ebook img

Mantık Al-Tayr - Feridüddin Attar PDF

407 Pages·2006·1.42 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Mantık Al-Tayr - Feridüddin Attar

Başlangıç Rahman ve Rahim Tanrı Adıyla Hamdolsun canı yaratan, bir avuç toprağa can bağışlayıp iman veren pak Tanrı’ya. Arşın temelini su üstüne kuran odur; topraktan yaratılanların ömürlerini yel üstüne koyan o! Gökyüzünü kudretle yüceltti... toprağıysa aşağılattıkça aşağılattı. Bir tanesine sürüp giden bir hareket verdi; öbürüne sürüp giden bir sükûn. Gökyüzünü kurulu bir çadır haline getirdi... direksiz, dayaksız durdurdu, döşemesi de yeryüzü oldu. * Altı günde yedi yıldız yarattı... iki harften ibaret bir emirle dokuz göğü halk etti. Yıldızları, altın zarlar şeklinde yaratarak her gece felekle oyuna girişti. Ten tuzağını halden hale soktu, çeşit çeşit hallere düşürdü... can kuşunu toprağa alıştırdı. Deniz, emrine ram oldu... teslimiyetle eridi. Dağ korktu, korkusundan dondu kaldı! Denizi susattı, dudaklarını kupkuru bir hale getirdi... taşı yakut haline soktu, kandan misk yarattı. Dağa hem tepe verdi, hem bel. O da erlikle baş çekti, yüceldi. Gâh ateş üstünde güller desteledi... gâh deniz üstünde köprüler kurdu. * Bir sivrisineği düşmanının başına musallat etti... sivrisinek bu başta tam dört yüz yıl kaldı. * Örümceğe hikmetiyle ağ kurdurdu. Âlemin en ulusuna bu ağ yüzünden huzur ve emniyet ihsan etti. * Karıncaya saç teli gibi incecik bir bel verdi. Süleyman’la boy ölçüştürdü! * Ona Abbasoğullarının elbisesini giydirdi... onu karalara bürüdü... para pul sarf ettirmeden, böyle bir zahmete sokmadan “Tasîn”i verdi. * İsa’da bir iğne bulunduğunu gördü... bu yüzden onu dördüncü kat gökte yüzüstü bıraktı! Dağ tepelerini lalelerle kanlara buladı... gök kubbeyi dumandan halk etti. Toprağı parça parça kan haline getirdi de ondan akik ve lâl gibi değerli taşlar çıkardı. * Güneşle ay, gece gündüz ona secde etmede... alınlarını yolundaki topraklara komada. * Yüzlerindeki nur, o secde yüzünden... yoksa secde etmeyen yüzde nur ne gezer? Gündüze gönül genişliği verdi... yüzünü ağarttı; geceye can sıkıntısını verdi, karanlıklarda yaktı, yandırdı onu. Dudu kuşuna altın gerdanlık taktı... hüthütü haber çavuşu dikti, kılavuz yaptı. Kâinat kuşu, yolunda kanat çırpmada... kapısına bir halka gibi başvurup durmada. Feleği gece gündüz döndürmekte... geceyi giderip gündüzü getirmekte, rızık vermekte! * Balçığa bir üfürdü mü, insan halk eder... bütün âlemi, köpükle dumandan yaratır. Gâh bir köpeğe tapısına kadar yol verir... gâh bir kedi yüzünden yolu keşfeder, gösterir. Bir köpeği yakınlık eri haline kor da, sonra tutar, aslan gibi bir eri köpekleştirir! * Gökyüzünde oturanlara felek sofrasını kurar... güneşi, bu sofraya somun olarak kor. * Gâh bir şeytana Süleymanlık verir... gâh bir karıncaya söz söyleme kudreti bağışlar. * Bir sopayı yılan haline kor... bir ekmek sacının altından bir tufan coşturur. * Gökyüzünü serkeş bir tay haline getirir de yeni ayı ona nal yapar... o nalı ateşe kor, kızdırır! * Bir kayadan dişi deve çıkarır... sarı öküzü feryada, figana getirir. Kışın gümüşler saçar, güzün dallardan altınlar döker. İnsan, okla birisini yaralar, temreni kana gömer, kan içinde gizler... halbuki o, temrene koncadan kanlar verir, besler yetiştirir! Yaseminin başına dört dilimli taç vurur... lalenin başına kanlı külah giydirir. Gâh nergisin başına altın taç kor... gâh o tacı, çiğ taneleri incileriyle bezer. Balıktan aya dek ne varsa hepsi; bütün zerreler, varlığına tanıktır. Akıl, onun yüzünden işlere düşmüş, can ona gönül vermiş, gök dönmeye koyulmuş, yer durup kalmış. Dağ, onun takdiriyle ağır bir hale gelmiş, oturmuş... deniz, ondan utanıp erimiş, su kesilmiş. * Hem yeryüzü, onun tapısında başına topraklar saçıp kalakalmış... hem gökyüzü, halka gibi kapısında hayran olmuş. * Sekiz cennet, onun yanında ancak bir pabuçluk... yedi cehennem, ona göre ancak bir yalım. Toprağın alçaklığıyla gökyüzünün yüceliği onun tekliğine ayrı ayrı iki tanık. * Yeli, toprağı, ateşi, suyu bir yere getirir... her şeyden kendi sırrını ışıklandırır, gösterir. * Toprağımızı kırk sabah yoğurup balçık haline getirdi de sona emriyle can, o balçıkta karar etti. Can, tene girdi... ten canla dirildi. Tene akıl verdi de onunla her şeyi gördü, bildi. * Her şey onu tesbih etmekte, onun tesbihine dalmakta, hatta dalmak şöyle dursun, büsbütün kendinden geçmede. Can, aklı görünce bir görüşe, bir sezişe sahip oldu... kendisine bilgi bağışlanınca da her şeyi tanıyıp anlamaya başladı. Bu anlayışa, bu tanıyışa sahip olunca aczini ıkrar etti, hayretlere gark oldu, işe koyuldu! O tapıda ne varsa, ister düşman olsun, ister dost... hepsinin boynu, onun yükü altında. Hikmeti, herkese bir yüktür yükler... ne şaşılacak şey ki, gene her şeyi koruyan, gözeten odur! * Kimsenin işi gücü yok, ama herkes de bir işte... işsiz güçsüz kimse de yok. * Dağı, önce yeryüzüne mıh yaptı da sonra yerin yüzünü deniz sularıyla yıkadı. * Yeryüzü öküzün üstüne yerleşti... öküz balığın, balık da havanın üstünde! Hava ne üstünde? Ancak bir hiç üstünde! Şu halde her şey hiçten ibaret... bu kıvranmalar, bu didinmeler ancak bir hiç! * Parça buçuk da onun pak zatına delil, tümde; arş da onun tertemiz mülkü, ferş de! O padişahın sanatını düşün hele... bütün bu varlığı bir hiç üstüne kurmuş, görüp gözetmede. Mademki her şey, hep birden bir hiç üstüne kurulmuş... şu halde bütün bu varlık şüphe yok ki, hiçten ibaret! Arş su üstünde, su hava üstünde... geç bu sudan, havadan... bütünü varlık o. Arş da ancak bir tılsım, âlem de. Her şey bir addan başka bir şey değil... varlık, ondan ibaret vesselam. Bu âleme de bak, o âleme de... hep o; ondan başka bir şey yok... varsa bile o var olan gene o! Yazıklar olsun, kimsede kudret yok... âlem güneşle dolu, fakat gözler kör! * Her şey bir zattan ibaret... fakat sıfatlarla sıfatlanmış. Her şey bir harften ibaret... fakat sözler çeşitli! * Er gerek ki padişahı tanısın, hangi elbiseye bürünürse bürünsün, padişahı bilsin! * Böyle er yanılmaz, hangi elbiseye bürünürse bürünsün, padişahını görünce kim olduğunu tanır. Mademki her şey odur, ondan ibarettir... bu yanılmak neden? Yanlışa düşmek, şaşı kişinin kârı... bu bakış, işsiz kalanların bakışı. Ey Hakk’ı tanıyan, bu kadar kıyasa düşme... Neliksiz, niteliksiz Tanrı, kıyasa sığmaz.1 Onu görürsen, bu aklı kaybedersin... her şeyin o olduğunu görür, kendini bile kaybeder gidersin! Ne şaşılacak şey... bütün zerreler elleriyle eteklerini tutmuş, çemremişler, özür getirmedeler; sarhoş bir halde aramadalar! Ey Tanrı, halbuki sen o kadar meydandasın ki, bu yüzden adamakıllı gizlenmişsin... bütün âlem senin de kimse yüzünü görmedi gitti! Her şeyden önce sen vardın, her şeyden sonra da gene var olan sensin. Her şeyi varlığınla izhar ettin, varlığınla gördün... kendini de her şeyde kendine gösterdin... ön, son, ne varsa sensin, senden ibaret! Can cisimde gizli... sense canda gizlisin ey gizliden gizli, ey canlara can olan Tanrı! Damın korucularla, kapın bekçilerle dolu... artık sana kim yol bulabilir, nasıl kapına varabilir? Akıl için de zatına yol yok, can için de... sıfatlarını da kimse bilmez. Can içinde gizli hazinesin, ama tende de görünen sensin, canda da! Bütün canlar, künhüne ermekte âciz... bir nişane elde edememişler. Peygamberler bile yolunun toprağına canlar saçıyorlar. Akıl, varlığından bir ize ulaşır... fakat künhüne ermesine asla imkân yok! Tanrı, canın içindeki de sensin, dışındaki de... ne söylersem söyleyeyim, seni nasıl översem öveyim; hepsinden münezzehsin... fakat hepsi de gene sensin! Varlık âleminde ebedi var olan sensin; bütün elleri kolları bağlamışsın! Ey Tanrı, akıl kapında hayran olmuş... sermayesini kaybetmiş, yolunda kendi de kaybolmuş gitmiş! Bütün âlemi apaçık seninle görüyorum da âlemde senden bir iz bile göremiyorum! Herkes senden bir nişanedir verdi... fakat ey sırları bilen Tanrı, nerede senden bir nişane? Felek bunca göz açtı, ama gene senin yolunda bir toz zerresi bile göremedi gitti! Yeryüzü, derdine düştü, dert topraklarını başına saçtı ama, ne fayda... senin tozunu bile göremedi! Deniz, aşkınla coştu, köpürdü, yüceldi... fakat gene eteği yaş, dudağı kuru bir halde sindi kaldı! Dağın yolunda yüzlerce tehlikeli geçit var. Bu yüzden eteği çamurlara bulanmış, beline kadar balçığa saplanmış, kalakalmış! Ateş, iştiyakınla alevlenmiş, serkeşçesine ateşlere ayak atmış... Yel, sensiz perişan bir hale gelmiş, elsiz ayaksız olmuş, avucuna toprak almış, yel ölçüp poyraz almaya koyulmuş. Güneş iştiyakınla deli divane olmuş... her gece toprağa yüzler sürmede! Ay da sevginle yanmış, her ay hayretle batıp gitmiş, eriyip bitmiş... Suyun ciğerinde bir katre su bile kalmamış... iştiyakınla candan, baştan geçmiş... Toprak, mahallende topraklara döşenmiş, başına topraklar serpip kapında kalakalmış! Nice bir söyleyeyim? Vasfa sığmazsın ki! Ne yapayım, ne işleyeyim... bende zaten bilgi yok. Ey gönül, eğer sen onu istiyorsan, yoluna düş, önüne ardına bak, aklı başında yürü! Kapıya gelen yolculara bak... hepsi de birbirine dayanıp yoldaş olmuş, gelmişler! Her zerreye ayrı bir kapı var; şu halde her zerreden ona başka bir yol var! Sen ne bilirsin hangi yola gideceğini... hangi yolla o kapıya varıp ulaşacağını? Onu apaçık ararsan, işte o zaman gizlenir... gizliliklerde ararsan, açığa çıkar! Açıkta aradığın zaman gizlidir, gizlide aradığın zaman meydanda!

Description:
Feridüddin Attar (1140 civarı - 1220 civarı): Klasik Fars edebiyatının 12. yüzyıl sonu - 13. yüzyıl başındaki en önemli şair düşünürlerindendir. İlahiname ve Tezkiretüt Evliya gibi eserlerinin yanısıra, en tanınmış mesnevisi sayılan ve Mevlana dahil kendinden sonraki pek ço
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.