ebook img

Kazuo Ishiguro – Gomulu Dev PDF

172 Pages·2012·0.95 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Kazuo Ishiguro – Gomulu Dev

Gömülü Dev Kazuo Ishiguro Çeviren: Roza Hakmen Yapı Kredi Yayınları Yapı Kredi Yayınları - 4349 Edebiyat - 1224 Gömülü Dev / Kazuo Ishiguro Özgün adı: The Burried Giant Çeviren: Roza Hakmen Kitap editörü: Berna Akkıyal Düzelti: Fahri Güllüoğlu Kapak tasarımı: Nahide Dikel Grafik Uygulama: İlknur Efe Çeviriye temel alınan baskı: Faber & Faber Limited, London, 2015 1. Baskı, Nisan 2015, İstanbul 2. Baskı, Mayıs 2015, İstanbul E-kitap: 1. Sürüm, Temmuz 2015 Mayıs 2015 tarihli 2. baskısı esas alınarak hazırlanmıştır. © Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 2014 Sertifika No: 12334 Copyright © Kazuo Ishiguro, 2015 Bütün yayın hakları saklıdır. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret Sanayi A.Ş. İstiklal Caddesi No: 142 Odakule İş Merkezi Kat: 3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) - Faks: (0 212) 293 07 23 http://www.ykykultur.com.tr e-posta: [email protected] İnternet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr Kazuo Ishiguro, 1954’te Japonya’nın Nagasaki şehrinde doğdu. Eğitimini, babasının Ulusal Oşinografi Enstitüsü’nde çalışmaya başlaması üzerine beş yaşındayken ailesiyle birlikte geldiği İngiltere’de tamamladı. Kent Üniversitesi’nde İngilizce ve felsefe eğitimi aldı. Mezun olduktan sonra Londra’da sosyal hizmetler görevlisi olarak çalışmaya başladı. East Anglia Üniversitesi’nde Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık eğitimi aldı ve yazarlık kariyerinin ilk dönemlerindeki akıl hocası Angela Carter’la tanıştı. 1981’de üç kısa hikâyesi yayımlandı ve Kazuo Ishiguro o tarihten beri sadece yazarlık yapıyor. 1982’de ilk romanı Uzak Tepeler (çev. Pınar Besen, YKY, 2012) yayımlandı ve Winifred Holtby Memorial Ödülü’nü kazandı. 1983’te Granta dergisi tarafından en iyi genç İngiliz yazarları arasında gösterildi. 1986’da yayımlanan ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı’yla (çev. Suat Ertüzün, 2008) Whitbread Book of the Year Ödülü’nü aldı, Booker Ödülü’ne aday gösterildi. 1989’da yayımlanan üçüncü romanı Günden Kalanlar (çev. Şebnem Susam, 1993), Booker Ödülü’nü kazandı ve 1993’te James Ivory tarafından filme alındı. 1995’te Cheltenham Ödülü’nü alan romanı Avunamayanlar (çev. Roza Hakmen, YKY, 2009), 2000’de Booker Ödülü’ne ve Whitbread Ödülü’ne aday olan Öksüzlüğümüz (çev. Yasemin Ortwein, YKY, 2014) yayımlandı. Son romanı Beni Asla Bırakma (çev. Mine Haydaroğlu, YKY, 2007), yayımlandığı yıl (2005) Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesinde gösterildi, Alex Ödülü’nü aldı ve National Book Critics Circle Ödülü’ne aday oldu. 2005’te The Saddest Music in the World adlı ilk uzun metraj sinema filmi senaryosunu tamamlayan, ilk öykü kitabı Noktürnler: Müziğe ve Geceye Dair Öyküler (çev. Zeynep Erkut, 2011) 2009’da yayımlanan yazarın romanları otuzdan fazla dile çevrilmiştir. Kazuo Ishiguro, karısı ve kızıyla birlikte Londra’da yaşamaktadır. Roza Hakmen, 1956’da İzmir’de doğdu. 30 yılı aşkın bir süredir İngilizce, Fransızca ve İspanyolcadan edebiyat çevirileri yapıyor. Başlıca çevirileri: Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, Sainte-Beuve’e Karşı, Hazlar ve Günler; Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote; Henry James, Güvercinin Kanatları; Tim Parks, Kader, Avrupa; Anna Kavan, Kartal Yuvası; Marguerite Yourcenar, Rüya ve Kader; Alice Munro, Firar ve Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik; John Cheever, Toplu Öyküler 2, 3, 4; Javier Marias, Yarınki Yüzün; Eduardo Berti, Düşlenen Ülke; Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar; lan McEwan, Masumiyet. Birinci Kısım Birinci Bölüm Sonraki dönemlerde İngiltere deyince akla gelen kıvrımlı toprak yollara, sakin çayırlara o zamanlar rastlamanız zordu. Issız, işlenmemiş topraklar kilometreler boyunca uzanır, yer yer sarp tepeleri ya da çıplak bozkırları aşan engebeli patikalara rastlanırdı. Romalılardan kalma yolların çoğu artık parçalanmış, kimini ot bürümüştü, kırlardan ayırt edilmez olmuşlardı. Irmaklarla bataklıkların üzeri, bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren yamyam devlerin ekmeğine yağ süren dondurucu sislerle kaplıydı. Yakında yaşayan insanlar –hangi çaresizlik sonucu böylesine kasvetli bölgelere yerleşmişlerdi kim bilir– çarpık bedenleri sislerin arasında belirmeden çok önce kesik kesik nefesleri işitilen bu yaratıklardan korksalar yeriydi. Ama bu tür canavarlar şaşkınlığa yol açmazdı. O zamanın insanları için gündelik tehlikelerdendiler; bu insanların dertlenecekleri o kadar çok şey vardı ki. Sert topraktan besin çıkarmak, yakacak odun bulmak, bir günde on domuzu öldürebilen, çocukların yanaklarında yeşil döküntülere sebep olan hastalıkla baş etmek. Zaten yamyam devler kışkırtılmadıkları sürece pek de feci sayılmazlardı. Durumu kabullenmek gerekiyordu: Ara sıra, belki aralarında çıkan anlaşılmaz bir kavganın ardından, devlerden biri öfkeden köpürerek, yalpalaya yalpalaya köyün birine girer, haykırışlara, savrulan silahlara rağmen, yolundan vaktinde çekilmeyen herkesi ezip geçerdi. Yine ara sıra, yamyam devlerden biri bir çocuğu kapıp sislere karışırdı. O zamanın insanları bu tür zulümleri sineye çekmek zorundaydılar. Bu bölgelerden birinde, sivri tepelerin gölgesindeki çok geniş bir bataklığın kıyısında Axl’la Beatrice adında yaşlı bir karı koca yaşıyordu. Belki isimleri biraz farklıydı veya başka isimleri de vardı, ama biz kolaylık olsun diye onları böyle adlandıracağız. Münzevi hayatı yaşadıklarını söyleyebilirdim, ama o zamanlar bizim anladığımız manada “inziva”da yaşayan pek az kişi vardı. Köylüler ısınma ve korunma amacıyla çoğu yamaçların derinliklerine oyulmuş, birbirine yeraltı dehlizleri ve kapalı geçitlerle bağlanan barınaklarda yaşarlardı. Bizim yaşlı karı koca da aşağı yukarı altmış köylüyle birlikte bu düzensiz kovanlardan birinde yaşıyordu –“bina” kelimesi yaşadıkları yere kıyasla aşırı görkemli kalır. Kovandan çıkıp dağın eteği boyunca yirmi dakika yürüdüğünüzde, bir sonraki yerleşime varırdınız; sizin gözünüze bu da birincisinin tıpatıp aynısı gibi görünürdü. Ama sakinlerinin gözünde gurur duyacakları ya da utanacakları birçok farklı ayrıntısı olurdu. O günlerin Britanyasının bundan ibaret olduğu, dünyanın başka yerlerinde muhteşem uygarlıklar gelişirken bizim burada Demir Çağı’nda kalmış olduğumuz izlenimini uyandırmak istemem. Kırlarda keyfinizce dolaşabilseniz, müziğin, leziz yiyeceklerin, bedensel gücün kuvvetin eksik olmadığı şatolar, sakinleri kendilerini tahsile adamış manastırlar keşfedebilirdiniz pekâlâ. Ama şurası da bir gerçek ki, güzel havada, sağlam bir atın üzerinde bile, günler boyu yeşilliklerin arasında yükselen tek bir şato ya da manastır görmeden yol alabilirdiniz. Genellikle tasvir ettiğim türden topluluklara rastlardınız; yanınızda armağan edebileceğiniz yiyecekler ya da giysiler yoksa, göz korkutacak şekilde silahlanmış da değilseniz buralarda pek hoş karşılanmayabilirdiniz. Memleketimizin o zamanlardaki durumuyla ilgili böyle bir tablo çizmekten hoşnut değilim, ama yapacak bir şey yok. Axl’la Beatrice’e dönecek olursak, dediğim gibi yaşlı karı koca kovanın dış kenarına yakın oturuyordu, barınakları hava şartlarına karşı diğerleri kadar korunaklı değildi, geceleri herkesin toplandığı Büyük Oda’da yanan ateşten ise hiç yararlanamıyorlardı. Belki ateşe daha yakın yaşadıkları bir zaman, çocuklarıyla birlikte yaşadıkları bir zaman olmuştu. Şafaktan önceki amaçsız saatlerde, derin uykudaki karısının yanında, yatağında yatarken Axl’ın zihnine düşen de bu olurdu; o zaman adını koyamadığı bir kaybetmişlik duygusu içini kemirir, tekrar uyumasını engellerdi. Belki bu nedenle, Axl o sabah yataktan temelli çıktı, sessizce dışarı süzülüp kovanın girişindeki bel vermiş eski banka oturdu ve güneşin ilk ışıklarını bekledi. Bahar gelmişti, ama dışarı çıkarken Beatrice’in harmanisine sarınmış olduğu halde soğuk içine işliyordu. Buna rağmen düşüncelerine öyle dalmıştı ki, ne kadar üşüdüğünü fark ettiğinde yıldızların hepsi sönüp gitmişti, ufka bir ışıltı yayılmakta, alacakaranlığın içinden ilk kuş ötüşleri duyulmaktaydı. Axl dışarıda bu kadar uzun kaldığına hayıflanarak ağır ağır ayağa kalktı. Sağlığı yerindeydi, ama son ateşli hastalığı atlatması epey uzun sürmüştü, nüksetmesini istemiyordu. Bacaklarında rutubeti hissediyordu, yine de içeriye dönerken memnundu; çünkü o sabah nicedir hatırlayamadığı birçok şeyi hatırlamayı başarmıştı. Ayrıca önemli bir kararın –fazlasıyla uzun süredir ertelenmiş bir kararın– arifesinde olduğunu da seziyor ve içindeki heyecanı karısıyla paylaşmak için sabırsızlanıyordu. İçeride kovanın dehlizleri hâlâ zifiri karanlıktı, kendi odasının kapısına kadar olan kısa mesafeyi el yordamıyla ilerleyerek katetti mecburen. Kovanın içindeki “kapı”ların çoğu, odaların eşiğini oluşturan basit kemerlerden ibaretti. Köylüler bu açık düzeni özel hayatı kısıtlamaktan ziyade yanan büyük ateşle kovanda izin verilen daha küçük ateşlerin sıcaklığının geçitlerden odalara bir miktar da olsa ulaşmasını sağlayan bir şey olarak görüyorlardı muhtemelen. Ancak ateşlerin hepsinden fazlasıyla uzak olan Axl’la Beatrice’in odası, bizim kapı olarak tanımlayabileceğimiz bir düzeneğe sahipti; iri bir ahşap çerçeveye çapraz yerleştirilmiş küçük dallar, sarmaşıklar ve devedikenlerinden oluşan kapı odaya girip çıkarken her defasında kaldırılıp yana çekilmesi gerekse de, ayazı kesiyordu. Axl’a kalsa bu kapıdan seve seve vazgeçerdi, ama kapı zaman içinde Beatrice için hatırı sayılır bir gurur kaynağı olmuştu. Axl çoğu gün eve döndüğünde karısını düzeneğin çürümüş parçalarını çıkarıp yerine yeni topladığı dalları yerleştirirken buluyordu. O sabah Axl mümkün olduğunca az ses çıkarmaya özen göstererek, sadece geçmesine izin verecek kadar kenara çekti kapıyı. Şafağın ilk ışıkları dış duvardaki küçük çentiklerden odaya sızıyordu. Axl öne uzattığı elini ve ot şiltenin üzerinde, kalın battaniyelerle örtünmüş, hâlâ derin uykudaki Beatrice’in karaltısını belli belirsiz seçebiliyordu. Karısını uyandırmak geçti içinden. Çünkü şu anda karısı uyanık olsa, onunla konuşsa, kesin kararını vermesine mâni olan son engellerin de yıkılacağından emindi. Ama topluluğun uyanıp gündelik işlerine başlamasına daha vakit vardı; o da karısının harmanisine sıkı sıkı sarınmış halde odanın köşesindeki alçak tabureye oturdu. Merak ediyordu, acaba sis o sabah ne kadar kalın olacaktı; karanlık dağıldıkça sisin çatlaklardan odalarının içine kadar sızıp sızmadığını görebilecek miydi? Ama sonra zihni bu konulardan uzaklaşıp biraz önce meşgul olduğu meseleye döndü. Beatrice’le öteden beri hep böyle bir başlarına, topluluğun kıyısında mı yaşamışlardı? Yoksa bir zamanlar her şey çok mu farklıydı? Biraz önce, dışarıdayken, bölük pörçük bir anı canlanmıştı zihninde: Kovanın ortasındaki uzun geçitte, kolu öz çocuklarından birini sarmış, şimdiki gibi yaşlılıktan ötürü değil de, loş ışıkta kafasını kirişlere çarpmamak için hafifçe kamburunu çıkararak yürüdüğü, sıradan bir an. Herhalde çocuk onunla konuşuyor, komik bir şey söylüyordu ki, ikisi de gülüyorlardı. Ama tıpkı daha önce dışarıda olduğu gibi şimdi de zihninde hiçbir şey tam yerine oturmuyordu; yoğunlaşmaya çalıştıkça anının parçaları silikleşiyordu sanki. Belki de bunlar ahmak bir ihtiyarın hayallerinden ibaretti. Belki de Tanrı onlara hiç çocuk bahşetmemişti. Axl’ın niçin geçmişi hatırlamak için öteki köylülerden yardım istemediğini merak ediyor olabilirsiniz; ama bu zannettiğiniz kadar kolay değildi. Çünkü bu toplulukta geçmiş nadiren konuşulurdu. Tabu olduğundan değil. Burada geçmiş, bataklıkların üzerinde asılı duran kadar koyu bir sise gömülmüştü bir sebeple. Bu köylülerin aklından geçmişi, yakın geçmişi bile düşünmek geçmezdi. Mesela bir süredir Axl’ın kafasını kurcalayan bir şey vardı: Bir süre öncesine kadar, aralarında uzun kızıl saçlı bir kadın olduğundan emindi, köy için vazgeçilmez sayılan bir kadın. Ne zaman biri yaralanacak ya da hastalanacak olsa, derhal şifa yeteneği olan bu kızıl saçlı kadın çağrılırdı. Oysa şimdi söz konusu kadın kayıplara karışmıştı, ne olduğunu kimse merak etmiyor, hatta yokluğuna hayıflanmıyordu. Bir sabah Axl tarlayı kaplayan buzları üç komşusuyla birlikte kırarken konuyu onlara açmıştı; neden söz ettiğini gerçekten anlamadıkları tepkilerinden belliydi. Hatta biri işine ara verip hatırlamaya çalışmış, sonra başını iki yana sallamıştı. “Çok uzun zaman önceydi herhalde,” demişti. Konuyu bir gece Beatrice’e açtığında o da, “Ben de öyle bir kadın hatırlamıyorum,” demişti. “Belki de sen kendi ihtiyaçlarından dolayı rüyanda gördün onu Axl, oysa yanında sırtı seninkinden daha dik bir karın var.” Bu konuşma önceki sonbaharda geçmişti, ikisi zifiri karanlıkta yatağın üzerine yan yana uzanmış, barınağın duvarlarına çarpan yağmurun sesini dinliyorlardı. “Doğru, yıllar geçtiği halde, neredeyse hiç yaşlanmadın prensesim,” demişti Axl. “Ama o kadın rüya falan değildi, sen de bir an durup düşünsen hatırlarsın. Daha bir ay önce kapımıza gelip bir şeye ihtiyacımız var mı diye sormuştu, yardımsever bir kadın. Hatırlarsın mutlaka.” “Peki ama ihtiyacımızı karşılamayı neden istiyordu ki? Akrabamız mıydı?” “Akrabamız olduğunu sanmıyorum prensesim. İyi yürekliliğinden soruyordu. Hatırlarsın mutlaka. Sık sık kapımıza gelir, üşüyor muyuz, aç mıyız diye sorardı.” “Benim merak ettiğim şu, Axl, yardım etmek için bizi seçmek üstüne vazife miydi?” “O sırada ben de merak etmiştim prensesim. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Bu kadının işi hastalara bakmak, oysa ikimiz de köydeki en sağlıklı insanlar arasında sayılırız. Acaba veba salgınından söz ediliyor da yoklamaya mı geldi? Ama sonra ortalıkta veba olmadığı, kadının sadece yardım etmek istediği anlaşıldı. Bak şimdi, konuşunca bir şey daha hatırladım. Kapıda durmuş, çocuklar alay ettiğinde aldırmayın demişti. O kadar. Bir daha da yüzünü görmedik.” “Axl, bu kızıl saçlı kadın hem senin kafanın ürettiği bir rüya, hem de birkaç çocuğu, onların oyunlarını dert ettiğine göre ahmağın teki.” “Ben de o sırada aynen böyle düşünmüştüm prensesim. Çocukların bize ne zararı dokunabilir, dışarıda hava kötüyken böyle oyalanıyorlar işte. Hiç aldırmadığımızı söylemiştim ona, ama kadının niyeti iyiydi. Sonra hatırlıyorum, gecelerimizi mumsuz geçirmemize üzüldüğünü söylemişti.” “Bu şahıs mumsuz oluşumuza üzüldüyse,” demişti Beatrice, “en azından bir konuda haklıymış. Böyle gecelerde bize bir mumu yasaklamaları hakaret sayılır, ellerimiz hiç titremiyor ki. Oysa kimilerinin odalarında mumu var, ama her gece elma şarabıyla kendilerinden geçiyorlar ya da çocukları ortalıkta deliler gibi koşturuyor. Fakat onlarınkini değil, bizim mumumuzu aldılar; yanı başımda olduğun halde seni zor görüyorum, Axl.” “Niyet hakaret değil prensesim. Bu işler öteden beri böyle gitmiş, hepsi bu.” “Aslında mumu elimizden almalarının tuhaf olduğunu düşünen bir tek rüyandaki kadın değil. Dün müydü, evvelsi gün mü, ırmaktaydım, kadınların yanından geçerken kulağımla duydum; onlar duyduğumu fark etmediler, bizim gibi namuslu bir karı kocanın her gece karanlıkta oturmak zorunda olması ne yazık diyorlardı. Yani öyle düşünen bir tek senin rüyandaki kadın değil.” “Prensesim, sana söyledim, rüya filan değil bu kadın. Burada herkes bir ay önce onu tanır, methederdi. Sen de dahil herkese kadının varlığını bile unutturan ne olabilir?” Aralarında geçen bu konuşmayı Axl o bahar sabahı hatırladığında, kızıl saçlı kadın konusunda yanılmış olabileceğini düşündü. Ne de olsa yaşlanıyordu, ara sıra kafası karışabilirdi. Ne var ki kızıl saçlı kadın örneği, peş peşe yaşanan çok sayıda benzer olaydan sadece biriydi. Zihnini ne kadar zorlarsa zorlasın, şu anda pek fazla örnek gelmiyordu aklına, ama çok sayıda örnek olduğu kesindi. Marta olayı vardı mesela. Marta öteden beri korkusuzluğuyla tanınan, dokuz on yaşlarında bir kızdı. Başıboş gezen çocukların başına gelebileceklere dair onca tüyler ürpertici hikâye Marta’nın macera hevesini kaçırmıyordu anlaşılan. Bir akşam, karanlığın çökmesine bir saatten az zaman kalmışken, sis basar, tepenin yamacında kurtların uluması işitilirken Marta’nın kayıp olduğu haberi yayılınca herkes korkuya kapılıp işini gücünü bıraktı. Kısa bir süre boyunca insanlar kovanın dört bir yanında ismini haykırdı, geçitlerde koşuşturanların ayak sesleri yankılandı, köylüler tek tek her yatak odasını, depo kovuklarını, çatı kirişlerinin altındaki boşlukları, bir çocuğun oyun oynarken saklanabileceği her yeri aradılar. Sonra, bu paniğin ortasında, tepelerdeki vardiyalarından dönen iki çoban Büyük Oda’ya gelerek ısınmak üzere ateşin başına geçti. Isınırlarken biri, önceki gün bir çalı kartalının tepelerinde bir, iki, üç kez döndüğünü söyledi. Kesinlikle emin olduğunu söyledi, gördükleri bir çalı kartalıydı. Haber kovanda hızla yayıldı ve az sonra, çobanların anlatacaklarını dinlemek isteyen kalabalık bir grup ateşin çevresine toplandı. Hatta Axl bile koşa koşa gidip onlara katıldı, çünkü onların memleketinde bir çalı kartalı görmek gerçekten önemli bir haberdi. Çalı kartallarına atfedilen çeşitli marifetlerden biri de kurtları korkutup kaçırmalarıydı; ülkenin bazı yerlerinde bu kuşlar sayesinde kurtların tamamen yok olduğu söyleniyordu. Başta çobanlar heyecan içinde sorguya çekildi, hikâye tekrar tekrar anlattırıldı. Sonra dinleyenler giderek şüpheye kapıldılar. Biri, bu iddiayı daha önce de pek çok kez duyduklarını söyledi, her defasında da boş çıkmıştı. Bir başkası, yine bu iki çobanın daha geçen bahar aynı hikâyeyi anlattıklarını, ama kuşların bir daha görülmediklerini belirtti. Çobanlar kızarak daha önce böyle bir şey anlattıklarını inkâr ettiler; kalabalık kısa sürede ikiye bölündü, kimileri çobanların tarafını tutuyor, kimileri de geçen yılki olayı iyi kötü hatırladıklarını ileri sürüyordu. Kavga kızıştıkça, ortada bir tuhaflık olduğu hissi bir kez daha Axl’ın içini kemirmeye başladı; bağırış çağırıştan, itiş kakıştan uzaklaşıp dışarı çıktı ve kararmakta olan gökyüzüne, toprağın üzerinde yuvarlanır gibi ilerleyen sise baktı. Bir süre sonra zihninde beliren parçalar birleşmeye başladı: Marta’nın kayboluşu, içinde bulunduğu tehlike, daha birkaç dakika önce herkesin onu arayışı. Ama hatırladıkları daha şimdiden bulanmaktaydı, tıpkı rüyaların uyanır uyanmaz saniyeler içinde bulanıklaşması gibi; insanlar içeride çalı kartalını tartışmaya devam ederken Axl küçük Marta’nın zihninden silinip gitmemesi için, ona yoğunlaşabilmek için müthiş bir çaba harcadı. Sonra, orada öylece dururken kendi kendine şarkı söyleyen küçük bir kızın sesini duydu ve sislerin arasından çıkıp gelen Marta’yı gördü. “Sen ne tuhaf çocuksun,” dedi Axl, sekerek yanına gelen Marta’ya. “Karanlıktan korkmuyor musun? Kutlardan, yamyam devlerden korkmuyor musun?” “Aa, korkmaz mıyım hiç beyim,” dedi Marta gülümseyerek. “Ama onlardan saklanmayı biliyorum. Annemle babam beni aramıyordur umarım. Geçen hafta öyle bir dayak yedim ki.” “Aramaz olurlar mı hiç? Arıyorlar tabii. Bütün köy seni aramıyor da kimi arıyor? Şu içeriden gelen uğultuyu duyuyor musun? Hepsi senin yüzünden evladım.”

Description:
yayılmakta, alacakaranlığın içinden ilk kuş ötüşleri duyulmaktaydı. “Çocuklar bizimle alay ediyorsa ben hızlı ya da yavaş çalıştığım için değil, anne .. Yine hiçbir ses gelmeyince kemerin altından içeriye, bir zamanlar geçit gözünü kırpmadan göğüsler, ama bir bay
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.