ebook img

Kukla PDF

244 Pages·2016·0.9 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Kukla

Esra-www.cepforum.com Ahmet Ümit Kukla Sevgili arkadaşım, Alparslan Bayramgil’e Pinokyo, polislere: “İzin verirseniz şapkamı alabilir miyim?” diye sordu. “Al, ama çabuk ol.” Kukla, şapkasını aldı; ama kafasına koyacağına, dişlerinin arasına sıkıştırdı, denize doğru koşmaya başladı. Polisler onu yakalamanın güç olacağını düşünerek peşinden bütün köpek yarışlarında birincilik ödülü almış bir tazı saldılar. Pinokyo hızla koşuyordu, ama köpek daha hızlıydı. Herkes bu korkunç yarışın nasıl sonuçlanacağım görmek için pencerelere çıktı, sokaklara döküldü. Ama yarışın sonunu göremediler; Pinokyo’yla köpek öylesine toz kaldırmışlardı ki, sokakta göz gözü görmüyordu. Pinokyo, Carlo Collodi, çev. Ülkü Tamer, Remzi Kitabevi, s. 90 İçindekiler: Birinci bölüm 7 İkinci bölüm 10 Üçüncü bölüm 12 Dördüncü bölüm 16 Beşinci bölüm 22 Altıncı bölüm 26 Yedinci bölüm 31 Sekizinci bölüm 35 Dokuzuncu bölüm 39 Onuncu bölüm 43 On birinci bölüm 48 On ikinci bölüm 54 On üçüncü bölüm 57 On dördüncü bölüm 62 On beşinci bölüm 68 On altıncı bölüm 75 On yedinci bölüm 80 On sekizinci bölüm 88 On dokuzuncu bölüm 94 Yirminci bölüm 103 Yirmi birinci bölüm 111 Yirmi ikinci bölüm 116 Yirmi üçüncü bölüm 122 Yirmi dördüncü bölüm 128 Yirmi beşinci bölüm 138 Yirmi altıncı bölüm 146 Yirmi yedinci bölüm 151 Yirmi sekizinci bölüm 158 Yirmi dokuzuncu bölüm 163 Otuzuncu bölüm 169 Otuz birinci bölüm 174 Otuz ikinci bölüm 181 Otuz üçüncü bölüm 186 Otuz dördüncü bölüm 192 Otuz beşinci bölüm 199 Otuz altıncı bölüm 205 Otuz yedinci bölüm 212 Otuz sekizinci bölüm 218 Otuz dokuzuncu bölüm 225 Kırkıncı bölüm 236 Birinci bölüm Gazete binasının önüne geldiğimde vakit öğleyi bulmuştu. Sabahtan beri yağan yağmur dinmiş, cüretkâr bir güneş, kül rengi bulutların arasından sıyrılıp, tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı. Yaşlı Plymouth’umdan inerken Tolga’yı gördüm. Fotoğraf çantası omzunda hızlı hızlı yürüyordu. Beni fark edince duraksadı. “Merhaba Adnan Abi.” Eliyle arabamın kaportasına dokunarak ekledi. “Senin Anka Kuşu yine formunda.” “Anka Kuşu” bizim 54 model Plymouth’un lakabıydı. Babamdan miras kalan arabayı gördüğü gün rahmetli Tufan Abi takmıştı bu adı ona. “Formunda olacak tabiî. Kimin arabası?” “Öyle, öyle de” dedi, “sahibi gazeteye biraz erken gelse daha iyi olacak.” Takılmasına aldırmadım. Gençlerin içinde en çok onu severdim. Biraz laubaliydi, ama işinin erbabıydı. İki yıl önce, yani henüz haber yapma yeteneğimi yitirmemişken hep onu alırdım yanıma. “Daha öğrenememişsin bu mesleği” dedim başımı sallayarak. “Erken gelmek çömezlere mahsustur. Tecrübeli gazeteciler öğleden önce işe gelmez.” Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı, eliyle bir hoşça kal işareti çakarak, ileride onu bekleyen beyaz Opel’e doğru yürüdü. Opel’in arka koltuğunda kendim araştırmacı gazeteciliğin üstadı ilan eden Şekip İnce oturuyordu. Baktığımı görünce, selam vermemek için başını öne eğdi. Bir zamanlar kıçımdan ayrılmayan adam, gazetede yıldızım söndüğünden beri benden uzak duruyordu. Bugün selamımızı da almamıştı. Demek ki artık ilişkileri iyice koparmak istiyordu. Ne diyebilirdim, akıllı çocuktu. Ben de ona arkamı dönerek, gazete patronumuzun “Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en görkemli plazası” olarak tanımladığı, o biçimsiz, beton, çelik ve cam yığınına yürümeye başladım. Döner kapının hemen önünde iki küme oluşturan benim gibi tiryakiler tutkuyla sigaralarını içiyorlardı. İkitelli’ye taşındıktan sonra, Cağaloğlu’ndayken özgürce tüttürdüğümüz sigaralarımızı bina içerisinde içmemiz yasaklanmıştı. Zaten şehirden bu kadar uzak bir yerde çalışmayı henüz içimize sindirememişken, sigaranın dışarıda içilmesi zorunluluğunu önceleri açık bir zulüm olarak görüp direnmeye kalkmış, fakat yönetimin kararlılığı karşısında duruma razı olup, nikotin ihtiyaçlarımızı, yağmur, kar demeden kapı önünde giderir olmuştuk. Sigara içenlerin arasından tanıdıklarımla selamlaşarak, cam fanus adını verdiğim kapıya yaklaştım. Adımımı atmamla birlikte cam fanusun beni kapıp gazetenin içine fırlatması bir oldu. Çilem bitti mi dersiniz, ne gezer. Şimdi de geçilmesi zorunlu bir kale gibi, güvenlik kapısı dikiliyordu karşımda. Arabamın anahtarını, cep telefonumu görevliye verdikten sonra kapıdan geçtim. Gazeteye her gelişimde yaptığım gibi santraldaki üç kızı başımla selamlayarak geçiş turnikesine yöneldim. Kimlik kartımı elektronik aygıta uzatıp, kendimden emin bir tavırla turnikeye girdim. O da ne? Çelik demirler geçişime izin vermiyordu. Teknik bir arıza olduğunu düşündüm. Kartı yeniden uzatarak, geçmeyi denedim. Boşuna, çelik çubukların beni geçirmeye hiç niyetleri yoktu. Halime acıyan bir güvenlik memuru yaklaştı. Kartı alıp bir de o denedi. Hayır, elektronik aygıt gerçekten de kartımı okuyamıyordu. Güvenlik memuru elinde kartımı evirip çevirirken, bende jeton düştü. Kovulmuştum. Şekip İnce’nin beni görmezden gelmesinin nedeni de buydu. Kovulduğumu o da biliyordu. Büyük olasılıkla patron onlarla bu konuyu konuşmuş, tepki göstermelerini önlemek için onaylarını almıştı. Kovulduğumuza göre demek ki kimse de bizi savunmamıştı. Belki Arif... Yok canım Arif karşı çıksaydı, beni arayıp kovulduğumu da haber verirdi. Anlaşılan o da artık beni savunmaktan yorulmuştu. Yine de ona kızmaktan kendimi alamıyordum. Edeceği altı üstü bir telefondu. Hiç değilse insanların gözü önünde böyle kapıdan dönmek zorunda kalmazdım. Bir an turnikenin üzerinden atlayıp, içeri girmeyi başta Arif olmak üzere alayına sövüp saymayı, rezalet çıkarmayı düşündüm. Ama bu duygum parladığı gibi çabucak söndü. Onlar buna değmezdi, daha da önemlisi düşündüklerimi yapacak güç yoktu bende. Olan olmuştu. Şimdi pişkin görünme zamanıydı. İçimde büyüyen bozgun duygusunu bastırıp, yüzüme rahat bir ifade yerleştirdim. Güvenlik görevlisine teşekkür ederek, elindeki kartımı aldım. Kapıya yönelecekken, duraksadım. Kapıyla aramdaki uzaklık topu topu beş altı metreydi. Kimseye çaktırmadan gitsem, hayır, hayır, böyle kuyruğumu bacaklarımın araşma kıstırıp, kaçar gibi uzaklaşmamalıydım. Nasıl olsa kovulduğumu anlayacaklardı. Onlar anlamasa bile, daha şimdiden kuşkulu gözlerle beni süzmeye başlayan bu genç irisi güvenlik görevlisi olanları ballandıra ballandıra anlatmaktan geri durmayacaktı. Santraldaki kızlara yöneldim. Biri telefonla konuşuyor, öteki not alıyor, diğeri ise mutsuz gözlerle boş boş önüne bakıyordu. Beni görünce boş boş bakması kayboldu, ama mutsuzluğu öyle kolay kolay geçeceğe benzemiyordu. “Buyurun Adnan Bey” dedi yılgın, adeta cansız bir sesle. “Ne istemiştiniz?” “Teşekkür ederim, hiçbir şey istemiyorum” dedim. Acınacak durumuyla alay edebilen birinin kendine güveni içerisindeydim. Az önce bana geçit vermeyen turnikeyi işaret ederek ekledim. “Duruma bakılırsa işten ayrılıyorum. Sizlerle vedalaşmak istemiştim.” Kız yine boş boş bakmaya başlayınca, bütün bu konuşmaları yapmaya kalkıştığım için kendime lanetler yağdırarak, “İşten kovuldum” diye açıkladım. “Artık görüşemeyeceğiz. Sizlerle vedalaşmak istedim.” Kızın boş bakan gözleri şaşkınlıkla büyüyünce rahatladım. Sonunda derdimi anlatabilmiştim. “Ah, çok üzüldüm” dedi. Sonra dönerek yanındaki arkadaşlarına kötü haberi verdi. “Duydunuz mu? Adnan Bey gazeteden ayrılıyormuş.” İki kız da işlerini bırakıp bana baktılar. “Hadi canım?” diye söylendi telefonla konuşanı, eliyle ahizeyi kapatarak. “Evet, Kenan Bey’e yaptıklarını Adnan Bey’e de yapmışlar. Turnikenin önünde kalmış.” “Ne kadar ayıp” diye mırıldandı öteki. “Hadi Kenan Bey neyse de siz bu gazetenin direğiydiniz.” “Zaten hep iyi insanlar gidiyor” dedi hâlâ eliyle telefonun ahizesini kapatan kız. “Şu gazetede o kadar gereksiz insan varken sizi mi buldular kovacak!” İçten görünüyorlardı, ama benim konuşmayı uzatmaya hiç niyetim yoktu, güvenlik görevlisini de unutmadan hepsine ayrı ayrı teşekkür ederek ayrıldım yanlarından. Döner kapıdan çıkarken, kızın bahsettiği Kenan’ı düşünüyordum. İkitelli’ye taşındıktan sonra işten çıkarılan ilk üst düzey gazeteciydi. Benim gibi bir sabah işe gelmiş ve içeri girememişti. Ne olup bittiğini anlayıncaya kadar iyice rezil olmuş, sonra da çaresizce evinin yolunu tutmuştu. Kapıdan çıkmadan önce, “Demek ki İkitelli’de insan işten böyle atılıyormuş” diye mırıldandığını söylediler. Gazetecilerin arasında pek sevilmezdi Kenan. Ne yalan söyleyeyim, birçok arkadaş gibi ben de içten içe sevinmiştim onun böyle aşağılanarak işten atılmasına. Kim derdi ki bir gün ben de aynı biçimde işten atılacaktım. Gerçekten de işten atılmayı hiç beklemiyordum. Evet, son iki yıldır işler çok kötü gidiyordu. Artık gazetecilik yaptığım söylenemezdi. Bana açtıkları köşede haftada bir suyuna tirit yazılar yazıp, durumu idare etmeye çalışıyordum. Ama benim gibi o kadar çok gazeteci vardı ki. Bir dönem başarılı işler yapıp sonra yorulan, sıkılan, bunalıma düşen gazetecileri yönetim başından atmaz, belki vefa borcuyla, belki ileride işe yarar düşüncesiyle elinde tutmaya devam ederdi. Ben de yedekte tutulan gazetecilerden biri olarak gül gibi geçinip gidiyordum. Geçinmek deyince kendi faturalarımdan önce oğlumun son okul taksiti aklıma geldi. Ödeyemezsem Funda’ya yani eski karıma çok ayıp olurdu. Kovulduğumu anladıktan sonra ilk kez panikliyordum. Geçim derdi hiç aklıma gelmemişti. Boşuna suçlamamıştı Funda beni, “Sorumsuz herif” diye... Dur dur, hemen karamsarlığa kapılmayalım. İşten çıkardıklarına göre bu adamlar tazminatımı da ödemek zorundaydılar. Kenan’ı kovduklarında tazminatını geciktirmeden ödemişlerdi. Altı yıldır bu gazetede çalıştığıma göre alacağım para da hatırı sayılır bir miktar olmalıydı. O parayla oğlanın son taksitini öder, kalanıyla da iş buluncaya kadar idare ederdim artık. Yeniden rahatlamıştım. Önüme çıkan su birikintisinin üzerinden sevinçle atladım. Ama çok geçmeden kapıldığım bu sevincin ne kadar aptalca olduğunu anladım. Elimdeki para bitince ne yapacaktım? İş bulurum, diye mırıldandım, kendimi ikna etmeye çalışarak, ama buna inanmak çok zordu. Bizim camiada, benim artık işe yaramayan bir alkolik olduğum söylentisi çoktan yayılmıştı. Hangi gazete benim gibi birini işe alırdı? Hadi eski günlerin hatırına, dostların yardımıyla işe alındım diyelim, ben bu karmakarışık kafayla, bu yılgın ruh haliyle nasıl çalışırdım? Gazete yönetimine, beni işten çıkaranlara içimden küfürler yağdırmaya başladım. Sahi bunlar beni niye işten çıkarmışlardı? Ocak ya da temmuz ayı olsa enflasyonla mücadele gerekçesiyle attıklarını düşünecektim, gazeteler genellikle bu aylarda insanları işten çıkarırdı. Ama nisanın başlarında tensikata gittikleri görülmüş iş değildi. Üstelik benden başka kimseyi çıkardıklarını da sanmıyordum. Son zamanlarda, bırakın yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü gibi üst düzey yöneticilerini, gazetenin çaycısıyla bile kavga etmemiştim. Öyle, kimsenin etlisine sütlüsüne karışan yazılar da kaleme almıyordum. O halde neden beni işten çıkarmışlardı? Arabama gidene kadar bunun nedenini bulamadım. Ön camında kurumaya başlayan yağmur damlalarıyla hüzünlü, ama uysal bir arkadaş gibi beni bekleyen Plymouth’uma binip, geniş göğsünde, geçen hafta Gazeteciler Cemiyeti’nde verilen kokteylin atmayı unuttuğum davetiyesini görünce gerçek kafama dank etti. Kokteylde Cengiz’e, yeni yayın yönetmenimiz Bahri Narman’ı çekiştirmiştim. İşten atılmama neden olan buydu. Bizim camiada yayılmasını istediğin bir söylenti mi var, Cengiz’e anlatman yeter. Ne yapar eder, hatta yalnızca bu haberi vermek için insanların ayağına kadar gider, olanları herkesin duymasını sağlardı. Kötülük olsun diye değil, yapısı böyle olduğundan. Anında başkalarına anlatmıştır benim yayın yönetmeni hakkında söylediklerimi ve kısa sürede Bahri Narman’ın kulağına ulaşmıştır bu haber. Aslında Cengiz’le konuşurken, bunları anlatabileceğinin farkındaydım, ama içkiden mi, yoksa iki yıldır yan gelip yattığım halde beni işten atmamalarının verdiği rahatlıktan mı, dilime engel olmamıştım. Şanssızlığım biraz da, yayın yönetmenliğine getirilen Bahri Narman’ın kişiliğinden kaynaklanıyordu. Eğer eski yayın yönetmenimiz Mazhar işbaşında olsaydı hakkında konuştuğum için asla beni işten uzaklaştırmayı düşünmez, “geveze pezevenk” diyerek duyduklarına gülüp geçerdi. Fakat Bahri Narman böyle bir davranışı asla affetmezdi. Çünkü o, gazeteyi yönetmekten çok kendini ispat için uğraşıp duruyordu. Özgüveni zayıf olduğu için sert yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu. Ama hakkını da yemeyelim, Bahri Narman günümüz gazete patronlarının tam aradığı adamdı. Uyanıktı, ataktı, iki dil biliyordu daha da önemlisi gazetecilik kadar ticaretten, işletmecilikten de anlıyordu. Son iki yıl içerisinde, yani ben dibi boylarken o, patronunun yeni gözdelerinden biri olmuş, genç yaşta gazetenin yayın yönetmenliğine kadar yükselmeyi başarmıştı. Ama daha alacağı çok yol, ele geçireceği çok kale vardı. Bu yüzden otoritesini sarsacak en ufak bir söylentiyi bile kaldıramazdı. Gazetecileri iyi tanımadığı için de saygınlığını ancak böyle koruyabileceğini sanıyordu. Bir gün hanyayı konyayı anlayacaktı, ama bu arada benim gibi bir düzine ekâbir gazetecinin de ekmeğiyle oynamış olacaktı. Arabamı çalıştırırken, Bahri Narman hakkında düşünmenin bile beni yorduğunu fark ettim. Bir sigara yaktım. Arabamı hareket ettirmeden önce son bir kez, gazete binasına baktım. Gözlerim üst katta Bahri Narman’ın odasının penceresine takıldı. Acaba beni izliyor muydu? Oradan kim bilir ne kadar küçük biri olarak görünüyordum. Belki de benim umutsuz adımlarla arabama binmemi, çaresizlik içinde evime dönmemi, kendi büyüklüğünün kanıtı olarak görüyordu. Hadi canım sen de adamın işi gücü yok, gazete için hiçbir önemi kalmamış bir elemanın ayrılışını mı izleyecekti? Aklımdan bunlar geçerken pencerenin önünde bir gölge kıpırdar gibi oldu. Neden izlemesin, diye geçti aklımdan. Bunlar manyaktır. Pencereye daha dikkatli bakmaya başladım. Hayır yanılmıyordum, penceredeki kıpırtıların nedeni, beni izleyen Bahri Narman değil, yağmur bulutlarının gökyüzünde hızla çoğalmaya başlamasıydı. Güneşin kaybolmasıyla bina rengini yitirip, gökyüzünün koyu kurşunîliğine büründü. Tuhaftır, nefret ettiğimi sandığım bu binaya bakarken, içimde hüzne benzer duyguların uyandığını hissettim, ama aldırmadım, sigaramdan derin bir nefes daha çekip, arabamın gazına usulca dokundum. İkinci bölüm Otobana çıkar çıkmaz yeniden başladı yağmur. Önce bir serpinti, ardından bir metre önümü bile görmeme engel olan bir sağanak. Kimse arabasına çarpılmasından hoşlanmaz, ama bendeki kaza korkusu saplantı düzeyindedir. Kaza dediysem yanlış anlaşılmasın yalnızca kendi canım için kaygılanmaktan söz etmiyorum. Kuşkusuz herkes gibi ben de yaralanmaktan, sakat kalmaktan, ölmekten korkarım, ama arabama verilecek en küçük bir zarar da bedenime alacağım bir darbe kadar korkutur beni. Sözünü ettiğim takıntı -bakın takıntı diyorum- bana rahmetli babamdan miras kaldı. Toprağı bol olsun bizim peder, dünyanın en uysal adamıydı. Ne dışarıda içki içer ne de gecelerini arkadaşlarıyla geçirirdi. Bankadan çıkar çıkmaz soluğu evde alır, her akşam olduğu gibi bir kadeh rakısını, ailesiyle aynı masada içerdi. Mesleği olan bankacılığı ne fazla sever ne de nefret ederdi. Mesleği sevmeyi de fazla önemsemezdi zaten. İnsan para kazanmalıydı, bunun için de bir işi olmalıydı. Ailesinden sonra, yaşamda önem verdiği tek şey Amerikan arabalarıydı. Amerikan arabalarına olan ilgisini hobi diye tanımlarsam, onun bu tutkusuna saygısızlık etmiş olurum. Amerikan arabalarından bahsederken, sanki masallardaki büyülü atları tarif eder gibi yüzü gerilir, gözleri kısılır, sesi heyecanla titremeye başlardı. Belki inanılmaz gibi gelecek, ama babam sokaktan geçen arabaların seslerine göre markalarını, modellerini, kaç silindir olduklarını bilirdi. Annem, ben doğarken öldüğü için onun bu konudaki duygularını bilmiyordum, ama üvey annem Keriman Abla hiçbir zaman anlayamamıştı babamın araba tutkusunu. Bırakın anlamayı, babamın olmadığı yerlerde onun araba sevdasıyla alttan alta alay etmekten bile çekinmemişti. Evliliklerinin ilk günlerinde babamın bu tutkusuna saygı gösterir gibi olmuş, ama sonra, özellikle de ilk eşinden olan oğlu Doğan’ın evde üvey evlat muamelesi görerek, yatılı okula gönderilmesinin ardından tavrını tümüyle değiştirmişti. İtiraf etmek gerekirse, babam ölünceye kadar, ben de Keriman Abla gibi pek anlamlı bulmamıştım onun bu geniş arabalara duyduğu ilgiyi. Evet, arabalara binmekten hoşlanırdım, şoförlüğü daha on üç yaşındayken öğrenmiş olmakla açıkça ovunurdum. Ama babamın her sabah uyanır uyanmaz, ilk iş olarak arabasının yanına gitmesini, hafta sonlarını arabasıyla uğraşarak geçirmesini, herkes gibi park etmek için sokağı kullanmak yerine evin yakınlarında bir garaj kiralamış olmasını anlayamazdım. O garaj yalnızca arabasını koruduğu bir sığmak değil, adeta bir Amerikan arabaları tapmağıydı. Duvarın birine boydan boya bir kitaplık yapmıştı. Rafları Amerikan arabalarıyla ilgili yazılı, görsel belgelerin yer aldığı dosyalarla doldurmuştu. Neler yoktu ki bu dosyalarda? Chevrolet’ler, Plymouth’lar, Cadillac’lar, Chrysler’ler, Ford’lar, Pontiac’lar, Lincoln’ler... Bu arabaların üretildiği fabrikalar, ilk modellerinin resimleri, aksesuarları, bunlara sahip olan şarkıcılar, oyuncular, sporcular, devlet başkanları... Pek çok insanın anlamsız bulacağı böyle bir uğraşın, babam tarafından ciddiye alınarak, ancak istihbarat servislerinde görülebilecek bir titizlikle arşivlenmesi beni derinden etkilemişti. Onun bu gizli dünyasını gördükten sonradır ki babamın Amerikan arabalarına duyduğu tutkuyu anlamaya çalışmış, nedenleri üzerinde kafa yormaya başlamıştım. Fakat daha nedenlerini bulamadan ben de bu tutkuya kendimi kaptırmıştım. Erkekler ile otomobillerin arasındaki o tuhaf bağlılığın muhteşem birer örneği olan bu arabalar, bir heykeltıraşın elinden çıkmışa benzeyen biçimi, göz alıcı rengi, motorunun bir müzik aleti gibi ritimli işleyişinden çok, üretildiği yılların izini taşıyan gizli tarihiyle ilgimi çekmişti benim, inanın, abartmıyorum. Her araba üretildiği yılın izlerini taşır. O yıllardaki ekonomik durum, politik ortam, uluslararası ilişkilerde yaşananlar, askerİ gerginlikler, sanatsal yaratım sürecindeki inişler çıkışlar, hatta modadaki gelişmeler, otomobil dilinin özel şifreleri olarak üretilen arabanın jantlarında, kaportasında, şasisinde, motorunda, camlarında, dikiz aynalarında, lastiklerinde, boyasında yerlerini alırlar. Sürücüler bu şifreleri tam olarak çözemese de araçlarına sinmiş olan zamanın ruhu, her fırsatta kendini hissettirmeye çalışır. Bu ruhu hissetmek sürücülere hiçbir şey kazandırmaz aslında. Olsa olsa aracıyla övünürken söyleyebileceği birkaç parlak lafı daha olur, hepsi bu. Bana gelince, babamın araba tutkusunu çözmeye çalışırken, araştırmamın kurbanı olarak, bu gizli şifrelerin arasında sıkışıp kalmış, bir araba sevdalısı olup çıkmıştım. Belki de babam bunları hiç düşünmemişti bile. Belki de o sadece bu büyük arabaların albenisine kapılmıştı. Belki de uzun yıllar Anadolu kentlerinde görev yapan İstanbullu bir memur olarak, çevresindeki insanlardan farklı olduğunu göstermek için sarılmıştı araba sevdasına. Bilemiyorum. Ne yazık ki o sağken bu konuyu hiç konuşmamıştık. Gerçi konuşsak da bir sonuç çıkacağını sanmıyordum. Büyük olasılıkla o da tutkusunun nedenini bilmiyordu. Sanırım bilseydi, tutkusunu yitirirdi... Yitirir miydi? Ben bildiğim halde yitirdim mi? Ama ben de tam olarak bilmiyorum ki. Evet, nedenleri üzerine kafa yoruyorum, ne var ki henüz işin içinden çıkabilmiş değilim. Üstelik benim araba tutkum babamınki kadar güçlü de değil. Baksanıza, doğru dürüst bir arşivim bile yok... Her neyse babamın bu tutkusunun nedenlerim artık hiçbir zaman çözemeyeceğim. Belki ben öldükten sonra oğlum... Hayır hayır, onun ilgi alanı Amerikan arabaları değil, bilgisayarlar... Aklımdan bunlar geçerken bir gürültü koptu. Hemen önümde siyah bir Mercedes, bej renkli bir Volvo’ya arkadan bindirdi. Arabaların rahatça hız yapabildiği bu yolda, her an bir acemi Plymouth’uma vurabilirdi. Bir an önce, araba öğüten bu lanetli yoldan kurtulmalıydım. Aklıma yakındaki grosmarket geldi. Cuma akşamları eve dönerken haftalık erzakımı tedarik ettiğim büyük alışveriş merkezi. Erzak dediysem hemen aklınıza kiler dolduracak, bakliyatından yeşil salatasına geniş bir liste gelmesin. Şöyle ayaküzeri hazırlanacak, rakıma arkadaşlık edebilecek beyaz peynir, sosis, hazır meze, çerez, çoğu zaman bir alışveriş arabasını bile doldurmayacak yiyecek malzemesi. Gerçi bugün cuma değildi, ama ne fark eder. Nasıl olsa artık işe gelmeyecektim. Hem evde rakı stokum da azalmıştı. Sağ şeride iyice yaklaşarak, adım adım ilerleyen arabaların peşine takıldım. Yirmi dakika sonra marketin geniş park yerinde güvenli bir yer arıyordum. Gerçi hafta arası olduğu için market sakindi, park yerinde çok az araba vardı, yine de arabamı öyle uluorta yere bırakmak içimden gelmiyordu. Sonunda marketin sol yanında kuytu bir köşe bulabildim. İyice azıtan yağmurda koşarak kendimi içeri zor attım. Girişte saçlarımdan akan sulan, elimle silip, kurulandıktan sonra alışveriş arabalarından birini önüme katıp, marketin kedi mamasından bilgisayara, dikiş iğnesinden buzdolabına, motosikletten su matarasına, halis tereyağından hakiki Meksika tekilasına kadar aklınıza gelebilecek her çeşit yerli yabancı maldan oluşan duvarlarının arasında uzanan dar koridorlarında ilerleyerek gerçek dostum rakıların bulunduğu raflara, yöneldim. En tüketim karşıtı olanımızı bile baştan çıkaracak bu mal çeşitliliği karşısında şaşkınlığa düşmeden, kararsızlığa kapılmadan ne istediğini bilen bir insanın soğukkanlılığı içinde, önümde duran ilk rakı kolisine uzandım. Kalınca bir naylonla sıkıca paketlenmiş koliyi kendime doğru çekerken tabanındaki yırtığı fark ettim. Koliyi anında rafına geri ittim. Biraz geç kalmış olsaydım, rakı şişeleri zeminde patlamış, ortalığı mis gibi anason kokusu kaplamış olacaktı. Daha dikkatli davranmalıydım. Raftaki rakı kolilerinin altına bakmaya başladım. Şu işe bakın, üst raftaki bütün koliler ya yırtıktı ya da şişeleri açıktaydı. Diz çökerek alttaki rafa baktım. Evet, sonunda aradığımı bulmuştum. Sapasağlam bir kolide dizili duran bir düzine şişe, daha ne düşünüyorsun, al da bizi eve götür dercesine yüzüme bakıyordu. Koliyi kaldırıp, alışveriş arabasına koyarken, gördüm onu. Tam karşımda duruyordu, yüzünde içten bir gülümseme vardı. “Demek hâlâ rakı içiyorsun” dedi selam vermek yerine. “Evet” dedim, çok iyi tanıdığım, ama bir an çıkaramadığım, bu uzun boylu, kır saçlı, yakışıklı adama. Yüzümdeki ifadeden duraksadığımı anlamıştı. “Aşkolsun Adnan” dedi, “insan hayattaki tek kardeşini tanımaz mı?” Alaycı bir tavır takınmıştı, ama sesindeki sitem, bana geçmişi anımsatacak kadar ciddiydi. “Doğan!” diye fısıldadım, “Doğan sen misin?” “Benim” dedi sakin bir tavırla. “Ama...” “Ne aması, yoksa öldüğümü mü sanıyordun?” “Allah geçinden versin, öldüğünü sanmıyordum da...” “Başımın belada olduğunu düşünüyordun” diyerek sözlerimi tamamladı. Yanıtlamak yerine şaşkınlıkla yüzüne baktım. Siyah saçları iyice beyazlanmıştı, çekik gözlerinin uçlarında, ağız kıvrımlarında kırışıklıklar oluşmuştu, ama beni şaşkınlığa uğratan değişiklik bakışlarındaydı; bir zamanlar insana uzlaşmaz bir inatla, ölmeye öldürmeye giden bir savaşçının kararlılığıyla bakan yeşil gözleri yumuşamış, yenildiğini anlayan, bundan da utanç duymayan bir adamın kalender bakışlarına dönüşmüştü. Neşeli görünmeye çalışıyordu, ama konuşurken yüzünün gölgelenmesine engel olamamıştı. Evet, başı beladaydı. Yanılıyor muydum? Yanılmadığımı, sözlerini bitirince tedirginlik içinde çevresine bakınmasından anladım. Gözlerimiz karşılaşınca: “Konuşmamız gerek” dedi. Sözleri, çoktandır unuttuğum, meraka, kaygıya benzer bir kıpırtı yarattı yüreğimde. Şaşkındım, tedirgin olmuştum, açıkçası korkmuştum. Yine de yüreğimdeki kıpırtıdan bir hoşnutluk duydum. Demek heyecanlanabilme yetimi hâlâ koruyordum. Üçüncü bölüm Marketin ikinci katındaki kafeye oturduğumuzda, “Konuşmamız gerek” diye yineledi üvey kardeşim. Onu en son, yirmi yıl kadar önce Maltepe Askerî Tutukevi’nde tel örgülerin ardında görmüştüm. Hiç istemememe rağmen babamın ısrarıyla, onlarla birlikte üvey kardeşimi ziyarete gitmiştim. Bizi görünce sevinmişti Doğan, hatta belki de yaşamında ilk kez dostça bakmıştı bana. Üç arkadaş birlikte oluşturdukları ölüm timiyle, bir solcu öğrenciyi belediye otobüsünden kaçırıp, telle boğma suçundan ikinci tutuklanışıydı. İlk tutuklanmasında üç ay kadar içeride kalmış, yeterli kanıt olmadığı için serbest bırakılmıştı. Tutuksuz yargılanacaktı. Serbest kalan Doğan eve geldi. Oysa son iki yıldır evde düzenli olarak kalmıyordu. Haftada bir uğrar, yemek yer, banyo yapar, sonra çekip giderdi. Doğan evde kalmak isteyince, oğlunun geçen yıl kazandığı, ama okul solcu öğrencilerin egemenliğinde olduğu için gidemediği Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’ne artık devam edeceğini zanneden annesi sevinçten deliye dönmüştü. Gençliğinde Demokrat Parti’yi desteklemesine, hatta Türkiye’nin idamla cezalandırılan tek başbakanı Adnan Menderes’e duyduğu sevgi yüzünden benim adımı da Adnan koymasına rağmen sağcı üvey oğlunun görüşlerine hiçbir zaman yakınlık duymamış olan babama gelince, sanırım o da Doğan’a son bir şans vermekten yanaydı. Bu yüzden eve dönmesine memnun olmuş göründü. Üvey annem Keriman Abla, her fırsatta oğluna iftira edildiğini tekrarlayıp duruyordu. Doğan ise olay hakkında tek sözcük etmedi. Her zamanki soğukkanlılığı içinde, “Korkacak bir durum yok, mahkeme beraat kararı verecek” diyordu konu açılınca. Ama mahkeme beraat yerine yeniden tutuklama karan verdi. Sürpriz bir tanık ortaya çıkmış, Doğan’ı ve iki arkadaşını teşhis etmişti. Böylece Doğan yeniden içeri girdi, işte bu ikinci girişinde babamın ısrarıyla görmeye gitmiştim, bu onu son görüşümdü. Keriman Abla oğlu için kaygılanıyordu. Doğan ise sakinliğini koruyor. “Merak etme Anne yakında buradan çıkacağım” diyordu. Ben dahil kimse inanmamıştı ona. Ama hepimizi yanılttı, gerçekten de altı ay sonra çıktı hapishaneden. Bu kez eve gelmedi. Keriman Abla’yla konuşmuş, yeniden tutuklanmaktan korktuğu için bilinmeyen bir adrese taşınmıştı. Bizimle vedalaşmaya bile gerek görmemiş, durumu sadece annesine anlatmıştı. Babam, gece boyunca “Nereye gider bu çocuk, başına bir iş almasa bari” diyerek kaygılanır gibi davrandı, ama iyi biliyordum ki Doğan’ın gitmesine benim gibi o da içten içe sevinmişti. İtiraf etmek gerekirse hiç hoşlanmazdım Doğan’dan. Bu sevgisizlik, yalnızca politik görüşlerimizin farklılığından ve o yıllarda bu farklılığın bir tür kan davası sayılıp, düşünceleri karşıt diye insanların gözlerini kırpmadan birbirlerini öldürecek kadar çılgınlaşmış olmasından kaynaklanmıyordu. Annesiyle birlikte evimize geldiği ilk günden beri kanım ısınmamıştı ona. Babası bir trafik kazasında ölmüştü. Annesinden başka kimsesi yoktu. Artık başka bir adamın evinde yaşayacaktı. Ama sanki bunlar Doğan’ın hiç umurunda değilmiş gibiydi. O soğuk yeşil gözleriyle dünyayı ben yarattım dercesine bakıyordu çevreye. Ne çekingenlik ne de tedirginlik vardı yüzünde. Bizim evimizde benden daha rahat dolaşıyordu. İstediği odaya girip çıkıyor, istediği eşyalara rahatça dokunuyordu. Benimkiler hariç. Bir gün olsun resimli romanlarımdan birini okumadı, plaklarımı dinlemeye kalkmadı, bisikletime binmek istemedi. Ben engellediğimden değil, aldırmaz görünmek istediğinden. Böylece, bana sen bir hiçsin, demek istiyordu. Benden dört yaş daha küçük olmasına, annesinin ve babamın tüm zorlamalarına rağmen bir gün bile abi demedi bana. Bu hali beni deli ediyordu, kavgacı bir çocuk olmadığım halde içimde onu dövme isteği uyandırıyordu. Sonunda dayanamayıp onu da yaptım. Evimize geldikleri yılın sonbaharında, babam ona matematik çalıştırmamı söyledi. Benim için çok tatsız bir durumdu, ama babamın sözünden çıkamazdım, çaresiz kabul ettim. Doğan da benzer duygular içindeydi. Benden ders almayı hiç istemiyordu. Ne var ki o da büyüklerimize karşı gelememiş, her gün iki saat yanıma gelip rakamlar hakkında söylediklerimi dinlemek zorunda kalmıştı. Bir farkla, ben bu işten hoşlanmasam da üvey kardeşimin matematik dersini anlaması için elimden gelen her çabayı gösteriyordum. O ise hem derse hem de bana karşı ilgisiz görünüyordu, ama tuhaftır anlattıklarımı da öğreniyordu. Tekrarladığımızda, geçen ders öğrendiklerini hiç zorlanmadan aktarıyor, verdiğim problemleri eksiksiz olarak çözüyordu. Kabul etmeliydim ki oldukça zeki bir çocuktu. Daha da kötüsü bunun farkındaydı. Kendine duyduğu güven onu şımarık, kendini beğenmiş ve çekilmez bir çocuk haline getiriyordu. İki hafta sonra anlattıklarımı basit bularak, alttan alta benimle dalga geçmeye başladı. Ona iyi bir ders vermenin zamanı gelmişti. Daha zor konulara geçtim. Derse olan ilgisinin artmaya başladığım gördüm. Ama yeterli olmuyordu, olmazdı da. Çünkü ben yeterli olmasına hiçbir zaman izin vermeyecektim. Gururunu yenip anlamadığı yerleri sorma akıllılığım gösteremeyince, denklemleri çözememeye, dersi anlamamaya başladı. Bunun üzerine derse iyice asıldı. O asıldıkça ben daha zor sorular hazırlamaya koyuldum. Bunlarla başa çıkması imkânsızdı. Önce ilgisizleşti, sonra derslere gelmemeye başladı. Artık babama yakınma zamanı gelmişti, her yalnız kaldığımızda Doğan’ın konuları anlamakta zorluk çektiğini, üstelik tembel olduğunu anlatmaya başladım. Bu işe en çok şaşıran üvey annem Keriman’dı. Matematikten hiç anlamayan kadıncağız, oğlunun çalışkan bir öğrenci olduğunu, öğretmenlerinin onu çok sevdiğini söyleyerek Doğan’ı savunmaya çalışıyor, ama verdiğim ödevlerin yapılmamasını açıklayamıyordu. Babam ise anlamlı bir suskunlukla bana destek veriyordu. Babamın bu tavrı yüreğime su serpti. Demek o da, bu kendini beğenmiş oğlanın, dünyayı ben yarattım havalarındaki tavrından rahatsız olmuştu. Üvey oğlunu birkaç kez bizzat benim önümde azarlamaktan çekinmedi. Doğan kaşlarını çatarak, yüzü kıpkırmızı dinledi babamı. Ne itiraz etti ne artık çalışacağım türünden oyalayıcı sözler söyledi, yalnızca dinledi. Onun bu tavrını burnunun sürtüldüğüne, onu yendiğime yordum. Ama yanılıyordum. Doğan öyle kolay teslim olacak çocuklardan değildi. Ne var ki hemen tepki göstermedi. Derslere düzenli olarak gelmeye başladı. Artık yapabildiği kadarım yapıyor, yapamadığını da öylece bırakıyordu. Kavgayı kazandığımı düşündüğümden ben de üstüne gitmiyor, avını kontrol sahasına alan bir avcının rahatlığı içinde keyifle onun hareketlerini gözlemliyordum. Görünüşe bakılırsa kaygılanmamı gerektirecek bir durum da yoktu. Ama fena halde yanıldığımı çok geçmeden anlayacaktım. O cumartesi, babam katılmamı istemediği için idmanlarına gizlice gittiğim mahalleler arası futbol turnuvasının ilk maçı vardı. Büyük bir heyecan içindeydim. Takımla birlikte günlerdir bu turnuvaya hazırlanıyordum. Formamı, ayakkabılarımı geceden arkadaşlardan birinin evine bıraktım, eşyalarımı sahaya o getirecekti. Ertesi sabah o sahaya hiç gidemeyeceğimi nereden bilebilirdim. Akşam yemekte Doğan, saygılı bir tavırla babama, bir ay sonra ortaokullar arasında yapılacak bir bilgi yarışması olduğunu anlatmaya başladı. Okul yönetimi yarışmaya katılabilmesi için her sınıftan üç öğrenci seçmişti. Bu öğrencilerden biri de bizim Doğan’dı. Babam onu tebrik etti, Keriman Abla’nın gözlerinin içi ışıldıyordu. Doğan sakin bir tavırla konuşmasını sürdürüyordu. Onu seçmelerinde, evdeki çalışmaların büyük yaran olduğunu söyleyerek bana bile teşekkür etmekten çekinmedi. Artık onu kesinlikle yendiğimden emin olmaya başlamıştım ki yanıldığımı kanıtlayan sözleri ardı ardına sıralayıverdi. “Ama” dedi, “henüz yarışmaya katılacak grup belirlenmedi. Yarışmada okulumuzu temsil edecek dört kişi, sınıflardan seçilen grupların katılımıyla pazar günü okulda yapılacak sınavla belirlenecek.” Yeşil gözlerini masumca kırparak konuşmayı sürdürdü. “Ben seçilebilir miyim, bilmiyorum. Biraz zor.” “Tabiî ki seçilirsin. Niye seçilmeyesin oğlum?” diye destekledi annesi. “Sınava girecek çocukların bir kısmı üst sınıflardan, hepsi benim gibi 2. sınıftan olsaydı, korkmazdım ama...” deyince: “Ne olacak canım” diye atıldı babam, “yarın bütün gün abinle oturur, ders çalışırsınız.” Çiğnediğim lokma boğazıma düğümlenip kalmıştı. Güçlükle yuttuktan sonra: “Baba yarın benim işim var” diyecek oldum. “Kardeşinin sınavından daha önemli bir işin olamaz” diyerek, söyleyeceğim yalanı bile dinleme zahmetine katlanmadı. Bakışlarım Doğan’ın güzel yüzünde, kazandığı zafer nedeniyle ışıl ışıl yanan gözlerine takıldı. O anda, bunun günlerdir tasarladığı bir planın son halkası olduğunu anlayıverdim. İdmanlara katıldığımı görmüştü, turnuvada oynayacağımı duymuştu ve yarınki maçın benim için çok önemli olduğunu biliyordu. Maça çıkmamı önlemek için son güne kadar beklemiş, yarışma haberini de son anda vermişti. Babamın, onu çalıştırmamı isteyeceğinden, benim de karşı çıkamayacağımdan en küçük bir kuşkusu yoktu. Hem karşı çıksam da ne olacaktı, babama, yasakladığı futbol turnuvasına katıldığımı anında ispiyonlayıverirdi. Düş kırıklığı içinde yemek masasında öylece kalıverdim. Yemekten kalkınca bir bahane uydurup takım kaptanının evine gittim. Yarın maça katılamayacağımı söyledim. Kaptan küplere bindi. Bağırdı, çağırdı sonra da, “Eğer yarın gelmezsen bir daha takımda oynayamazsın” diyerek kestirip attı Böyle tehditler savurarak, beni yarınki maça getirebileceğini sanıyordu. Bilmiyordu ki, ben hiçbir zaman babamın sözünden çıkamazdım. Bu kez de öyle olacaktı, takımdan atılmayı bile göze alarak, evde oturup, Doğan’a ders çalıştıracaktım. Ama Doğan da bunu pahalıya ödeyecekti. Ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra oturduk dersin başına. Arkadaşlarım futbol sahasında ısınırken, ben de matematik kitabının sayfalarını çevirmeye başladım. Doğan’ı ilk kez bu kadar istekli görüyordum; neşe içinde verdiğim problemleri çözüyor, kurduğu denklemler hakkında ayrıntılı açıklamalar yapıyordu. Ben ise kurulmuş bir makine gibi üzerime düşeni yapmaya çalışıyor, her zamanki gibi dersi anlatıyordum. Ama yüreğim her an fırtınaya dönüşebilecek öfke yüklü bulutlarla kaplıydı. En büyük korkum, bu fırtınanın zamansız patlaması, etkisinin beklediğimden daha az olmasıydı. Öfkemi denetim altında tutmak için büyük bir çaba harcıyordum. Doğan nasıl inceden inceye düşünerek benden intikam aldıysa ben beterini ona yapmalıydım. Üstelik acelem de yoktu. Nasıl olsa, oyun benim evimde oynanıyordu, o kabul etmese bile abisi sayılırdım, anlayacağınız saha ve seyirci üstünlüğü bana aitti. Benim için en uygun olan zamanda ağzının payını verecektim. Öğleden sonra babam ve Keriman Abla alışveriş için çıktılar. Onlar gidince Doğan tedirginleşti, sanki kendisine saldırmamı bekliyormuş gibi beni kollamaya başladı. Ona şu anda saldırmak gibi bir niyetim yoktu, ama benden çekindiğini bilmek hoşuma gidiyordu. Bu memnuniyetimi ona belli etmemeye çalıştım. Büyükler evdeyken nasıl davrandıysam aynı şekilde ders çalıştırmayı sürdürdüm. Tavrım Doğan’ı önce şaşırttı, sonra sinirlerini bozdu. Derse olan ilgisi azalmaya, sorduğum sorulara yanlış yanıtlar vermeye başladı. Bunu nasıl yaptığıma kendim de şaşarak ona anlayışla yaklaştım. Sesimin tonunu yükseltmeden problemi nasıl çözeceğini anlatmaya çalıştım. Ben böyle yaptıkça Doğan’ın huzursuzluğu artıyordu. O gerginleştikçe ben daha anlayışlı görünmeye çalışıyordum. Sonunda dayanamayıp, öfkeyle: “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye bağırmaya başladı. Saflığa vurdum. “Nasıl, ne yapmaya çalışıyorum?” diye sordum. “Bana numara yapma” dedi. Sağ işaret parmağını yüzüme doğru sallayarak ekledi. “Benden nefret ettiğini biliyorum. Karşımda anlayışlı abiyi oynama.” “Sen neden bahsediyorsun, biz kardeşiz” diyerek onu biraz daha sinirlendirdim. “Bana kardeşim deme” dedi. Yüzünün gerildiği, yeşil gözlerinin öfkeyle kısıldığını gördüm. Doğru yoldaydım. Tam da onun söylediği gibi “anlayışlı abi”yi oynamayı sürdürdüm. “Neden öyle diyorsun kardeşim” diye masumca mırıldandım. “Bana kardeşim deme” diye yineledi. Sesi sertleşmişti, ama daha ileri gidebileceğini sanmıyordum, hele bana vurmaya cesaret edebileceğini aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Bu yüzden ilk yumruğu savurduğunda hazırlıksız yakalandım. Bereket, oturduğu yerden vurmaya çalıştığı için tam isabet ettirememiş, yumruğu sol yanağımı sıyırıp geçmişti. Kavgacı bir çocuk olmadığımı söylemiştim, ama maçlarda çıkan arbedelerde kendimi savunmayı bilecek kadar da deneyimliydim. Doğan boşa giden yumruğuyla birlikte sola yatınca, hızla doğrularak sağ yumruğumu yüzüne indirdim. Yediği darbenin etkisiyle iskemleyle birlikte sırtüstü yere yıkıldı. Ben de iskemlemi iterek ayağa kalktım. Tuhaftır sakinliğimi hâlâ koruyordum. Doğan burnunu tutarak doğrulmaya çalıştı. Parmaklarının arasından süzülen kanı o zaman fark ettim. Ama hiç bozuntuya vermedim. “Kardeşim ne oldu, çok mu canın yandı?” diye alaycı bir tavırla söylendim. Alaycı sesim onu kışkırtmaya yetmişti, ayağa fırlayarak, üzerime saldırdı. Bana yaklaşmadan önce çenesine bir yumruk daha indirme fırsatım oldu. Ama bu ilki kadar etkili olmadı, onu durduramadım. Birlikte yere yuvarlandık. Yine de ondan önce davranıp, üzerine çıktım. Ne de olsa günlerdir maç için antrenman yapıyordum. “Niye uslu durmuyorsun” diyerek, iki kolunu da ellerimle bastırdım, onu altımda ezmeye başladım. Doğan kurtulmak için çırpmıyor, debeleniyor, ama beni üzerinden atamıyordu. Yenildiğini kabul etmesi için bir süre bekledim. Artık çırpınmıyordu, yalnızca nefret dolu gözlerle yüzüme bakıyordu. Bu kadarının yettiğini düşünerek: “Tamam mı, uslandın mı?” dedim, kendi gücünden emin olan birinin küçümseyiciliğiyle. Sesini çıkarmadı. Bu tavrını teslim olduğuna yorarak usulca kalktım üzerinden. Ama yanılmıştım, tam doğrulurken sol ayağıma sarıldı. Az kalsın dengemi kaybedip, düşecektim. Son anda sağ dizimi yere koyup, Doğan’ın suratına bir tokat patlattım. Tokat tam yerine denk gelmişti. Elleri gevşedi, sol ayağımı kurtarıp, hızla doğruldum. Doğan da kendini toparlayıp ayağa kalkmıştı. Hiç beklemeden bilinçsizce üzerime atıldı. Tam zamanında geri çekildim. Öfkeyle titreyen kollan boşluğu kucakladı. Bir an duraksadıktan sonra yeniden üzerime gelerek, hedefine ulaşmayan yumruklar savurmaya başladı. Sersemlediğini, moralinin bozulduğunu daha da önemlisi yorulmaya başladığını biliyordum. İstesem onu evire çevire dövebilirdim, ama artık vurmak içimden gelmiyordu. Dikkatle onu izleyerek adım adım geriledim. Sonunda ya bayıldığından ya bana vuramayacağını anladığından durmak zorunda kaldı. Derin derin soluyarak, elinin tersiyle burnundan çenesine süzülen kanı sildi. Birden şaşkınlıkla durdu, elini kızıla boyayan kana baktı. Burnunun kanadığını ilk kez fark ediyordu. Kanı görünce çılgına döndü. Yeşil gözleri öfkeyle parıldadı. Bana atmak ya da vurmak için aceleyle çevresinde bir şeyler arandı. Ben de onunla birlikte arandım. Meyve tabağının içindeki bıçağı gördüğümde çok geçti. Doğan benden önce davranmış, bıçağı kapmıştı. Kendimi korumak için yere düşen iskemleye eğilirken bıçağı bana doğru savurdu. İskemleyi alamadan geriye çekildim. Elinde bıçakla üzerime geliyordu. Telaş içinde sağa sola bakmıyordum, ama kendimi savunacak uygun bir eşya bulamıyordum. Zaten bulsam da onu almama asla izin vermeyecekti. Sonunda

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.