1828’de Fransa’da doğdu. Jules Verne, denizcilik geleneği olan bir ailenin çocuğuydu ve bu durum onun yazın hayatım derinden etkiledi. Küçük bir çocukken gemilerde tayfalık yapmak için evden kaçtı ama yakalanıp ailesine teslim edildi. 1847’de hukuk öğrenimi görmesi için Paris’e gönderildi. Ancak Paris’teyken tiyatroya ilgisi derinleşti. 1850’lerin sonlarında ilk oyunu yayımlandı. Babası, hukuk öğrenimini bıraktığını duyduğunda aralarında büyük bir tartışma çıktı ve harcamaları için gönderilen para kesildi. Bu durum Jules Verne’i öykülerini satarak para kazanmaya zorladı. Paris’in kütüphanelerinde jeoloji, mühendislik ve astronomi okunarak geçirilen uzun saatlerden sonra, Jules Verne ilk kitabı Balonla Beş Hafta'yı yayımladı. Bu romanı, Dünya’nın Merkezine Seyahat, Dünya’dan Ay’a ve Denizler Alanda 20 Bin Fersah gibi romanlar izledi. Romanlarının büyük beğeni toplaması Jules Verne’i zengin bir adam yaptı. 1876’da büyük bir yat aldı ve Avrupa’nın çevresini yatıyla dolaştı. 1905'te Amiens'te öldü. Jules Verne Livonya’da Bir Dram Özgün Adı: Un Drame en Livonie Çeviren: Volkan Yalçıntoklu İthaki Yayınları - 419 Edebiyat - 336 ISBN 975-273-170-8 1. Baskı Man, 2006, İstanbul © İthaki, 2006, İstanbul Yayın Koordinatörü: Füsun Taş Sanal Yönetmeni: İbrahim Çeşmecioğlu Sayla Düzeni Ve Baskıya Hazırlık: Cemile Öz Kapak, İç Baskı: İdil Matbaacılık (Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay, Paz. Tic Ltd. Şii.) Cilt: Yıldız Mücellit İthaki Yayınları Mühürdar Cad. İller Ertüzün Sok. 4/6 34710 Kadıköy İstanbul Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.ithaki.com.tr Çatalçeşme Sok. Yavuz Han 26 Cagaloğlu-İstanbul Tel: (0212) 512 76 00 Faks: (0212) 519 56 56 Jules Verne Kitaplığı; Jules Verne kitaplarını yıllar önce Türkçeye kazandırmış olan A. İhsan Tokgöz’e' ithaf edilmiştir. A. İhsan Tokgöz: Türk yazar, yayıncı ve siyaset adamı. Jules Verne’in romanlarını Türkçe'ye ilk çeviren kişidir. 1890 yılında Âlem Basımevi’ni kurdu ve Edebiyat-ı Cedide akımının yayın organı olan Servet-i Fünun Dergisi’ni yayımlamaya başladı. İkinci Meşrutiyet'ten Birinci Dünya Savaşı sonlarına değin Yüksek Ticaret Mektebi'nde coğrafya öğretmenliği yaptı. 1919’da Avrupa'ya giderek Heyet-i Temsiliye'nin amaç ve fikirlerini batı kamuoyuna duyurmaya çalıştı. Lozan Barış Konferansı sırasında da Türk Basın Bürosu’nun yöneticiliğini yaptı. 1931’de Ordu milletvekili olarak girdiği TBMM’de yasama görevini ölümüne değin sürdürdü. Başlıca yapıtları: Altı Hafta Nil’de Seyahat, Avrupa’da Ne Gördüm, Tuna'da Bir Hafta, Tirol Cephesinde Ateş Hattında, Matbuat Hatıralarım. Karanlığın ortasında tek başına ilerleyen adam, kışın uzun süren soğuğuyla üst üste yığılmış olan buz kütlelerinin arasından bir kurt gibi süzülüyordu. Astarlı pantolonu, inek tüyünden bir kaftanı andıran paltosu, kulaklığı kıvrılmış kasketi onu karayelin dondurucu soğuğundan yeterince koruyamıyordu. Dudakları ve ellerindeki derin çatlakların acısı içine işliyordu. Parmak uçları acıyla sızlıyordu. Nisanın ilk günlerinde olunmasına rağmen, ellisekizinci enlem derecesinde alçalmış göğün bulutları kara dönüşme eğilimi gösteriyorlardı. 1 Adam durmamak için direniyordu. Bir molanın ardından belki de yola devam edecek gücü kendinde bulamayacaktı. Akşam ona doğru adam durdu. Bunun nedeni bacaklarında yürüyecek derman kalmanormalması, soluğunun kesilmesi ya da yorgunluğa yenik düşmesi değildi. Fizik gücü de en az morali kadar yerindeydi. Tasvir edilemez bir vatanseverlik duygusunu belli eden güçlü bir sesle, “Nihayet... sınır...” diye haykırdı, “Livonya sınırı.... ülkenin sınırı!” Kollarını alabildiğince iki yana açarak önünde batıya doğru uzanan boşluğu nasıl da kucaklamıştı! Zeminin beyaz yüzeyine bu son etabın izini bırakmak istermişçesine, nasıl da güvenli adımlarla basmıştı! Çok uzaktan; yürekliliğiyle meydan okuduğu, zekasıyla üstesinden geldiği, gücü ve her fırsatta gösterdiği dayanıklılığıyla yendiği onca tehlikenin arasından, binlerce verst1 uzaktan geliyordu. İki aydan beri kaçaktı, uçsuz bucaksız stepleri aşarak, kazak karakollarıyla karşılaşmamak için zahmetli dönemeçleri katederek, art arda sıralanmış yüksek dağların sarp kıvrımların arasından süzülerek, polisin sıkı bir denetim uyguladığı Rus İmparatorluğu’nun merkez bölgelerine dek uzanarak batıya doğru ilerliyordu. Ve sonunda hayatını kaybedebileceği çatışmaları mucize eseri atlatmış olarak haykırıyordu, “Sınır... Livonya sınırı!” Kaçağın uzun yıllardan sonra hiçbir korkuya kapılmadan geri döndüğü bu ülke, onun güvenlik içinde olacağı, dostlarının, ailesinin onu kollarını açarak bekleyeceği ve bir kadın ile çocukların, geri dönüşüyle onları şaşırtıp büyük bir sevince boğana dek yolunu gözleyecekleri anavatanı mıydı? Hayır! Buradan yalnızca kaçak olarak geçecekti. En yakın limana ulaşmayı deneyecek, hiç şüphe uyandırmadan bir gemiye binmeye çalışacaktı. Ve Livonya kıyısı gözden kaybolana dek kendisini güvende hissetmeyecekti. “Sınır!” diye haykırmıştı bu adam. Ancak ne bir akarsuyun, ne bir dağ zincirinin, ne de sık ağaçlıklı bir ormanın ufkunu sınırlamadığı bu sınır hangisiydi?... Hiçbir coğrafi tanımlamaya uymayan bu sınırı belirleyen uluslararası bir hat yok muydu?... Bu sınır Rus İmparatorluğu’nu Baltık bölgesinin üç ülkesi olan Estonya, Livonya ve Courlande’dan ayırıyordu. Bu noktada sınır hattı Peipous Gölü’nün kışın katı, yazın sıvı halde bulunan yüzeyini kuzeyden güneye doğru ikiye bölüyordu. Kararlı adımlarla ilerleyen, güçlü göğsü, geniş omuzları ve gürbüz bedeniyle yaklaşık otuz dört yaşındaki bu uzun boylu kaçak kimdi? Yüzüne kadar inmiş olan ve arasından sarı, gür bir sakalın uzandığı kapüşonu rüzgarla havalandığında, ışıltısını buz gibi esen yelin bile söndüremediği canlı bir çift gözün parladığı fark ediliyordu. Belini kavrayan geniş kıvrımlı bir kemer, içinde uzun bir yolculuğun gereksinimlerini karşılayamayacak birkaç kağıt rubleden ibaret tüm parasının bulunduğu ince, deri bir çantayı muhafaza ediyordu. Donanım olarak yanında bir altıpatlar, deri kılıfta bir bıçak, içinde hâlâ bir miktar erzak bulunan küçük bir torba, yarısına kadar kiraz rakısıyla dolu bir matara ve sağlam bir baston vardı. Ona göre bu torba, bu matara, hatta bu para çantası vahşi hayvanlarla ya da polislerle karşılaştığında kullanmaya kararlı olduğu silahlarından daha değersizdi. İşte bu koşullar altında yolculuk ederek fark edilmeden Baltık Denizi’nin ya da Finlandiya Körfezi’nin limanlarından birine ulaşmaya çalışıyordu. Kaçışı Moskova yönetimince karakol amirlerine bildirilmiş olsa da bu tehlikeli yolculu-gu şu ana dek elverişli koşullarda sürdürmüştü. Ancak bu durum, denetimin daha sıkı olduğu kıyıya yakın bölgelerde de aynı şekilde devam edecek miydi?... Bir kamu hukuku suçlusu ya da siyasi bir mahkum olarak kaçışının diğer birimlere bildirildiğine hiç şüphe yoktu ve büyük bir dikkatle arandığı ortadaydı. Şimdiye dek yaver giden talihi onu Livon-ya sınırına kadar getirdiyse de limanda işler tersine dönebilirdi. Yaklaşık olarak yüz yirmi verst uzunluğunda ve altmış verst genişliğinde olan Peipous Gölü, yaz mevsimi boyunca bereketli sularında avlanan balıkçılarla dolup taşıyordu. Yarım yamalak yontulmuş ağaç gövdelerinin ve baştan savma rendelenmiş tahta parçalarının bir araya getirilmesiyle yapılan, “struzze” adlı hantal kayıklarla gölde yolculuk ediliyordu. Bu kayıklar, gölün doğal savağı boyunca yol alarak çevre köylerle Riga Körfezi’ne kenevir, keten ve buğday taşıyordu. Oysa ilkbaharların geciktiği bu yüksek enlem derecesinde, yılın bu döneminde, göl teknelerin yol alması için elverişli değildi, hatta kışın sert soğuklarıyla donmuş yüzeyinin üzerinden bir topçu birliği bile geçebilirdi. Orta bölümünde yükselen buz kütleleri ve ırmaklara açılan ağzını tıkayan devasa buz kütleleriyle geniş, beyaz bir ovayı andırıyordu. İşte kaçağın yönünü bulmakta zorlanmadan, emin adımlarla yürüdüğü ürkütücü buz çölünün görünümü böyleydi. Zaten bölgeyi tanıyordu, gün ağarmadan önce gölün batı kıyısına ulaşabilmek için hızlı adımlarla ilerliyordu. “Daha gecenin ikisi,” dedi o zaman. “En fazla yirmi verst sonra akşama kadar dinlenebileceğim bir balıkçı kulübesi bulmakta zorluk çekmeyeceğim... Artık yabancısı olmadığım bu ülkede el yordamıyla yol almayacağım!” Yorgunluğunu unutmuş, güvenini yeniden kazanmış gibi görünüyordu. Kötü talih polislerin kaybettikleri izini bulmalarına izin verse de onları atlatmasını bilecekti. Peipous Gölü’nü şafağın ilk ışıklarından önce aşamayacağından endişelenerek adımlarını sıklaştırdı. Matarasındaki kiraz rakısından aldığı sıkı bir yudumla canlandıktan sonra hiç mola vermeden, hızlı adımlarla yoluna devam etti. Sabah dörde doğru ufukta kırağıyla kaplı birkaç çam, kayın ağacı ve akağaçtan oluşan cılız bir ağaç kümesi seçilebiliyordu. Kara oradan başlıyordu. Yine orada tehlikeler artacaktı. Livonya sınırı, Peipous Gölü’nü ortadan bölüyorsa da gümrük karakolları bu hat üzerinde değildi. Yönetim onları yaz mevsimi boyunca struzzelerin yanaştığı batı kıyısına taşımıştı.
Description: