STEPHEN KING KARANLIK ÖYKÜLER Kitabın Orijinal Adı: Everything’s Eventual Türkçesi: Canan Kim Shane Leonard için… İçindekiler Bir desteden tüm maçaları ve bir de joker çıkardım. Astan papaza = 1-13. Joker = 14. Kartları karıştırdım ve dağıttım. Kartların desteden çıkış sırası, yayıncımın bana gönderdiği listedeki yerlerine göre hikâyelerin kitaptaki sırasını belirledi. Ve bu şekilde edebi hikâyeler ile vurucu hikâyeler arasında şaşırtıcı bir denge oluştu. Ayrıca uygun gördüğüm yere göre her hikâyenin başına veya sonuna, birer açıklama koydum. Bir sonraki sıralamayı Tarot kartları belirleyecek. Önsöz (Neredeyse) Kayıp Sanatı İcra Etmek Dört Numaralı Otopsi Odası Siyah Giysili Adam Tüm Sevdikleriniz Yok Olup Gidecek Jack Hamilton’ın Ölümü Ölüm Odası Eluria’nın Küçük Hemşireleri Her Şey Olacağına Varır L.T.‘nin Evcil Hayvan Teorisi Kuzeye Doğru Giden Yol Virüsü Gotham Cafe’de Öğle Yemeği Sadece Fransızca Tarif Edebileceğiniz O His 1408 Lunapark Treni Şanslı Çeyreklik Önsöz (Neredeyse) Kayıp Sanatı İcra Etmek Yazma zevkinden daha önce birçok kez bahsettim ve artık bu konuyu temcit pilavı gibi tekrar gündeme getirmek istemiyorum ama bir itirafta bulunayım: yaptığım işin ticari yönünden de bir amatöre has, hafifçe çılgın bir zevk alıyorum. Bu konuda beceriksizlikler yapmak, çeşitlilik yaratmak ve sınırları zorlamak hoşuma gidiyor. Görsel romanlar (Storm of the Century, Rose Red), seri romanlar (Yeşil Yol) ve internet üzerinden yayınlanan seri romanlar (The Plant) denedim. Önemli olan daha fazla para kazanmak veya yeni pazarlar oluşturmak değil; farklı yollarla yazmanın etkisini, sanatını ve hünerini görebilmek, bu şekilde işlemi tazelemek ve sonuçta ortaya çıkan eseri -bir diğer deyişle hikâyeleri- olabildiğince parlak ve başarılı kılmak. Üstteki satırda “[hikâyeleri] taze kılmak” yazmıştım ama dürüstlük adına değiştirdim. Yani, haydi bayanlar baylar, artık kendimden başka kimi kandırabilirim? İlk hikâyemi sattığımda yirmi bir yaşındaydım, kolejde sondan bir önceki senemdeydim. Şimdi elli dört yaşındayım ve Red Sox şapkamı astığım dokuz yüz elli gramlık bilgisayar/yazım işlemcimde pek çok şey yazdım. Çok uzun bir süredir yazıyorum ama yazmak, gözümde çekiciliğini hâlâ kaybetmiş değil. Ama yazmayı ilginçleştirip canlı bir hale getirmezsem kısa sürede yaşlanıp güçsüzleşirim. Bunun olmasını istemiyorum çünkü ne yazdıklarımı okuyan insanları (yani sizi, sevgili Sadık Okuyucu) ne de kendimi aldatmak istemiyorum. Ne de olsa bu işte birlikteyiz. Bu bir randevu. Zevk almamız, eğlenmemiz gerekir. Dans etmeliyiz. Tüm bunları belirttikten sonra size yeni bir hikâye anlatabilirim. Karımla benim sahip olduğumuz iki radyo istasyonu var, tamam mı? Biri, spor radyosu olan WZON- AM, diğeriyse klasik rock çalan WKIT-FM (biz Bangor’un Rock’ı diyoruz). Radyoculuk bugünlerde, özellikle de Bangor gibi kanalların çok, dinleyicinin az olduğu bir pazarda çok zor. Çağdaş folk, klasik folk, eski şarkılar, Rush Limbaugh, Paul Harvey ve Casey Kasem’imiz var. Steve ve Tabby King istasyonları çok uzun bir süredir, faaliyetini zarara geçerek sürdürdü -zarar, beni huzursuz edecek kadar fazla değildi. Kazanmayı severim ama kamuoyu yoklamalarında yerimiz fena olmamasına rağmen yıl sonunda hep zararda oluyorduk. Bu bana, Bangor pazarında-yeterince reklam geliri olmaması ve pastanın dilimlerinin çok ince olmasıyla açıklandı. Böylece aklıma bir fikir geldi. Büyüdüğüm Durham, Maine’de büyükbabamla (ben büyürken o da yaşlanıyordu) birlikte dinlediklerimize benzer radyo oyunları yazacaktım. Bir Cadılar Bayramı oyunu! Orson Welles’in Mercury Tiyatrosu’ndaki meşhur veya bilinmeyen, Dünyaların Savaşı‘nın Cadılar Bayramı adaptasyonunu biliyordum elbette. H. G. Wells’in klasik istila hikâyesini haber bültenleri gibi okutmak Welles’in fikriydi (ama ne muhteşem bir fikir). İşe yaramıştı. Öyle işe yaramıştı ki ulusal bir panik baş göstermiş, Welles (H. G. değil, Orson) bir sonraki hafta Mercury Tiyatrosu’nda halktan özür dilemek zorunda kalmıştı. (O sırada gülümsediğine bahse girerim; biliyorum, çünkü bu kadar güçlü ve ikna edici bir yalan uydursaydım ben de gülümserdim.) Orson Welles’in işine yarayanın benim de işime yarayabileceğini düşündüm. Welles’in adaptasyonunun başladığı gibi dans grubu müziğiyle başlamak yerine Ted Nugent’in feryat figan söylediği “Car Scratch Fever” ile başlayacaktım. Sonra WKIT yayın personelinden biri (artık kimse onlara diskjokey demiyor) anons yapacaktı. “Ben WKIT Haber’den JJ West. Yaklaşık bin kişinin Pickering Meydanı‘nda toplanmış, büyük, gümüş rengi, diske benzer bir nesnenin yere doğru yaklaşmasını izlediği Bangor şehir merkezindeyim… bir dakika, belki mikrofonu kaldırırsam siz de duyabilirsiniz.” Ve böylece işe başlayacaktık. Ses efektleri için evdeki üretim olanaklarını, roller için yerel tiyatrolardaki oyuncuları kullanabilirdim ve en iyi tarafı neydi biliyor musunuz? Her şeyden iyi tarafı? Oyunu kaydedip tüm ülkedeki radyo istasyonlarına satabilirdik! Elde edilecek gelir (muhasebecimin de onayladığı gibi) “yaratıcı yazarlık geliri” değil, “radyo istasyonu geliri” olacaktı. Bu şekilde reklam gelirindeki artışla yıl sonunda radyo istasyonları kâra bile geçebilirdi! Bir radyo oyunu yazma fikri de, yazarlık yeteneklerimi kullanarak radyo istasyonlarımı kâra geçirebilme ihtimali de oldukça heyecan vericiydi. Sonuçta ne mi oldu? Beceremedim, olan bu. Denedim, denedim ve ortaya, kulağa düzyazı gibi gelen bir sonuç çıktı. Akılda bir makara gibi boşalan bir oyun değil (Suspense ve Gunsmoke gibi radyo programlarını hatırlayacak kadar yaşlı olanlarınız ne demek istediğimi anlayacaktır), kasete kaydedilmiş bir kitap gibiydi. Buna rağmen diğer istasyonlara satıp biraz para kazanabileceğimizden emindim ama oyunun başarılı olmayacağını biliyordum. Sıkıcıydı. Dinleyiciyi aldatacaktı. İşi elime yüzüme bulaştırmıştım ve nasıl düzelteceğimi bilmiyordum. Bence radyo oyunları yazmak, kayıp bir sanat. Bir zamanlar sahip olduğumuz kulaklarımızla görebilme yeteneğini kaybetmişiz. Ahşap bir bloka parmak eklemleriyle vuran bir radyo efektçisini dinlerken tozlu çizmeleriyle Long Branch Saloon’un barına doğru yürüyen Matt Dillon’ı karşımdaymış gibi görebildiğimi hatırlıyorum. Artık bu söz konusu değil. O günler geçmişte kaldı. Shakespeare stili oyun yazarlığı bir başka kayıp sanat. İnsanlar hâlâ kolejlerin sahneye koyduğu Hamlet veya Kral Lear’ı görmeye gidiyor ama birbirimize dürüst olalım: bu oyunlar televizyonda yayınlansa, Hamlet’i Brad Pitt, Polonius’u Jack Nicholson oynuyor olsa bile En Zayıf Halka veya Survivor Five: Stranded on the Moon gibi yapımlar karşısında izlenme şansları ne olur sizce? Ve insanlar Kral Lear veya Macbeth gibi Elizabeth dönemi oyunlara hâlâ gidiyor olmasına rağmen, bir sanat formundan zevk almakla o dalda yeni bir örnek yaratmak arasında çok büyük bir fark var. Arada sırada biri Broadway’de veya başka bir yerde bunu dener ve her zaman başarısız olur. Şiir, kayıp bir sanat değildir. Şiir, her zamankinden iyi durumda. Elbette gösteriş ve dehayı birbirine karıştıran aptallar çetesi (Mad dergisi çalışanlarının kendilerine dedikleri gibi) her zamanki gibi çalıların ardına sinmiş durumda ama sanatın çok parlak temsilcileri de var. Bana inanmıyorsanız yerel kitapçı dükkanınızdaki edebi dergilere bakın. Okuduğunuz her altı berbat şiire karşılık bir iki iyi şiire rastlayabilirsiniz. Ve inanın bana, çöplükle hazine karşılaştırılıyorsa bu oldukça iyi bir oran. Kısa hikâyeler de kayıp bir sanat değil ama yok oluşun derin çukuruna düşmeye şiirden daha yakın olduğunu söyleyebilirim. İlk kısa hikâyemi uzun yıllar önce, 1968’de sattığımda pazarın yıpranmasından dolayı hissettiğim üzüntüyü dile getirmeye başlamıştım bile: yirminci yüzyılın ilk yarısında çok popüler olan ucuz dergiler yok olmuştu, haftalıklar (örneğin The Saturday Evening Post) can çekişiyordu. Aradan geçen yıllar içinde kısa hikâye pazarının giderek daraldığını gördüm. Tanrı, genç yazarların hikâyelerini yayınlayabildikleri küçük dergileri, onların kelime yığınlarını (özellikle 2001 yılında ortaya çıkan Şarbon korkusuna rağmen) okuyan editörleri ve ilginç hikâyelerin .antolojisi için hâlâ yeşil ışık yakan yayıncıları korusun. Onları korumak için Tanrı‘nın bütün gününü, hatta kahve molasını bile, harcamasına gerek yok. On, on beş dakika yetecektir çünkü sayıları çok az ve her geçen yıl daha da azalıyor. Genç yazarlar (bu kitleye ben de dahilim ama orada hiçbir eserim yayınlanmadı) için Kutup Yıldızı gibi bir yol gösterici olan Story dergisi artık yok. Yaşaması için çok çaba gösterilen Amazing Stories de artık yok. Vertex gibi ilginç bilim kurgu dergileri ve elbette Creepy ve Eerie gibi korku dergileri de yok. Bu harika dergiler çok uzun zaman önce yok oldu. Arada sırada birileri bu dergileri hayata döndürmeye çalışır; bunu yazdığım sıralarda Weird Tales tekrar yayın hayatına dönmeye çalışıyor. Bu çabalar çoğunlukla sonuçsuz kalıyor. Vezinlerle yazılmış Shakespeare tarzı oyunlar gibi göz açıp kapayıncaya kadar yayın hayatına başladıktan çok kısa bir süre sonra yok oluyorlar. Ve bir kez yok oldular mı, geri getirmek neredeyse imkânsız oluyor. Yitip gidenler, yitik halde kalmakta çok kararlı oluyorlar. Geçen yıllar boyunca kısa hikâyeler yazmaya devam ettim. Devam etmemin bir sebebi, zaman zaman aklıma fikirler gelmesi, üç bin, dokuz bin, en fazla on beş bin kelimeye dökülmek için yalvaran güzel fikirler, bir başka sebepse pek nazik olmayan bazı eleştiri yazarlarının düşündüklerinin aksine işimin bitmediğini en azından kendime göstermekti. Kısa hikâyeler hâlâ başlı başına birer iş, bir zanaatçının dükkanından alabileceğiniz, her biri diğerlerinden farklı olan eşyalarla eşdeğerde. Elbette arka odada el emeğiyle yapılmasını bekleyecek kadar sabırlı ve istekliyseniz. Ama kısa hikâyeleri pazarlamak için hikâyeler o şekilde yaratıldı diye yine babadan kalma yöntemler kullanmaya gerek yok. Ayrıca bir hayal ürününün satış şeklinin o ürünün değerini azalttığını ve ucuzlattığını varsaymak (eleştiri basınında pek çok geri kafalı böyle yapmış görünüyor) da yanlış. Bana eserlerimi pazarlama konusunda en garip deneyimimi yaşatan ve anlatmaya çalıştığım ana noktaları gösteren “Lunapark Treni”nden bahsediyorum. “Lunapark Treni”nde, yitirilenin geri getirilmesinin çok zor olduğunu, belirli bir nokta geçildikten sonra yok oluşun muhtemelen kaçınılmaz olduğunu ama yaratıcı yazarlığın bir yönünde -ticari yön- yeni bir bakış açısının bazen bütünü güzelleştirebileceğini anlatmaya çalıştım. “Lunapark Treni”, On Writing’den sonra, beni neredeyse sürekli bir fiziksel ıstırap içinde bırakacak bir kazanın ardından gelen iyileşme dönemimde ortaya çıktı. Yazmak, acının çoğunu benden uzaklaştırdı; her zaman benim için en iyi ağrı kesici olmuştur. Anlatmak istediğim hikâye, basitliğin ta kendisiydi; kamp ateşi başında anlatılan hayalet hikâyelerinin bir adım ötesi. Ölü Adam Tarafından Arabaya Alınan Otostopçu’ydu. Hayal gücümün gerçek dışı dünyasında kaybolmuş bir halde hikâyemi yazdığım sırada aynı derecede gerçek dışı olan e-ticaret dünyasında yeni bir oluşum kendini gösteriyordu. Bu oluşumun bir öğesi, sayfalarını elimizle çevirdiğimiz (iyi yapıştırılmamışsa bazen çevirirken kopardığımız), tutkalla bir arada tutulan kapak ve yapraklardan oluşan kitapların pabucunu dama atacağını iddia ettiği elektronik kitaplardı. 2000 yılının başlarında, Arthur C. Clarke’ın sadece siber uzayda yayınlanmış bir makalesine çok büyük ilgi gösterilmişti. Ama fazlasıyla kısaydı (ilk okuduğumda kız kardeşinizi öpmek gibi olduğunu düşünmüştüm). Benim hikâyem oldukça uzundu. Scribner’daki editörüm Susan Moldow (bir Gizli Dosyalar hayranı olarak ona Ajan Moldow diyorum… gerisini siz düşünün) bir gün Ralph Vicinanza’nın teşvikiyle aradı ve elimde elektronik pazarda denemek isteyebileceğim bir şey olup olmadığını sordu. Ona “Lunapark Treni”ni gönderdim ve üçümüz -Susan, Scribner ve ben- yayıncılık tarihinde küçük bir sayfa açtık. Hikâyeyi birkaç yüz bin kişi internetten indirdi ve sonunda mahcup olmama yol açan bir miktar para kazandım. (Tabii bu lanet olası bir yalan, mahcup falan olmadım.) Kaset hakları bile yüz bin dolardan fazla kazandırdı ki bu, komik denecek kadar büyük bir miktar. Böbürleniyor muyum? Kendimi mi övüyorum? Bir açıdan evet. Ama size söylemek istediğim bir şey daha var: “Lunapark Treni” beni tam anlamıyla çılgına çevirdi.
Description: