ebook img

Los Angeles Yolu - John Fante PDF

230 Pages·2000·1.63 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Los Angeles Yolu - John Fante

Kitap Adı: Los Angeles Yolu Kitap Yazarı: John Fante Çevirmen: Avi Pardo Yayınevi: Parantez Sayfa Sayısı: 186 sayfa Basım Yılı: 2004 Tarayan: FK Kitaplığı Düzenleyen: FK Kitaplığı John Fante LOS ANGELES YOLU Çeviri: Avi Pardo Parantez İçindekiler BİR İKİ ÜÇ DÖRT BEŞ ALTI YEDİ SEKİZ DOKUZ ON ON BİR ON İKİ ON ÜÇ ON DÖRT ON BEŞ ON ALTI ON YEDİ ON SEKİZ ON DOKUZ YİRMİ YİRMİ BİR YİRMİ İKİ YİRMİ ÜÇ YİRMİ DÖRT YİRMİ BEŞ BİR Los Angeles Limanı’nda bir çok işe girip çıkmıştım, çünkü yoksulduk ve babanı ölmüştü. İlk işim çukur kazmak olmuştu, liseden mezun olduktan kısa bir süre sonra. Geceleri sırtımın ağrısından uyuyamıyordum. Boş bir alanda hafriyat yapıyorduk, hiç gölge yoktu, güneş bulutsuz gökyüzünden dosdoğru üzerimize iniyordu ve ben zevk için kazan iki yarmayla birlikte o çukurun dibindeydim. Adamlar sürekli fıkra anlatıp katıla katıla gülüyor, acı tütün içiyorlardı. Çılgın gibi girişmiştim işe, bana öğrenmem gereken birkaç şey olduğunu söyleyip gülmüşlerdi. Sonra kazmayla kürek ağırlaşmaya başladı. Su toplayan avucumu emip nefret ettim o adamlardan. Bir gün, öğle paydosunda, oturup ellerime baktım. Seni öldürmeden bu işi bırak, dedim kendi kendime. Ayağa kalkıp küreğimi yere sapladım. “Arkadaşlar,” dedim, “Liman Komisyonu’nun bana önerdiği işi kabul etmeye karar verdim.” Ertesi gün bulaşıkçı olarak çalışmaya başladım. Her gün delikten farksız pencereden dışarı bakıyor ve üzerinde sineklerin uçuştuğu çöp yığınlarını görüyordum. Ev kadını gibi hissediyordum kendimi bulaşık yıkarken, bulaşık suyunun içinde ölü balıkları andıran ellerim iğrenç görünüyorlardı. Şişko aşçıydı benim patronum. Tavalarla şamata yapıp çalıştırıyordu beni. Yanağına bir sinek musallat olduğunda zevkten dört köşe oluyordum. Dört hafta çalıştım o işte. Arturo, dedim sonunda, bu iş fazla bir gelecek vaat etmiyor, neden hemen istifa etmiyorsun? Neden şu aşçıya cehenneme kadar yolu olduğunu söylemiyorsun? Geceyi bekleyecek halim yoktu. O sıcak ağustos öğle sonrasında önümdeki bulaşık yığınına baktıktan sonra önlüğümü çıkardım. Gülümsedim, elimde değildi. “Gülünç bir şey mi var?” diye sordu aşçı. “Benden bu kadar. İşi bırakıyorum. Gülünç olan bu.” Arka kapıdan çıktım, arkamdan bir çan çaldı. Aşçı çöp yığınının ve bulaşıkların arasında durmuş başını kaşıyordu. O bulaşıkları düşündükçe gülerim, hep gülünç gelmiştir bana. Bir kamyonda hamallık yapmaya başladım sonra. Bütün yaptığımız San Pedro ve Wilmington’daki liman esnafına koliyle tuvalet kağıdı dağıtmaktı. Büyüktü koliler, her biri yirmi beş kilo. Geceleri yatağımda o kolileri düşünüyor, sabaha kadar dönüp duruyordum. Kamyonu patronum kullanıyordu. Kollan dövmeliydi. Daracık sarı polo gömlekler giyerdi. Kas fışkırıyordu adamın her yerinden. Bir kızın saçlarını okşar gibi okşardı kaslarını. Onu kıvrandıracak bir şeyler söylemek gelirdi hep içimden. Koliler depoda diziliydi, tavana kadar. Patron kollarını kavuşturup kolileri kamyona taşımamı söylerdi. O dizerdi kolileri. Arturo, dedim bir gün kendi kendime, bir karar vermen gerekiyor; adam çok güçlü görünüyor, ama sana ne? O gün düştüm ve kolilerden biri mideme indi. Patron homurdanıp başını salladı. Kolej takımında bir Amerikan futbolu oyuncusunu çağrıştırdı bana, neden üzerinde üniforması yok diye geçirdim içinden. Ayağa kalktım gülümseyerek. Öğle paydosunda yemeğimi yavaş yavaş yedim, aldığım darbeden midem ağrıyordu. Kamyonun altına uzanmıştım, serindi orası. Öğle paydosu göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Patron depodan çıkıp beni sandviçimi dişlerken buldu, şeftalim dokunulmamış olarak yanımda duruyordu. “Gölgede oturman için para vermiyorum sana,” dedi. Kamyonun altından çıkıp ayağa kalktım. Sözcükler hazırdı. “Benden bu kadar,” dedim. “Senin ve aptal kaslarının cehenneme kadar yolu var. İşi bırakıyorum.” “İyi,” dedi. “Umarım.” “Kesinlikle bırakıyorum.” “Allaha şükür.” “Bir şey daha var.” “Ne?” “Bence fazla gelişmiş ayının tekisin.” Yakalayamadı beni. Daha sonra şeftaliye ne olduğunu merak ettim. Topuğuyla ezmiş miydi acaba? Üç gün sonra öğrenmek için oraya gittim. Şeftali yolun kenarında duruyordu, üzerinde yüzlerce karınca kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Sonra bakkal çırağı olarak işe başladım. Patronum karpuz göbekli, Tony Romera adında bir İtalyan’dı ve bir şeyle meşgul olmadığında peynir sandığının başında durup parmaklarıyla küçük peynir parçalan koparırdı. Liman halkı ithal mal istediklerinde ona gelirlerdi. Bir sabah dükkana girdi ve beni elimde kağıt kalemle buldu. Envanter çıkarıyordum. “Envanter mi?” dedi. “O da ne?” Anlattım, hoşuna gitmedi. Etrafına bakındı. “İşe koyul,” dedi. “Her sabah ilk iş olarak yerleri süpüreceğini sanıyordum.” “Envanter çıkarmamı istemiyor musun?” “Hayır. İşe koyul. Envanter menvanter istemiyorum, yerleri süpür.” Her gün saat üç sularında dükkan dolup taşıyordu. Bir kişinin tek başına altından kalkabileceği bir iş değildi. Tony Romero elinden geleni yapıyor ama yetişemiyordu; boynu ter içinde kalıyor, müşteriler bir süre bekledikten sonra zamanlan olmadığı için gidiyorlardı. Bir gün Tony beni bulamadı. Dükkanın arkasına gelip tuvaletin kapısını yumrukladı. İçerde Nietzsche okuyor, şehvet üzerine uzun bir bölümü ezberlemeye çalışıyordum. Kapının yumruklandığını duydum ama oralı olmadım. Tony Romera kapının önüne bir yumurta sandığı koyup üzerine çıktı. Koca çenesi kapının üzerine uzandı ve beni gördü. “Managgia Jesu Christi!”diye bağırdı. “Hemen çık ordan!” Hemen çıkacağımı söyledim ona. Kükreyerek uzaklaştı. Ama bu yüzden kovmadı beni. ’ Bir akşam kasanın başında o gün yaptığı satışları topluyordu. Geç olmuştu, dokuza geliyordu saat. Kapanmadan önce kütüphaneye yetişmek istiyordum. Bir küfür homurdanıp beni çağırdı. Yanına gittim. “Kasada on dolar açık var.” “Tuhaf,” dedim. “On dolar yok.” Hesaplarını üç kez dikkatle kontrol ettim. On dolar eksikti gerçekten. Testere talaşını tekmeleyerek yerlere baktık. Sonra kasaya baktık bir kez daha, sonunda çekmeceyi çıkarıp içine baktık. Bir şey bulamadık. Belki yanlışlıkla birine vermiş olabileceğini söyledim. Öyle bir şey yapmadığından emindi. Parmaklarını gömleğinin ceplerine daldırıp duruyordu. Sosisten farkı yoktu parmaklarının. Ceplerini okşadı. “Bir sigara ver bana.” Arka cebimden sigara paketini çektim, on dolarlık banknot düştü yere. Sigara paketinin içine zulalamıştım, ama çıkmıştı içinden bir şekilde. Aramıza düştü. Tony elindeki kurşun kalemi sıkıp parçaladı. Yüzü morardı, yanakları şişip indi. Boynunu geriye atıp yüzüme tükürdü. “Seni iğrenç sıçan! Defol!” “Pekala,” dedim. “Sen bilirsin.” Tezgahın altından Nietzsche kitabımı alıp kapıya doğru yürüdüm. Nietzsche! O ne biliyordu ki Nietzsche hakkında? On doları buruşturup bana fırlattı. “Üç günlük mesai ücretin, hırsız piç!” Omuz silktim. Böyle bir yerde Nietzsche! “Gidiyorum,” dedim. “Heyecanlanma.” “Defol!” Elli adım uzaktaydı benden. “Bak,” dedim, “gidiyor olmaktan son derece memnunum. O gülünç ve hantal riyakarlığından bıktım. Bir haftadır bu korkunç işten ayrılmaya can atıyordum. Cehenneme kadar yolun var, sahtekar Dago!” Ancak kütüphanenin kapısına vardığımda kestim koşmayı. Los Angeles halk kütüphanelerinden biriydi. Bayan Hopkins görevliydi o gün. Uzun sarı saçlarını özenle taramıştı. Yüzümü saçlarına gömüp koklamak gelirdi içimden hep. Okşamak. Ama o kadar güzeldi ki onunla konuşmakta bile güçlük çekiyordum. Gülümsedi. Soluğum kesildiği için saate baktım. “Yetişemeyeceğimi sanmıştım,” dedim.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.