ebook img

Ivan Gonçarov PDF

406 Pages·2012·2.1 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Ivan Gonçarov

Önsöz Bu kitapta önemli olan Oblomov değil, Oblomovluktur. Dobrolyubov Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Miskin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır. Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır. Oblomov, yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi sınıfının çocuğudur. Çiftliği vardır, köleleri vardır; ama kendisi, bütün köklerinden kopmuş derebeyleri gibi, onları bir kâhyaya bırakıp büyük şehre, devlet kapısına sığınmıştır. Oblomovka, yaşayışı, gelenekleri, inanışları, aile kuruluşu, çalışma düzeniyle eski Rusya'dır. Oblomov'un rüyasında gördüğü bu çiftliği anlatırken, Gonçarov, eski Rusya'nın, yeni bir görüşle, destanını yazmıştır. Ama 1850'de Oblomovka o kadar sönmüş, o kadar cılızlaşmıştır ki, Oblomov bile orada barınamamış, Rus şehirlerinde yeni başlayan, fakat Oblomovka'da yetişen bir adamın kavrayamayacağı, benimseyemeyeceği bir hayata doğru sürüklenmiştir. İşte, bu iki dünya arasında açıkta kalan bir insan, Rusya'da o tarihte yaşayan sayısız insanın temsilcisidir. Oblomovka'da köylülerin hazırlayacağı ekmeği yemek için büyütülmüş Oblomov, ekmeğini kendi kazanan insanlar arasında ne yapacağını şaşırır; böyle bir hayat için ta küçükten hazırlanmamış olan iradesi yavaş yavaş söner, hayatla arası her gün biraz daha açılarak, sonunda toplumdışı bir insan, kendini taşıyamayan bir yük olur. Toplumsal bir kaderin Oblomov'u içine düşürdüğü bu kaçınılmaz uyuşmayı rastgele bir tembellikle karıştırmamak gerekir. Tembel, işten kaçan ve işsizlikte mutluluğu bulan adamdır. Oblomov'sa hiçbir zaman işe giremeyen, işsizlikten de zevk alamayan bir adamdır. Zaman zaman kendi durumunu açıkça gören Oblomov, üstüne çöken, hayatını bir bataklığa çeviren bu durgunluğa acı acı isyan bile eder: "Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin ve hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık zavallı bir patika gibi görüyordu. İçinde hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok imkânlar olduğunu acı acı seziyordu... " Çok eskiden atalarının kazandığı mülke ve isme hiçbir şey eklemeden rahatça yaşamak imkânını bulan derebeyleri için mutluluk çalışmakta değil, işsizlikte; değer, çalışanda değil, çalışmayanda idi. Toplumun yeni gelişmesinde hiçbir rolü kalmayan derebeyleri, çocuklarını yeni hayata, Rusya'ya yeni giren endüstrinin yarattığı çalışma yollarına sokamıyorlardı. Avrupa'dan gelen bilgilerin, yeni hayatta gittikçe artan gereğini duyuyor, hatta çocuklarını Alman öğretmenlere göndermeye razı oluyorlardı. Ama gene de bunun için eski rahatlıklarından bir şey feda edemiyorlardı. Oblomov işte bu değişen hayat koşullarının ve bu kararsız aile eğitiminin kurbanıdır; annesinin rüyalarına büyük bir devlet adamı olarak giren Oblomov, küçük bir memur bile olamamıştır. Oblomovka'nın ve eski Rusya'nın yıkıntıları üzerine kurulmaya başlayan yeni hayatın mümessili Ştoltz'dur. Oblomov'un ruh zenginliği yanında pek kuru, basit bir kukla gibi kalan Ştoltz, derebeyi, hatta Rus bile değildir. Yeni hayata çocukluğundan beri hazırlanmış olduğu için, doğmaya başlayan bir hayat görüşünün, Rusya'yı Avrupalılaşma yoluna götürecek insanların temsilcisi olduğu içindir ki, Oblomov'un kendi ülkesinde kazanamadığı mevkii, mutluluğu, refahı kolayca elde ediyor. Oblomov ölüme benzeyen uyuşukluğa gömüldükçe, Ştoltz'un yıldızı her gün biraz daha fazla parlıyor. Oblomov'un ruhu Ştoltz'unkinden daha zengin, daha derindir. Gonçarov bunu bilmiyor değil; fakat Gonçarov şimdilik bu derinlikten, bu ruh soyluluğundan vazgeçmeye hazırdır. Rusya'nın Ştoltz gibi biraz bayağı, ama güçlü, çalışkan insanlara ihtiyacı vardır. Büyük Petro'dan beri Rusya'da devam eden büyük Rusya-Avrupa kavgasında, Gonçarov hiç gözünü kırpmadan Avrupa'nın tarafını tutuyor. Diğer büyük Rus romancıları bu yolda o kadar ileriye gidemiyorlar. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy Avrupa'dan çekiniyorlar, Rusya'nın manevi büyüklüğünü kuran değerleri korumaya çalışıyorlar. Zenginleşen, büyük bir işadamı olan Ştoltz, Dostoyevski'nin, hele Tolstoy'un nefret ettiği insanlardan biridir. Gonçarov, Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski ve yeni Rusya'yı, Doğu'yla Batı'yı karşı karşıya koymuştur. Kardeş gibi sevişen bu iki çocukluk arkadaşı hiçbir zaman birbirini anlayamayacak, Ştoltz Oblomov'a, Oblomov Ştoltz'a her zaman şaşarak bakacaktır. İşte bütün durgunluğuna rağmen Oblomov'un romanını bir dram haline getiren, bu iki ayrı insan, iki ayrı dünya karşılaşmasıdır. Gonçarov kendinin ve ülkesinin yaşadığı bu dramı anlatırken bir iç dökme acılığına, bir kötüleme ya da öğüt verme tatsızlığına düşebilirdi; fakat gözlemci olduğu kadar da sanatçı olduğu için, romanın en acı yerlerinde bile sakin, hatta babacan bir hikâyeci gülümsemesini yitirmiyor. Ancak Cervantes, Rabelais, Gogol gibi büyük romancılarda görülen bu dram karşısında gülümseme, bu humor olmasaydı, Oblomov bütün önemine rağmen okunamayacak kadar sıkıcı bir kitap olabilirdi. Gonçarov sık sık konusunu, kahramanını unutarak, bir sahneyi, bir konuşmayı hatırda tutulamayacak kadar ince, önemsiz ayrıntılarıyla anlatmak zevkine kapılıyor. Bu yüzden düştüğü tekrarlar, uzunluklar, Fransız çevirmeninin amansız sansürüne uğramış olmakla birlikte, kanımızca romanın en değerli tarafları arasındadır. Özellikle "Oblomov'un Rüyası"nda marazi denebilecek bir incelemeye varan bu ikinci plan tasvirlerinde realist edebiyatın her zaman veremediği doyulmaz tablolar vardır. Geçmiş zamanı, adeta beş duyunun birden yardımıyla dirilten bu "Rüya"yı Marcel Proust okumuş olsaydı, Gonçarov'u kendine en yakın romancılardan sayabilirdi. Proust da onun gibi anlattığı âlemden hiçbir şeyin kaybolmasına razı olmuyor, ilk bakışta tekrar gibi görünen belirsiz renkleri biriktirerek canlı bir bütün yaratıyor. Tıpkı Ştoltz gibi Avrupalı okuyucu da Oblomov'un hikâyesini hiçbir zaman hakkıyla anlayamayacaktır. Gerçi Oblomov'u ancak Avrupalı bir kafa, Gonçarov'un Avrupalılaşmış kafası edebiyata sokabilmişti. Ama Avrupa edebiyatında bu tipin benzerine bile rastlamak imkânsızdır. Ona benzese benzese Don Kişot, Hamlet, Werther, Adolphe, Rene gibi hasta kahramanlar, işsiz beyzadeler benzeyebilirdi. Ama onlar işsizlikten bile iş çıkarmanın, hayallerini şu ya da bu şekilde yaşamanın, hatta hayalleri uğrunda ölmenin yolunu buluyorlar. Avrupa, hayallerini, gerçekleştirmek için kuran insanların ülkesidir. Orada gerçekleşemeyen hayal bir acı kaynağı, bir tragedya konusudur. Doğu'da ise hayal bir keyif, bir gerçekten kaçma vesilesidir. Doğulu, geviş getirir gibi, kendi içinde başlayıp kendi içinde biten, hedefsiz, başıboş hayaller kurar. Oblomov'da gerçeğin yerini tutan hayal, Ştoltz'da bir teşebbüsün hazırlığı, ilk adımıdır. Rusya'da en çok okunmuş, anlaşılmış, günlük konuşmalara karışmış olan bu romanın, Avrupa'da en aydın okuyucular tarafından bile anlayışsızlıkla karşılanması mukadderdi. Bizde ise Oblomov'un büyük bir anlayış bulması beklenebilir; çünkü Oblomov'u yaratmış olan koşullar bizde de pek yakın zamanlara kadar vardı. Hatta Türk okuyucusu tanıdıkları arasında Oblomov'a benzeyen insanlar görebilecektir. Konya'daki çiftliğinin geliriyle Beyoğlu'nda, bir türlü gerçekleşmeyen hayaller içinde yaşayan işsiz, yarı aydınlar ve memurlar az değildir. Kaldı ki hepimizde, iş hayatına karışanlarımızda bile, Oblomovluk vardır. Avrupalılaşma yolunu tutan her Doğu milletinde Oblomovluk kolay kolay ruhlardan çıkmayacaktır. Oblomovluktan kurtulmak için onun tam zıddını örnek tutmuş olan, dünya görüşünü iş üzerine kurmuş olan yeni Rusya'da bile Oblomov'lar kuşağının büsbütün kuruduğu ileri sürülemez. Nitekim Lenin diyor ki: "Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov'lar kaldı; çünkü Oblomov'lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov'un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir." Bu çeviriyi Rusça, İngilizce ve Fransızca metinleri karşılaştırarak yaptık. Asıl metinden başka en çok başvurduğumuz metin İngilizce çevirisi oldu. Fransızca çevirisi Oblomov'un Fransa'da ne kadar az anlaşıldığını gösteren bir laubalilikle yapılmıştır. Eserin yarısından fazlası ve belki de en renkli parçaları atılmıştır. Bu çeviride metinden hiçbir parça çıkarılmış değildir. Rusça metinden uzaklaşmış görünecek cümleler genel olarak rahat okunmak kaygısından doğmuştur. İvan Aleksandroviç Gonçarov (1812-1891) Simbirsk'te doğmuştur. Zengin bir tüccar ailesinin çocuğu olan Gonçarov, Oblomov'unkine benzeyen bir çocukluk geçirmiş; asilzadelerle, geleceğin Oblomov'larıyla birlikte özel bir pansiyonda okumuştur. Moskova Üniversitesi'ni bitirdikten sonra Gonçarov, Petersburg'da otuz üç yıl sürecek ve kendisini yüksek bir göreve kadar getirecek memurluk hayatına başlıyor. Gonçarov, 1847'de ilk eserini, Alelade Bir Hikâyeyi çıkarıyor. 1849'da da "Oblomov'un Rüyası" bir dergide basılıyor. Ama Oblomov son şekliyle ancak 1857'de, Marienbad'da bir aylık sürekli bir çalışma içinde yazılmıştır. "Bu büyük romanın bir ay içinde yazılması belki de imkânsız görünür. Ama unutmayın ki, bu eseri yıllarca kafamda taşıdım ve onu ancak kâğıda geçirmek kalmıştı." Roman Rusya'da bir bomba gibi patladı. Zaten zaman da pek elverişliydi. Köleliğin kaldırılmasına üç yıl kalmış, bütün edebiyatta, uyuşukluğa, hareketsizliğe, şaşkınlığa karşı bir savaş açılmıştı. Bunun içindir ki, bir çağdaşın yazdığı gibi, "Bütün okuma yazma bilenler Oblomov'u heyecanla okuyorlar. Hiç mübalağa etmeden denilebilir ki bu anda Rusya'da en küçük, en kenarda kalmış bir kasaba yoktur ki orada Oblomov okunmasın, üzerinde tartışılmasın. Oblomov ve Oblomovluk kelimeleri bütün Rusya'ya yayılmış, ebedi olarak dilimize girmiştir." Bu eserden başka, Gonçarov'un, 1856'da çıkan ve üç yıllık bir dünya yolculuğunu anlatan Fregat Pallada isimli bir eseriyle birkaç eleştirisi ve hikâyesi vardır. Oblomov'dan sonra yazdığı Uçurum adlı büyük romanı 1869'da çıkmış ve Gonçarov'u on yıl uğraştırmıştır. Birinci Bölüm İlya İlyiç Oblomov, bir sabah Gorohovaya Caddesi'nde bütün bir kasaba halkı kadar kiracısı olan büyük evlerin birinde yatağına uzanmıştı. Otuz iki, otuz üç yaşlarında bir adamdı bu. Orta boylu, düzgün yapılı, hoş görünüşlü idi; fakat yüzünde, düşünce gayretinin, açık seçik hiçbir kaygının belirtisi yoktu. Düşünce bu çehrede serseri bir kuş gibi dolaşıyor, gözlerinden şöyle bir gelip geçiyor, yarı açık dudaklarında biraz duraklıyor, alnının kıvrımlarında saklanıyor, sonra iyice silinip gidiyordu. O zaman bütün çehreyi kayıtsızlığın tek renkli ışığı kaplıyordu. Sonra bu kayıtsızlık bütün vücuduna geçiyor, hırkasının kıvrımlarına kadar yayılıyordu. Zaman zaman gözleri sıkıntıya, yorgunluğa benzer bir şeyle bulanıyordu; ama yalnız çehresinin değil, bütün varlığının hâkim ve devamlı ifadesi olan rehaveti, ne yorgunluk, ne de sıkıntı bir an olsun bozabiliyordu. Gözlerinde, gülüşünde, başının, ellerinin her hareketinde rahat, açık, temiz bir ruhun ifadesi parlıyordu. Kayıtsız ve sathi bir göz Oblomov'a şöyle bir bakar ve "İyi yürekli, kuzu gibi bir adamcağız olsa gerek" derdi. Ona daha yakından, daha anlayışlı bir gözle bakan biriyse yüzünü bir müddet süzer, sonra garip bir tereddüt içinde gülümser geçerdi. İlya İlyiç'in teni ne pembe, ne esmer, ne de soluktu; rengi yok gibiydi ya da yüz adaleleri yaşına uygun olmayan bir gevşeklik yüzünden renksiz görünüyordu. Bu hali belki de havasızlıktan, hareketsizlikten ya da her ikisinden ileri geliyordu. Boynunun dümdüz ve bembeyaz derisi, küçük yumuşak elleri, düşük omuzları bir erkekte az görülür incelikteydi. Hareketleri çekingen ve nazikti; telaşlı anlarında bile durgun bir inceliği vardı. Bir kaygısı olursa gözleri bulanır, alnı buruşur, yüzünde tereddüt, sıkıntı ve korku birbirine karışırdı; fakat bu kaygı binde bir belli bir fikir halini alır, çok daha nadir olarak da bir niyete kadar varırdı. Sadece içini çekmekle kalır ve tam bir durgunluğa, bir uyuklama haline düşerdi. Oblomov'un ev kıyafeti durgun çehresine ve yumuşak vücuduna ne kadar da yaraşıyordu. Acem işi bir hırkası vardı; bu hırka her bakımdan Doğulu, hiçbir bakımdan da Avrupalı değildi: Ne püskülü, ne kadifesi, ne beli vardı; o kadar da genişti ki Oblomov'u iki defa sarabilirdi. Tam Asya biçimi kolları, bileklerinden omuzlarına doğru genişliyordu. Hırkası ilk tazeliğini kaybetmiş olmasına, kendi parlaklığı ile değil de zamanın kazandırdığı bir cila ile parlamasına rağmen yine de göz alıcı Doğu renklerini koruyor, kumaş hâlâ eskisi kadar sağlam duruyordu. Oblomov için bu hırkanın paha biçilmez sayısız değeri vardı; yumuşaktı, 6 uysaldı, vücut onu hiç duymuyordu, efendisinin en küçük hareketine uysal bir köle gibi boyun eğiyordu. Oblomov evinde hiç yelek giymez, kravat takmazdı; rahat, serbest olmak isterdi. Uzun, yumuşak, geniş terlikleri vardı: Yatağından kalkar kalkmaz ayaklarını içine sokardı. Uzanmak İlya İlyiç için ne hastalarda ya da uykusu gelmiş insanlarda olduğu gibi bir zaruret, ne yorgun bir kimsedeki gibi geçici bir ihtiyaç, ne de uyuşuk bir insandaki gibi bir zevkti; bu onun tabii hali idi. Evde olduğu zamanlar -evde olmadığı zaman da yok gibiydi- hep uzanırdı; hem de hep aynı odada. Kendisini ilk defa içinde gördüğümüz bu oda onun hem yatak, hem çalışma, hem de konuk odası idi. Üç odası daha vardı. Ama onları yalnız sabahları, hizmetçi çalışma odasını temizlerken -ki bu da her gün olmazdı- şöyle bir görürdü. Bu odalarda eşyalar örtülü, perdeler inikti. İlya İlyiç'in yattığı oda ilk bakışta pek zengin görünüyordu: Maun bir yazıhane, ipek örtülü iki sedir, üzeri görülmedik meyveler, çiçekler işlenmiş güzel bir paravana, ipek perdeler, halılar, birkaç resim, tunç heykeller, Çin porselenleri ve birçok güzel tablo. Ama zevkli, görgülü bir adamın gözü daha ilk bakışta bütün bunların sırf âdet yerini bulsun diye öteye beriye konmuş olduğunu fark edebilirdi. Oblomov çalışma odasını döşerken başka bir şey düşünmemişti. Ağır kaba akaju sandalyeler, bu iğreti etajer, ince bir zevki tatmin edebilecek şeyler değildi. Sedirlerden birinin arkası içine göçmüş, yer yer tahtalar birbirinden ayrılmıştı. Resimler, vazolar, biblolar da aynı halde idi. Şunu da söyleyelim ki Oblomov'un kendisi bile bu odanın eşyasına kayıtsız ve yabancı gözlerle bakar, bütün bu ıvır zıvırı buraya kimin getirdiğini merak eder gibi görünürdü. Oblomov'un kendi eşyasına karşı kayıtsızlığı ya da hizmetçisi Zahar'ın efendisininkini aşan kalenderliği yüzünden oda o kadar karışık bir halde idi ki, insan, biraz dikkat edince hayrete düşerdi. Duvarlardaki resimlerin dört yanından püskül püskül örümcek ağları sarkıyordu. Aynalar, eşyayı yansıtmaktan çok üzerlerindeki toza öteberi yazmaya yarayabilirdi. Halılar leke içindeydi. Divanın üstünde bir peşkir unutulmuştu. Hemen her sabah, ekmek kırıntılarıyla dolu masanın üstünde bir önceki akşam yemeğinden kalmış bulaşık bir tabak, bir tuzluk, bir kemik parçası görülürdü. Bu tabak, şu yatağın kenarında dumanı hâlâ tüten pipo ve yatakta uzanan adam olmasa insan burayı çoktan terk edilmiş sanırdı: O kadar tozlu, o kadar soluk, o kadar insan izinden yoksundu her şey. Gerçi etajerin üstünde iki üç açık kitap, bir gazete, yazı masasında hokka kalem vardı; fakat çevrilmiş yaprak sararmış, tozla kaplanmıştı; kim bilir ne zaman açılıp bırakılmıştı. Gazete geçen yılındı. Hokkaya bir kalem batıracak olsanız içinden mürekkep yerine ürkmüş bir sinek vızıldayarak kaçardı. O sabah, İlya İlyiç, nedense erken uyanmıştı: Saat sekiz buçuktu. Düşünceli 7 görünüyordu. Yüzünde kâh bir endişe, kâh bir keder ve sıkıntı ifadesi vardı. İçinde bir kavga olduğu belliydi; ama zihni henüz bu kavgaya karışmıyordu. Evvelki sabah Oblomov, çiftliğinin kâhyasından keyif kaçıran bir mektup almıştı. Bir kâhyanın mektubunda keyif kaçıracak neler bulunabileceğini herkes bilir: Ürünün kötülüğü, alacakların geri kalması, gelirin azalması gibi şeyler. Geçen yıl da, daha önceki yıl da kâhya tıpkı bunun gibi mektuplar yazmıştı; ama bu yılki mektup Oblomov'u büsbütün şaşırtmış, ürkütmüştü. Bu işler kolay halledilecek cinsten değildi. Ciddi tedbirler almak gerekiyordu. İlya İlyiç'e haksızlık etmeyelim: Birkaç yıl önce kâhyanın ilk mektubunu aldığı zaman, çiftliğinde bazı değişiklikler, yenilikler yapmayı düşünmeye başlamıştı. İdare, iktisat ve daha başka bakımlardan yeni bir düzen tasarlamıştı; ama bu tasarı henüz kafasında olgunlaşmamıştı. Kâhyanın mektupları her yıl onu yeniden düşünmeye zorluyor, rahatını kaçırıyordu. Oblomov tasarısının olgunlaşmasından önce kesin tedbirler almak gerektiğini anlıyordu. Uyanır uyanmaz, hemen kalkıp yüzünü yıkamaya, çayını içtikten sonra her şeyi inceden inceye düşünmeye, bir şeyler tasarlamaya, düşüncelerini yazmaya niyet etmişti. Yarım saat kadar bu niyetle savaşarak yatağında kaldı; sonra da kahvaltısını her günkü gibi yatağında yapmaya, hemen ardından işlerini uzun uzun düşünmeye karar verdi: İnsan yatakta da pekâlâ düşünebilirdi. Dediği gibi yaptı. Çayını içtikten sonra yatağında doğruldu; kalkacak gibi oldu; terliklerine baktı; hatta bir ayağını yataktan aşağıya sarkıtmaya yeltendi ve hemen geri çekti. Saat dokuz buçuğu çalıyordu. İlya İlyiç telaşlandı. Yüksek sesle, sinirli sinirli, "Nedir bu yaptığım," dedi; "bu kadar da olmaz; kalkıp işe başlamalı. Kendimi bırakırsam sonra bir daha... " - Zahar! diye bağırdı. İlya İlyiç'in odasından küçük bir koridorla geçilen bitişik odadan ilkönce bir çoban köpeğinin homurdanmasına benzer bir gürültü, sonra döşemeye yüksekten düşen iki ayağın sesi geldi. Zahar, her zaman uzanıp uyukladığı yerden, sobanın üstünden atlamıştı. Yaşlıca bir adam odaya girdi. Koltukaltlarındaki yırtıklardan kirli bir gömlek görünen uzun bir gri ceket, sarı bakır düğmeli gri bir yelek giyinmişti. Kafası damdazlaktı; ama kulaklarının önünde, her birinden üç sakal çıkabilecek, kırlaşmış iki favori sarkıyordu. Zahar ne üstünü başını, ne de Allah’ın kendisine verdiği çehreyi değiştirmeye hiç yeltenmemişti. Elbiseleri, Oblomovlar çiftliğinden getirdiği örneğe göre yapılmıştı. Uzun gri ceket ve gri yelek giyiyordu; çünkü bu yarı askeri elbise, vaktiyle efendilerinin ardından kiliseye ya da konukluğa giderken giydiği livreyi hatırlattığı 8 için hoşuna gidiyordu. Bu livre Zahar'ın hatıraları arasında Oblomovların büyüklüğünü temsil ediyordu. Bir zamanlar efendilerinin çiftliğinin sessizliği içindi sürdükleri rahat ve zengin hayattan ihtiyarın hafızasında yalnız bu kalmıştı. İhtiyar efendileri ölmüştü; aile resimleri de çiftlikte, kim bilir hangi çatı arasında sürünüyordu; bu eski hayatın, bu şanlı ailenin efsanesi de çoktan kaybolmaya yüz tutmuştu; ya da yalnız birkaç ihtiyar köylünün hafızasında kalmıştı. İşte Zahar bunun için uzun gri ceketten ayrılmıyordu. Onda geçmiş günleri hayal meyal görüyordu; bu hayatın izlerini genç efendisinin, eski efendilerini hatırlatan çehresinde, hareketlerinde, geçici heveslerinde görüyordu. Zahar bu geçici heveslere karşı kâh içinden, kâh açıkça homurdandığı halde, onlara, efendi hakkının ve iradesinin belirtisi olarak saygı duyuyordu. Bu geçici hevesler olmasa Zahar genç efendisinin üstünlüğünü nasıl duyabilirdi? Onlar olmasa Zahar'ın gençliğini, çoktan ayrıldığı köyünü, ihtiyar uşakların, sütninelerin hizmetçilerin kuşaktan kuşağa tarihini naklettikleri bu eski aileyi hatırlatacak ne kalırdı? Bir zamanlar Oblomov ailesinin büyük servetleri ve bulundukları yerde şöhretleri vardı. Fakat her nasılsa, bu aile gittikçe fakirleşmiş, dağılmış, nihayet yeni zenginler arasında kayboluvermişti. Yalnız ak saçlı uşaklar kutsal bir hatıra gibi bu uzak geçmişi saklıyor ve birbirine aktarıyordu. İşte Zahar, bunun için uzun gri ceketinden ayrılamıyordu. Favorilerine bu kadar bağlı olması da belki çocukluğunda bu aristokrat süsünü taşıyan bir sürü uşak gördüğü içindi. Düşüncelere dalmış olan İlya İlyiç uzun zaman Zahar'ın geldiğini fark etmemişti. Önünde sessizce duran Zahar nihayet öksürdü. İlya İlyiç: “Ne var? diye sordu.” “Çağırdınız ya beni!” “Çağırdım mı? Ne zaman? Hatırlamıyorum. Git yerine; elbet hatırlarım.” Zahar gitti. İlya İlyiç olduğu yerde uğursuz mektubu düşünmeye devam etti. Böylece bir çeyrek saat geçti. “Ee, yeter bu kadar yatmak! Kalkmalı artık... Ama dur, şu kâhyanın mektubunu bir daha dikkatle okuyayım da sonra kalkarım. Zahar!” Tekrar aynı sıçrama, daha kuvvetli bir homurdanma. Zahar gene geldi; Oblomov yeniden düşüncelerine dalmıştı. Zahar bir iki dakika efendisine yan gözle, kötü kötü baktıktan sonra kapıya doğruldu. Oblomov birdenbire: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Zahar bir hırıltıya benzeyen boğuk sesiyle: “Bir şey söylediğiniz yok, ne diye durayım,” dedi. Zahar'ın sesi hep böyleydi. Anlattığına göre, ihtiyar efendisiyle sürek avına gittiği bir gün boğazına yel kaçmıştı. Zahar odanın ortasında yarı dönmüş, Oblomov'a yan gözle bakıyordu. 9 “Bacakların mı kurudu senin? Ayakta duramıyor musun? Görüyorsun ki meşgulüm; sabretsene biraz! Uykunu mu alamadın? Dün kâhyadan gelen mektubu bulsana bana! Nereye koydun?” “Hangi mektup? Ben mektup falan görmedim.” “Postacı sana vermişti ya. Kirli bir zarf, canım!” Zahar masanın üstündeki kâğıtları, ıvır zıvırı karıştırarak: “Nereye koydunuz, ben ne bileyim,” dedi. “Senin zaten bir şeyden haberin olmaz ki? Kâğıt sepetine bir bak! Belki kanepenin arkasına düşmüştür. Hani kanepenin arkası tamir edilecekti? Gidip marangozu getirmek pek mi zor geliyor sana? Üstelik kıran da sensin. Hiçbir şeyi düşündüğün yok.” “Ben kırmadım; kendi kendine kırıldı. Eşya bu, yüz yıl durmaz ya; elbette günün birinde kırılacak.” İlya İlyiç cevap vermeye lüzum görmedi. Yalnız: ─ Hani, buldun mu? diye sordu. ─ İşte bir sürü mektup. ─ Bunlar değil. ─ Başka da yok. İlya İlyiç sabırsızlıkla: ─ Peki git, dedi. Ben kalkar mektubu kendim bulurum. Zahar yerine gitti fakat sobanın üstüne atlamak için hız aldığı sırada efendisi tekrar bağırdı: ─ Zahar, Zahar! Zahar efendisinin odasına gelirken mırıldanıyordu: ─ Ah, yarabbi! Ne işkencedir bu! Allah canımı alsa da kurtulsam... Zahar bir eliyle kapının tokmağını tutuyor, kızdığını anlatmak için de efendisine o kadar yan bakıyordu ki onu ancak göz ucuyla görebiliyordu. Oblomov'sa kocaman bir favoriden başka bir şey göremiyordu. Neredeyse favoriden birkaç kuş havalanacaktı. İlya İlyiç sertçe: ─ Çabuk mendilimi getir. Kendiliğinden düşünebilirdin bunu. Görmüyor musun burnumu? dedi. Zahar bu emir ve sitem karşısında ne memnuniyetsizlik, ne de şaşkınlık gösterdi, herhalde bunları pek olağan buluyordu. ─Peki ama ben ne bileyim mendilinizin nerede olduğunu? diyerek odanın içinde dolaşıyor ve üzerlerinde hiçbir şey olmadığı açıkça görülen sandalyeleri birer birer yokluyordu. Mendili salonda aramaya giderken kapıdan: 10

Description:
Dünyada tahtakurusu varsa, ben ne yapayım. İcat eden .. Nefti frak giymiş bir adam; armalı düğmeler; özene bezene kesilmiş siyah favoriler Bir ağacın altında otlar üstünde yatıp, yaprakların arasından güneşe bakmak, Dava beş yıldan beri devam ediyor, karşı taraf kaybedecek,
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.