliyle sağ kulağını tutup dur­ duğunu söyler (tst. Matbaa-i Âmire - 1268, s. 145). Bir ayaik üstünde durmak, ayak mühürlemektir. Bu şekildeki niyaz vaziyeti Kalenderilerden geçmiştir; ancak Mev- levîlerde, evvelce de söylediğimiz gibi kulaklar tutulmaz, ellerin par­ maklan, omuzlan karar. Bü vaziyet, elim, ayağım yok; bir uğurdan teslim oldum, her şeye razıyım anlamını ifâde eder. Ayak mühürlemek, başka tasavvuf yollannda da vardır ve bu te­ rim, umûmîdir. Âyîn, âyin - han. Semâ’ edilirken okunmak üzere, güfteleri, bilhassa Mevlânâ’nm gazel ve rubailerinden seçilen ve bestelenen Mevlevi Uâhilerine, Mevle- vîlerce «Âyin», bunları meşkedip okuyanlara «âyin - han» denir. Ayn-ı Cem (Ayn-ül Cem’). Sûfilerde, ayrılık, aykırılık anlamına gelen «Tefrika» ve «Birleşmek» anlamma gelen «Cem’» sözleri, birer terimdir, «Tefrika», halkı, Hak’tan ayn bilmek, ayrı görmektir. Buna «Park» da denir. «Cem’», bütün var­ lığı, Tanrımn zuhuru bilip görmek. Tanrıdan başka bir varlık olmadı­ ğını, gerçekten anlamaktır. «Tefrika» ve «Fark» da, kulluk vardır; Cem’deyse kulluk kalmaz. Bu bakımdan Sûfiler, «Farkı olmayanın kul­ luğu yoktur, Cem’i bulunmayanın da ma’rifeti olamaz» ve «Gem’siz fark zmdiıklıktır; farksız cem’, dinsizliktir; tevhid, farkla cem’in bera­ ber bulunuşudur» demişlerdir. Cem’ makamma varabüen Sûfi, ordan yine Fark makamma dönüp, halkı, ancak Hakkm zûhuru olmak bakımından var bilir. Hakkı da, bir ve her varlıktan, o varlığm mazha­ riyetine ve isti’dadına göre zâhir olan Mutlak Varlık olarak bilir ve her şeyi, mazhariyetine göre doğru bulur, sorumluluğu yerinde görürse ke­ mâle ermiş olur. Bu ikinci «Farlo> a, «Fark-ı Muhammedi» derler (Di- sâle-i Kuşayriyyâ s. 46 - 47). Mevlevilerde «Ayn-ül Cem’», vahdet neş’esiyle ve cezbeyle, aşkla İhvamn, tam bir birlik hâlinde toplanıp Semâ’ ve sefâ ile dem sürmesi anlamına kullanılır. Bu terim, halk dilinde «Ayn-i cem» şeklinde söy­ lenir. Ayn-ül Cem’ töreni için «Semâ’» bahsine bakınız.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.