HASAN ALI TOPTAŞ Kayıp Hayaller Kitabı ADAM YAYINLARI © Adam Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Bu kitabın ilk basımı 1996 yılında yapılmıştır. Birinci Basım: Kasım 1999 Kapak Tasarımı: Zeynep Ardağ 99.34.Y.0016.736 ISBN9754185905 YAZIŞMA ADRESİ: ADAM YAYINLARI, KÜÇÜKPARMAKKAPI SOK. NO. 17. 80060 BEYOĞLU İSTANBUL TEL: (0212) 293 41 05 292 09 47 (3 HAT) email: [email protected] FAKS: (0212) 293 4108 Roman Aynur’a Dışarıda, Sinemacı Şerifin jeneratöründen yükselen pat pat sesleri... Hamdi, duyuyor musun dercesine gene yüzüme baktı heyecanla. Başımı kaldırıp kitaptan ben de ona baktım. Bir yandan da, herhalde anonslar kesildiğine göre artık film başladı diye düşünüyordum. Yani, kasabalılar biletlerini alıp keyifle yerlerine oturdular. Derken, bileğindeki fosforlu saate baka baka, tıpkı bir başrol oyuncusu gibi yavaşça sandalyesinden kalktı Şerif; gitti, merdiven basamaklarında bekleyen beş parasız çocukların suratına kapıyı çat diye kapattı. Salonun ortasından sarkan, çevresi örümcek bağlamış tozlu ampuller söndü sonra... Sandalye gıcırtıları sustu... Hamdi, “Filmin adı neydi?” dedi fısıltıyla. “Bilmiyorum,” dedim ben. Dede gözlerini dikmiş, duvar dibinden dikkatle bize bakıyordu. “Kesin sesinizi!” diye homurdandı birden. Öyle şiddetli homurdandı ki, onun soluğuna yakalanan gaz lambasının alevi hızla küçüldü şişenin içinde, büyüyeceğim derken bir daha küçüldü, can havliyle çırpındı, bir süre pır pır etti ve durulup ansızın eski halini aldı. O sırada kilimin üstünde tembel tembel uyuklayan gölgeler de hareketlendi tabii, silkinip doğruldular önce, belki sessiz sedasız yer değiştirdiler, kıyasıya çarpıştılar, sonra hızlarını alamadılar ve tavana doğru sıçrayıp orada, henüz hangi şekle girecekleri kestirilemeyen tuhaf yaratıklara dönüştüler. Hatta, Hamdi’ye ait olanı uzun süre inmedi yere, dedesinin yüzüne bakarak ikide bir kıpırdandı durdu... “Oturup efendi gibi dersinize çalışın,” dedi dede. Bu sözlere Hamdi pis pis sırıttı tavandan. Ben de, sırıtan benmişim de sanki dede bunu az sonra görecekmiş gibi telaşlandım. Bir ara, telaşımın Hamdi’yi etkileyerek belki onu bu saçmalıktan vazgeçireceğini bile düşündüm, ama arsızlığına devam etti o, bacaklarını aşağıya sarkıttı ve usul usul oynatmaya başladı. Anlaşılan bu hareketiyle hem dedeye, hem de hayata karşı açıkça bir savaş ilan etmişti de, ne pahasına olursa olsun sonuna kadar direneceğini belirtmeye çalışıyordu. Doğrusu, benim nicedir hayalini kurduğum ve ne yazık ki dedem yıllar önce öldüğü için asla gerçekleştiremediğim cesur bir davranıştı onun yaptığı; bir yandan hayranlık duyup içten içe takdir ediyor, bir yandan bakışlarımın ışıltısıyla sessiz sessiz alkışlıyor, bir yandan da dede görüp öfkelenecek diye hâlâ korkuyordum. Olup bitenler karşısında ben değildim de artık ben, biraz Hamdi, biraz dedeydim sanki... Gerçi dede henüz hiçbir şeyi fark etmemişti ve anladığım kadarıyla torununu hâlâ kilimin üstüne uzanmış, benim yanı başımda ders çalışıyor sanıyordu. “Şu lambanın fitilini de açın biraz,” dedi bu yüzden, “gözlerinize yazık!” Uzanıp açtım fitili. Bu kez Hamdi düpedüz kahkaha attı yukarıda. Ama dede duymadı onu; hiç kuşkusuz, bir çift film bobinine benzeyen gözbebeklerinin neredeyse incecik bir cırıltı çıkararak fırıl fırıl dönmeye başladığını da görmedi. Görmüş olsaydı, herhalde asasını kaptığı gibi ayağa fırlardı hemen ve; in ordan hergele, derdi sakalını titreterek, insene ulan! Tabanca çekercesine sırıtırdı Hamdi... İnsene ulan hergele, bak dersin seni bekliyor! Kıkırdardı Hamdi bu sefer, yani dedesinin alnına nişan alıp acımasız bir gangster gibi takır takır boşaltırdı da tabancasını, dedenin suratında kırışıklık halinde biriken yıllar tuzla buz olurdu. Gene de o, in dedim sana, diye diretirdi; insene ulan! “Hadi sen de gel!” Başımı kaldırıp yukarıya baktım; Hamdi, Hamdi kılığına bürünmüş karanlık bir kuş gibi çatıya tünemiş, elini yıldızlara çarpa çarpa beni yanına çağırıyordu. “Kaçak mı gireceğiz?” diye sordum aşağıdan. “Para mı var?” dedi öfkeyle, “tabii kaçak gireceğiz!” “Ben çıkamam,” dedim duvarın yüksekliğini gözlerimle ölçerek. Tünediği yerde, “Amma da pısırıksın ha!” diye homurdanırken dönüp sağına soluna bir şeyler arandı. Bir ara, yerinden kalkıp belki kiremitleri tıkırdatmadan kedi adımlarla çatıda gezindi. Kimi zaman dengesini sağlamak için kollarını iki yana açmış, yıldızların uzak parıltılarına tutuna tutuna ilerliyor görüyordum onu; kimi de, hangi yöne gittiğini bile bilemeden kaşla göz arasında ansızın kaybediyordum. Gerçekte yaşamayan, ancak benim hayal edebildiğim acayip bir kuştu sanki, çatının üstünde bakışlarımla birlikte oradan oraya sekip duruyordu. Sonunda, nereden bulduysa upuzun bir sırık bulup aşağıya uzattı da, duvar dibine yığılmış kırık dökük sandalyelerin tepesine çıkıp onun ağartısına tutundum ben ve ağır ağır içimi saran korkuyla birlikte tırmanmaya başladım. “Şerif bizi yakalayacak,” dedim çatıya ulaşınca. Çok hoş bir şey söylemişim gibi gene sırıttı Hamdi; bir yandan da eğilmiş, kiremitleri söküp söküp bir kenara yığıyordu. “Yıllardır bunu yapmayı hayal ediyordum işte ben,” dedi duraksayarak, “Şerif kapıyı suratımıza kapattıkça hep için için öfkelenip bunu hayal ediyordum.” Elindeki kiremiti bırakıp dikkatle bir başkasına yöneldi. “Hiç korkma sen,” dedi, “birazdan iki gangster gibi tavan arasına süzüleceğiz.” Söküp onu da bıraktı ötekilerin yanına ve hayal ede ede artık epeyce ustalaşmışçasına; “Üst üste koymayacaksın bu mübarekleri,” diye söylendi. Söylenirken de doğrulup çevresine hızla göz atıyordu ki, birden kayboldu. Çatının üstünde yalnızca pis pis sırıtan kafası kaldı yani, o da Erol Taş gibi yüzüme bakıp duruyordu. Sonra bana, “Peşimden gel!” diyerek kafa da kayboldu. Ben de' indim hemen, toz kokulu kalın bir karanlığın içinden, aman Şerif ayak tıpırtılarımızı duymasın diye parmak uçlarımıza basa basa ilerledik. Hiç konuşmadığımız halde iki kişilik bir kişi gibi aynı anda, aynı yöne doğru yürüyorduk ki, “İnşallah filmin birinci yarısı bitmemiştir,” diye fısıldadım ben Hamdi’ye. “Şimdi bunu bilemeyiz,” dedi karanlık bir kapağı kaldırırken. Ardından da yavaşça aşağıya indik. “Çök çök,” dedi Hamdi, “sakın kıpırdama.” Çöktüm... Perdede, üç dört yaşlarında sarışın bir çocuk vardı. Bahçedeydi ve tek başına ağır ağır geziniyor, gezinirken de oyun oynamak istercesine eğilip arada bir domateslerle fasulyelere dokunuyordu. Domatesler hiç kıpırdamıyordu tabii, sırıklardan sarkan dil dil fasulyeler hiç konuşmuyordu. Çocuk, kıpırdayıp konuşmayan koskoca bir bahçenin ortasında, daha o yaşta yapayalnızdı. Bu yüzden ve bu yüzden sürekli kıpırdanıp bir şeyleri kendine ya da kendini bir şeylere bulaştırmaya çalışıyor; sözgelimi gidip çitlere tırmanmayı deniyor, gidip kapının sürgüsüyle oynuyor, sonra gelip köşedeki biberlere musallat oluyor, ya da hâlâ konuşmamakta direnen sarkmış dil kılığındaki fasulyeleri koparıp koparıp içli birer kelime gibi domateslerin suratına fırlatıyordu. Fırlatıyordu fırlatmasına ya, o böyle koşuşturup durdukça bahçenin kıpırtısızlığı da büsbütün derinleşiyordu... Derken önce sebze yapraklarına, sonra güneşli bir gökyüzüne, ardından da geri planda gördüğümüz tahta evlere benzeyen tuhaf bir kelebek havalandı bu kıpırtısızlığın içinden ve devreye giren kıvrak bir mandolin sesi eşliğinde, alçala yüksele dans etmeye başladı. Çocuk onu görüp ansızın durmuş, irileşen gözleriyle hayran hayran seyrediyordu. Sonra koştu yakalamak için, biri yerde biri havada, dakikalarca döndüler bahçenin yeşilliğinde; dakikalarca soluk soluğa koşup soluk soluğa uçtular. Öyle ki, artık koşan arada bir uçmaya, uçan da koşmaya başlamıştı. İşte o zaman kulağıma eğilip; “Çok saçma,” diye fısıldadı Hamdi. Sesimi çıkarmadım ben, çocukla birlikte durmuş, çitleri aşıp giden kelebeğe bakıyordum. Güneşin altında pırıl pırıl yanıyordu önce, boşluğa çivilenip kalmış da onca kanat vuruşuna karşın bir türlü uzaklaşamıyormuş gibi hep aynı yerde ve aynı büyüklükteydi. Sonra, gökyüzünün maviliğine karışıp birden kayboldu derken çıktı maviden masmavi, şöyle bir göründü ve köyü çevreleyen çamların uğultusuna dalıp gene kayboldu da çocuk çok üzüldü buna, altdudağını bir karış sarkıttı ve her şeye küstü. Sonra, bahçenin öteki köşesine yürüdü başını önüne eğip. Sonra, biberlere baktı orada ve biberler ona yeşil yeşil göründü. Sonra, çitlere baktı işte ve biberler ona gene göründü. Sonra onlardan birini koparıp ısırdı bu çocuk ve bar bar bağırıp ağlamaya başladı da, biberin acısı ta arka sıranın ardına kadar gelip burnumuzun direğini sızlattı. Derken, sütbeyaz bir at göründü perdede; köpüre köpüre, topuklarının dibinden havalanan minnacık toz bulutlarıyla birlikte köye girdi ama çocuk onu görmedi. Çünkü, nicedir akan gözyaşlarının ve kendi sesinin içinde kaybolmuştu artık ve onu onun sesini aralayıp biz bile güç seçebiliyorduk. At, gele gele gelip çitlerin dibinde durdu sonra; sırtında, kimbilir kaç gecenin karanlığından geçip gelmiş sarı bıyıklı bir adam vardı olanca heybetiyle ve gözlerini bir çift namlu gibi dikmiş, bahçedeki çocuğa bakıyordu. Sonra adam baktığını unuttu herhalde, bakışlarının rengini koyulaştırıp alelacele tekrar baktı. Sonra bu da yetmedi ona ve eyerin üstünde kıpırdana kıpırdana, sanki oraya tekrar gelip durmuş gibi bir daha baktı. Artık biz çocuğu adamın yüzünü okuyarak görebiliyorduk. Derken kulaklarını dikip at da baktı çocuğa, neredeyse binicisi kadar derin baktı bakmasına ya çocuk onun yüzünde görünmedi nedense; bahçenin bir köşesinde gözlerini oğuştura oğuştura ağlıyordu. Biz filmi baştan seyredemediğimiz için o sırada, çitlerin arkasında duran bu adam kimin nesiydi bilmiyorduk. Köyden gelip geçen yufka yürekli bir yolcu olabilirdi de artık filmin bundan sonraki sahnelerinde bir daha görünmeyebilir miydi, bilmiyorduk. Yolu o orman köyüne düşmüş bir garip yolcuysa bu adam, neden dursundu ağlayan bir çocuk görünce, bilmiyorduk. Yoksa sürekli kanayıp duran gizli bir yarası vardı da içinde rastladığı her ağlayış onu durduruyor muydu ve durduruyorsa dura dura nereye varılabilirdi böyle, bilmiyorduk. Zaten bilmediğimizi biliyormuş gibi adam, çocuğa bakıyorum bahanesiyle biraz da bize bakıyordu. Sonra hiç umulmadık bir anda ağzını perde boyunca açarak üstümüze doğru; neden ağlıyor bu çocuk lan, diye kükredi. Hamdi’yle birlikte neye uğradığımızı şaşırmıştık çöktüğümüz yerde, soluğumuzu tutmuş, öylece bakıyorduk. Ama pek uzun sürmedi bu; evin köşesinden eli yüzü una belenmiş bir kadın çıktı ve gözlerini bir çocuğa, bir adama çevirip; ne bileyim ben neden ağlıyor, dedi. Adam bu sözlere öfkelenip atından indi hemen ve körüklü çizmelerini gırç gırç öttürerek kadına doğru yürüdü de kadın, gelme üstüme benim ne günahım var dedi ama adam gene yürüdü hışımla ve kadın, ben yufka açıyordum ne günahım var diye tekrarladı ve öteki, başlarım lan senin yufkana da dedi ve beriki dedi, başlayacaksan başla ve adam, gözlerini nah şu kadar belertip şaaak diye okkalı bir tokat attı kadının suratına ve yere boylu boyunca yıkıldı kadın; sonra çocuk kadım gördü ve o ona göründü; sonra başını çevirip başka yöne baktı çocuk ve işte kadın ona gene göründü; üstelik her görünüşünde bir tokat daha yiyordu zavallı ve yere boylu boyunca tekrar tekrar yıkılıyordu ki artık daha fazla dayanamayıp çocuk koştu onu kurtarabilirim umuduyla; sonra sarı bıyıklı adam adamakıllı öfkelendi buna ve dişlerinin arasında ıslık çekirdeğine benzeyen keskin bir hıh sesi çıkartarak olanca gücüyle tekme