• OĞAN KİTAP e K • OĞAN KİTAP K İ N Y A S Mt K A Y RA Hakan Günday "Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi ? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor• Sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrînın yüzü. Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok, hızlı yaşlandım ! Ancak hayattayım. Kayra, bir gün bana çMutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun* demişti 29 mayıs 1976'da Rodos Adası'nda doğan Hakan Günday, ilköğrenimini Brüksel'de tamamladı. Ankara Tevfik Fikret Lisesi'ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümü'ne kaydoldu. Ertesi yıl Université Libre de Bruxelles'in Siyasal Bilimler Bölümü'ne geçti. Öğrenimine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi5nde devam etti. İlk romanı Kinyas ve Kayra'yla edebiyat çevrelerinin ilgiyle izlediği ve kendi okur kitlesini oluşturan bir yazara dönüştü. Yazarın Doğan Kitap tarafından yayımlanan diğer eserleri: Zargana (2002), Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007) ve Ziyan (2009). ISBN 978-975-991-795-1 Kapak illüstrasyonu: Emre Orhun 9 7 8 9 7 59 9 1 7 9 51 28 TL S e r t i f i ka N o: 1 1 9 40 OMNES VULNERANT ULTIMA NECAT ! Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür! Birinci kitap Kinyas, Kayra ve Hayat Asansör dördüncü katta durdu. Kapısında 17 yazarı daireye girdik. Tahmin ettiğim gibi evde çok az mobilya vardı. Salonun duvarları fotoğraflarla ve afişlerle kaplanmıştı. Ortada, eskiciden alınmış izlenimi veren ceviz yemek masası, ucuz barlarda çıkma- sı muhtemel kavgalarda hasan önlemek amacıyla yere çakılmış- çasma duruyordu. Ve dört adet çelik sandalye tarafından kuşatıl- mıştı. Yerlerde yüzlerce içki şişesi parkeyi bir halı gibi kaplıyor- du. Kapalı perdelerden, pencerelerin çok uzun zamandır açılma- dığı anlaşılıyordu. Zaten havaya hâkim olan keskin alkol ve tütün kokusu da bunu gösteriyordu. Masanın üstündeki boş ve dağmık kâğıtlar, cesetler gibi, birileri tarafından toplanmayı bekliyordu. Ve salondaki en değerli eşya, kâğıtların yanında duran, üç ayrı köşedeki abajurun ışığıyla hayat bulan, olduğu yere kendini hiç de ait hissetmeyen ve benim çok eskilerden hatırladığım altın kaplamalı dolmakalemdi. Hareketsiz, bir süre ayakta kaldıktan sonra oturmamı işaret etti. Çelik sandalye parkede, yıllar önce üstünde birbirimize hayatı anlattığımız salıncağınkine benzer bir ses çıkardı. O da karşıma oturdu. Arabadan beri hiç konuşma- mıştık ve hâlâ sabahın dördünün, o insana kendinden başka kim- seyi dinletmeyen sessizliği evi işgal ediyordu. Ayağının yanında duran bir votka şişesini alıp masaya koydu. Gülümsedi. İkimizin de Absolut'le ilgili hikâyeleri vardı. Ve o an, birbirimizi ne kadar uzun zamandır tanıdığımızı düşündüm. Yaptıklarımızı, yolculuk- larımızı, kavgalarımızı, her şeyi... Sol elini beline doğru götürdü. Ceketinin arkasında kaybolan eli sandalyelerle aynı parlaklıkta olan bir cisimle geri döndü. Dirseği masada, bana doğrulttuğu bu 12 çelik, içinde 38 kalibrelik yaralama ve ölümler besleyen, Smith ve Wesson ismindeki adamları fazlasıyla zengin etmiş, kısa namlulu bir altıpatlardı. Tabancanın topunda sarı sarı tebessüm eden kur- şunları görebiliyordum. Zaten sarıyı hep ölüme yakıştırmışımdır. Öldüren ishalin, sıtma sıcağının, Azrail'in dişlerinin sansı... Ak- lımdan geçenler bunlardı, ancak şaşırmam gereken bir durum vardı karşımda. Yirmi yıldan fazla bir süredir tanıdığım biri alnı- ma doğru silah uzatmış ve ölümümün doğal yollarla olmamasını sağlamaya çalışıyordu. O da, ben de yıllardır hiçbir şeye şaşırma- dığımız için herhangi iki insanın ter banyoları içinde yaşayabile- cekleri bir sahneyi, ağlarım bininci kez tamir eden balıkçıların sa- kinliğiyle oynuyorduk. Masadaki votka şişesini kendime çektim. Kalbimin attığı yer olarak hesapladığım bölgenin önüne getirdim. Çünkü yorulan kolu ve dolayısıyla silahın namlusu alnımdan kal- bime inmişti. Ve ben, acaba Absolut şişesinin patlama sesini du- yabilecek kadar zamanım olur mu, diye düşünüyordum. Aklımız- dan geçenler birbirimiz için çoktan birer broşür, haline geldiğin- den, ufak oyunumu anladı ve kendine has sıntışıyla namluyu tek- rar alnımın hizasına getirdi. Suratımdaki bıkkın ifadeyle ben de koca bir yudum almak için şişeyi ağzıma dayadım. Bir zamanlar, Absolut şişelerinin değişik modellerinin toplan- dığı bir katalog görmüştüm. Ve dünyada kendine böylesi gereksiz işler yaratabilen insanlar varken neden bu denli işsizlik var, diye düşünmüştüm. Çünkü bir şişe ister kadın, ister kova şeklinde ol- sun, muhakkak bir deliğe sahip olması gerekiyordu... Ve biliyor- dum ki, gerçekte işe yarayan tek kısmı da oydu... Şişenin dibinden şekilsizleşmiş komik yüzünü seyredip tekrar votkayla yıkadım boğazımı. Gözbebeklerimi bulmaya çalışıyor- du. Ama siyah gözlerim buna hiçbir zaman izin vermemişti. Sağ elini masanın ortasına bıraktığım şişeye uzattı ama sonra aklına birden kötü bir hikâye gelmiş gibi geri çekti. Saatin sabahı kova- ladığı ve yakalamasına çok az kaldığı bu zamanda içinde bulun- duğumuz durum için bir açıklama beklemem gerekirdi. Ama bek- lemiyordum. Hayatımın öyle bir dönemini yaşıyordum ki, hiçbir şeyi beklemiyor ve merak etmiyordum. Ama yine de, normalde 13 sinir bozması gereken pozisyonun anlamını öğrenmek istercesi- ne, yüzüme bilgiye aç bir çocuk ifadesi yapıştırdım... Yutkundu ve konuşmaya başladı. Sesi sıcak, geceyi üzmeye- cek kadar kısık ve beni üzmeyecek kadar da dürüst çıkıyordu. "Yaz... Bizi yaz. Her şeyin sonuna geldiğimizin kanıtı olan kita- bı yaz." O kadar yavaş söylüyordu ki kelimeleri, sanki her harfi çok uzaklardan bulup bin bir zorlukla getiriyormuş gibiydi. Bu söyle- diğini elindeki silahtan ötürü bir emir gibi algılamam gerekirken, ben daha çok bir yalvarış olarak misafir etmiştim zihnime. Yanıt vermediğimi görünce devam etti: "Bak Kayra, biz herkes olduk. Kendimize en büyük acıları ve zevkleri tattırdık. Ve artık ölüyoruz. Bunu fark etmiyor musun? En yukarıdan aşağı düşüyoruz. Ve yeri öpmemize çok az kaldı. Başladığımız yere dönmeden, yani sermayemizde ve hafızamızda sadece ismimiz kalmadan hatırladıklarımızı yazacaksın. Hayatm suyunu içtikten sonra bir gün işememiz gerekecekti. Ve zihinleri- miz ölmeden önce bunu yapacağız, insanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik... Hissediyorum. Şimdi sıra anılanınızda ve hayallerimizde. Kafatasımızın içini süsleyen bütün bildiklerimizde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç ol- madan yazmalısın !" Duyduklarımla kendimi sarhoş ediyordum. Bitirdiğini ağzını kapattığı zaman anladım. Daha önce de konuşmuştuk yazma işi- ni. Ve ikimiz de bunun bizim için çok yorucu olacağını ve kimse- nin hikâyelerimizden bir anlam çıkaramayacağım, çünkü kelime- lerin yaşadıklarımızın ve düşündüklerimizin yanında altı aylık be- bekler gibi kalacağını anlamıştık. Ama şimdi karşımda bunu yap- mak isteyen ve işbirliğine girmediğim takdirde kendi hayatı kadar değeri olmayan canımı almaya kararlı eski dostum oturuyordu... O an çok yorgun olduğumu hissettim. Kurduğu cümleler beni eskilere götürmüş ve verdiğim mücadeleleri aklıma getirmişti. Sadece bunları yeniden düşünmek bile kendimi ölüm döşeğinde yatan bir yaşlı gibi hissetmeme yetmişti. Ben yazmak istemiyor- dum. Hiçbir şey istemiyordum. Dünya üzerinde yapılacak işlerim 14 bitmişti. Düşündüğüm her şeyi denemiştim. Şimdiyse sakin bir şekilde ölümü beklemek istiyordum. Zihin yolculuğumun son aşamasmdaydım. Dünyanın en güzel sanat eserini yaratıp on da- kika seyrettikten sonra yakan bir ressam gibi ben de keşfettiğim düşünce cennetimi tasfiye ediyordum. îki aydır bunu yapmaya ça- lışıyordum ve bitmesine çok az kalmıştı. En azından ben öyle dü- şünüyordum. Sona erdiğinde ise beş yaşındaki bir çocuğa dönüşe- cektim. Ve bu zaten çok büyük bir çaba gerektiriyordu. Cehalete geri dönüşün cehaletten çıkmaktan çok daha zor olduğunu, hafı- zamın rahatsız eden darbeleriyle anlamıştım... Hatta belki yarata- cağım yeni ve bomboş aklım sayesinde mutlu bile olabilirdim... Mutluluk. Gözlerim ile beynimin arasından geçirdiğim son kav- ram o kadar saçma geldi ki, bir tebessüm oturdu suratımın tam ortasına. Ve şimdi Kinyas gelmiş, bana yeniden yükselmemi söy- lüyordu. Paraşütünü açmış bir adamdan uçağa dönmesini bekle- mek gibi. Bütün bunları kendime tekrarladıktan soma terk etme- ye çalıştığım bana çok uygun bir yanıt verdim. Düşündüklerimin tam tersini yapmakta ve söylemekte gerçek bir usta olduğumu kendime tekrar kanıtladım. Zaten acıya ve yalana ne kadar daya- nabileceğimi hep merak etmişimdir. Aslmda sadece birkaç yıl merak ettim çünkü bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözle- rim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğini söy- lemişti. "Tamam. Yazacağım. Ama bil ki, kan kaybeder gibi kelime kay- bettim. Son yazdığım kitabın üzerine yıllar bindi. Ve bugünlerde, sokakta ateş istemek için bile iki kelimelik konuşmayı kafamda derleyip toparlamam gerekiyor. Provasız adımı bile söyleyemiyo- rum. Unutma ki ölmekte olan bir zihni yeniden hayata çağırıyor- sun. Unutma ki Kayra'yı uyandırıyorsun !" Artık votkadan rahatça içebilirdi. Boynundan süzülen alkolün bir bölümünü midesine indirdi. Silahı masaya koydu. Kalemi alıp sağ elinin serçeparmağına bir "K" harfi çizdi. Ve diğer parmakla- rını da harflerle doldurdu. Son iki harf için de, kalemi sağ eline geçirip her gerçek solak gibi neredeyse felçli sayılacak kadar hâ- kim olamadığı hareketlerle, sol elinin işaret ve orta parmağını 15 kullandı. Yaptığı şey on beş yıl öncesine dayanan aramızdaki es- ki bir şakaydı. Kalemi önüme doğru bıraktı. Ellerini sıkarak yan yana masanın üzerine koydu. Parmaklarına isminin harflerini yazmıştı: "KİNYAS" Yirmi dokuz yaşındayım ve hatırladıklarınım hepsini yazıyo- rum... Nedenini bugün bile anlayamadığım bir değişim içindeydim. Müzik zevkim orta çizgiden uçlara kaymıştı. On dört yaşımday- dım ve üç yıldır en gürültülüsünden şarkılar dinliyordum. Ve o za- manlar bile müzik dinlemek benim için bir boş zaman değerlen- dirmesi değil gerçek bir uğraştı. Genellikle bulunduğum yerin ka- ranlık olmasını sağlardım. Müzik dinlerken bütün ruhumu nota- lara ve sözlere verebilmem için gözlerimi kapatmam şarttı. Dik- katli dinlemek için göz kapatmaya, körlerin bizden daha iyi duy- duklarını öğrendiğim zaman başlamıştım. Ve o günlerden sonra hayatımm bütün karanlık koridorlarından geçerken de gözlerimi kapalı tuttum. Daha iyi dinlemek, daha iyi koklamak için... Dinlediğim müzik abartılı olmanın yanında uzun yıllar içinde oluşmuş bir felsefe ve hayat tarzı da içeriyordu. Zaten bu, bütün azınlık müziklerinin de iddiası olmuştur. Toplumda bir konuya il- gi duyanların sayısı azsa, derhal parçalanmaz bir kabuğun içine çekilip söz konusu kişiler çeteleşmeye başlar. Sokaklarda birbir- lerini tanıyıp bir sigara isteyebilmeleri için kollarına, bacaklarına belirleyici aksesuvarlar takarlar. Hep böyle olmuştur. Parkalar- dan latekse kadar... Ve dahil olduğum müzikal sınıf da, hayatı di- ğer insanlardan farklı algıladığını düşünerek, geriye kalan bütün müzik tarzlarını aşağılamaktaydı. Müzikal militanlar olarak kon- serlere gitmek, şarkı sözleri hakkında sabahlara kadar tartışmak bana büyük zevk veriyordu. Bu tartışmalar daha sonra sahip ola- cağım ikna yeteneğimin oluşmasında büyük bir etken oldu. Tah- min edileceği gibi, sevgililerimi de bu cemaatten seçiyordum. Futbol takımı taraftarlığından farksız o günlerde ölümü, intihan, seksi, varoluş nedenlerimizi şarkı sözlerinin beni içine ittiği ha- vuzlarda düşünmeye başlamıştım. Elbette ki bütün bahsettiğim 16 kavramlar, on dört yaşımda sadece kendimi tahriş etmeye yarı- yordu. Hiçbir sonuca varamıyor, kendi doğrularımı yaratamıyor- dum. Sadece düşünüyordum. Hatta vücudumu sadece belli bir duruş şekline getirdiğim za- man en verimli biçimde yoğunlaşabildiğimi fark etmiştim. Odam- da boş olan tek duvarıma dönük bir şekilde yere oturuyor, beş dakika kadar hareketsiz kalıyordum. Daha sonra sırtımı yere bı- rakıyordum. Bacaklarımı duvara yaslayıp doksan derece açıyla, duvar ve zeminin birleştiği köşeye bedenimi yapıştırıyordum. Önceleri bacaklarım havaya doğru dik durduğundan daima han- tal olan etim bazı ağrılar çekmişti, düşünme hareketi yaparken. Son pozisyon ise duvara yaslanmış olan bacaklarımla bağdaş kurmak oluyordu. Böylece gözlerimi açtığımda, beyaz badanalı tavanı ve uzun bir süre bakıldığında ansiklopedilerdeki gezegen fotoğraflarına benzeyen boya kabartılarını görüyordum. Bir sa- ate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyor- dum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, gelece- ğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, baş- kalarının duyabildiği bir sesin yanında içimde yankılanan ve kim- senin varlığından bile haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabüirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan ka- pıyı böylece keşfettim. Tabiî bu aynı zamanda on dört yaşmda bir çocuğun yalanı da keşfiydi. Daha doğrusu hiçbir yalandan acı çekmemeyi öğrenme- siydi. Yüksek sesle inanmadığım her şeyi anlatabilir, içimden de "İnanmayın bana Sakın inanmayın. Hepsi yalan ! Ağzımdan çıka- nı duymanız kolay. Ama yapabiliyorsanız, bunu da duyun !" diye- bilirdim. Ve günde en az iki kez gerçekleştirdiğim kendimi dinleme se-