ebook img

İşte Tanrılar - Isaac Asimov PDF

385 Pages·1985·1.34 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview İşte Tanrılar - Isaac Asimov

NOT: GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ BU ROMAN 6'INCI KISIMLA BAŞLIYOR. BUNUN BİR HATA OLDUĞUNU SANMAMALISINIZ. BAZI GİZLİ NEDENLERLE BÖYLE YAPTIM. ONUN İÇİN ROMANI OLDUĞU GİBİ OKUYUN. KİTAPTAN ZEVK ALACAĞINIZI UMUYORUM. Isaac Asimov BİRİNCİ BÖLÜM Ahmaklığa Karşı 6 Lamont sert sert, "Hiç bir yararı olmadı," diye açıkladı. "Onu etkileyemedim." Sıkıntılı ve düşünceli bir hali vardı. Bu, çukura kaçmış gözlerine ve hafifçe çarpık, uzun çenesine uyuyordu. Zaten en keyifli sayılabilecek anlarında bile yüzünde yine böyle sıkıntılı bir ifade oluyordu. Ve şu anda lamont’un pek keyifli olduğu da söylenemezdi. Hallam’la yaptığı ikinci resmi konuşma birincisinden daha da büyük bir başarısızlıkla sona ermişti. Myron Bronowski sakin sakin, "Melodrama kaçma," dedi. "Onu etkileyemeyeceğini zaten biliyordun. Bunu bana kendin söyledin." Yer fıstıklarını havaya atıyor ve düşerlerken dolgun dudaklı ağzıyla yakalayıveriyordu. Hiç kaçırmıyordu fıstıkları. Bronowski fazla uzun boylu olmayan bir adamdı. Çok zayıf da sayılmazdı. "Ama bu durumu hoş bir hale sokmuyor ki. Fakat haklısın. Bu önemli değil. Yapabileceğim başka şeyler var. Ve onları yapacağım da. Ayrıca sana da güveniyorum. O işi başarabilirsen..." "Sözlerini tamamlamana gerek yok, Pete. Bu lafları daha önce de duydum. Bütün yapmam gereken insan olmayan akıllı yaratıkların düşünce sistemlerini çözmek." "İnsanlardan kafaca daha üstün olan yaratıkların. Para- Kâinattan olan o yaratıklar dertlerini anlatmaya çalışıyorlar." Bronowski içini çekti. "Olabilir. Ama bu işi benim kafamdan yararlanarak başarmaya çalışıyorlar. Bazen aklımın diğer insanlarınkinden daha üstün olduğunu düşünüyorum. Ama bu üstünlük pek de fazla değil. Bazı geceler karanlıkta yatıyor ve kendi kendime, ‘Değişik türde akıllar birbirleriyle iletişim kurabilirler mi?’ diye soruyorum. Çok kötü bir gün geçirmişsem o zaman da, 'Değişik türde sözlerinin bir anlamı var mı?’ diyorum." Lamont müthiş bir öfkeyle, "Tabii var," diye cevap verdi. Laboratuvar önlüğünün ceplerine soktuğu elleri yumruk halini almıştı. "Bu Hallam ve ben anlamına geliyor! Bu ahmak- kahraman Dr. Frederick Hallam ve ben anlamına geliyor! İkimizin kafası ve zekâsı çok farklı. Onunla konuştuğum zaman söylediklerimin bir tek kelimesini bile anlamıyor. O aptal suratı gitgide daha kızarıyor. Gözleri yuvalarından uğruyor ve kulakları da sağırlaşıyor. 'O anda kafası duruyor,' diyeceğim. Ama elimde kafasının başka zamanlarda çalıştığını gösterecek kanıt yok." Bronowski mırıldandı. "Elektron Tulumbasının Babası’ndan böyle söz edilir mi?" "İşte mesele de bu ya. O güya Elektron Tulumbasının babası. Çocuğunun bir piç olduğu da kesin. Aslında o buluşa pek az bir katkıda bulundu. Bunu çok iyi biliyorum." 1 "Ben de biliyorum. Bunu bana kaç defa anlattın." Ve Bronowski havaya bir yer fıstığı daha fırlattı. Bunu da kaçırmadı. Her şey otuz yıl önce olmuştu. Frederick Hallam bir radyokimya uzmanıydı. Doktora tezinin mürekkebi henüz kurumamıştı. Ve dünyayı sarsacak bir insan olduğunu gösterecek bir şey de yoktu. Dünyayı sarsma olayını Hallam’ın masasında duran, üzerinde Tungsten Madeni' yazılı tozlu belirteç şişesi başlattı. Şişe Hallam’ın değildi. Adam onu hiç bir zaman kullanmamıştı. Bu şişe ona, geçmişte büroyu kullanan uzmanın çoktan unutulmuş bir nedenle tungsten getirttiği, karanlıklara karışmış günden miras kalmıştı. Aslında şişedeki de artık gerçek tungsten sayılmazdı. Üzerinde kalın bir oksit tabakası bulunan küçük parçalardı bunlar. Kurşuni ve tozlu bir şeyler. Kimsenin işine yarayacak gibi de değillerdi. Ve Hallam bir gün Laboratuvara girdi. (Tam tarihi istiyorsanız bu 2070 yılının 3 Ekiminde oldu.) Adam çalışmaya başladı. Saat ona doğru durakladı. Büyülenmiş gibi şişeye baktı. Sonra bunu alarak havaya kaldırdı. Şişe her zamanki gibi tozluydu. Üzerindeki etiket de yine eskisi gibi silik. Ama Hallam, "Allah kahretsin," diye bağırdı. "Kim oynadı bununla?" Hiç olmazsa Denison olayı sonradan böyle anlattı. Adam bu sözleri duymuştu. Bir kuşak sonra olayı Lamont'a hikâye edecekti. Ama kitaplarda buluşun resmi hikâyesi anlatılırken bu sözler tekrarlanmıyor. İnsan o satırları okurken gözünden hiç bir şey kaçmayan bir kimyagerin değişikliği fark ettiğini ve hemen köklü sonuçlar çıkardığını hayal ediyor. Ama gerçek hiç de öyle değildi. Hallam’ın tungstenle bir ilgisi yoktu. Madene değer vermiyordu. Birinin tungstenle 'oynamış olması’ da Hallam için hiç önemli sayılmazdı. Ama adam çok kimse gibi masasının karıştırılmasından nefret ediyordu. Diğerlerinin sırf kinleri yüzünden böyle şeyler yapmayı çok istediklerinden de kuşkulanıyordu. O sırada kimse bu konuda bir şeyler bildiğini itiraf etmedi. Başlangıçtaki sözleri duyan Benjamin Allan Denison'un bürosu koridorun diğer tarafında, tam karşıdaydı. Hem Denison'un kapısı açıktı, hem de Hallam’ın. Denison başını kaldırdığı zaman Hallam’ın kendisini suçlarcasına baktığını farketti. Denison, Hallam’dan pek hoşlanmıyordu. Ondan hoşlanan yoktu zaten. Ayrıca Denison o gece pek de iyi uyuyamamıştı. Öfkesini çıkaracak birini bulduğuna sevindi. (Bunu daha sonra da hatırlayacaktı.) Hallam hıncını almak için uygun bir adaydı. Hallam şişeyi suratına doğru salladığı zaman Denison belirli bir tiksintiyle geriledi. "Senin tungsteninle neden ilgileneyim?" diye sordu. "Başkaları neden bu konuya ilgi göstersinler? Şişeye dikkatle baktığın takdirde onun yirmi yıldan beri açılmamış olduğunu da görürsün. Eğer şişeyi pis ellerinle tutmamış olsaydın, kimsenin ona dokunmamış olduğunu da anlardın." Hallam öfkeyle ağır ağır kızardı. Hiddetle, "Dinle, Denison," dedi. "Biri şişenin içindekileri değiştirmiş. Bu tungsten değil." Denison hafifçe ama yine de belirgin bir biçimde burnunu çekti. "Sen bunu nasıl bilebilirsin?" İşte tarih böyle şeylerden, önemsiz öfkelerden ve gayesiz iğnelemelerden oluşur. Ne olursa olsun tatsız sözlerdi bunlar. Hallam gibi yeni doktora yapmış olan Denison'un eğitim hayatı onunkinden çok daha etkileyiciydi. Denison o bölümün en parlak genç uzmanı sayılıyordu. Hallam bunu biliyordu. Daha da kötüsü Denison da bunu biliyor ve bu gerçeği de gizlemiyordu. Denison’un "Sen bunu nasıl bilebilirsin?" diye sorarken ‘sen’ kelimesinin üzerinde kuşku götürmeyecek kadar belirgin bir biçimde durması "ondan sonra olanlar için yeterli neden sayılabilir. Bu olmasaydı Hallam tarihin en büyük ve en saygı gören bilim adamı halini alamayacaktı. Denison daha sonra Lamont’la konuşurken bu kelimeleri kullanacaktı. Tabii resmi hikâyeye göre Hallam o önemli sabah bürosuna girdi. Tozlu gri parçacıkların kaybolmuş olduğunu gördü. Şişenin iç yüzeyinde toz bile kalmamış olduğunu farketti. Onların yerini berrak demir-grisi bir madenin almış olduğunu da. Ve tabii hemen incelemeye başladı... Ama bu resmi hikâyeyi bir tarafa bırakalım... Aslında her şeye Denison neden oldu. Genç uzman sadece, 'Hayır,' deseydi ya da omzunu sükseydi her halde Hallam aynı soruyu başkalarına da soracak ve sonunda bu izah edilemeyen olaydan da bıkacaktı. Şişeyi bir kenara bırakacaktı. Böylece daha sonraki trajedinin geleceği şekillendirmesine izin verecekti. Bu trajedi son sırrın çözülmesinin gecikmesi süresine göre gizli ya da korkunç diye tanımlanabilir. Her ne hal ise... Bütün bunlar olmasaydı Hallam da sanki bir hortuma yakalanmış gibi birdenbire yükseklere uçmayacaktı. Ama kendisine haddini bildirmek için kullanılan o, "Sen bunu nasıl bilebilirsin?" sözlerinden sonra Hallam sadece deli gibi, "Sana nasıl bildiğimi göstereceğim," diye homurdanabildi. Ondan sonra da hiç bir şey genç adamı mübalağaya kaçmaktan alıkoyamadı. Eski şişedeki madenin analizi bir numaralı hakkı halini aldı. Ana amacı ince burunlu Denison’un yüzündeki azametli ifadeyi, renksiz dudaklarındaki devamlı, aşağılayıcı hafif tebessümü silmekti. Denison o anı hiç bir zaman unutmadı. Çünkü o sözleri yüzünden Hallam sonunda Nobel Ödülünü kazandı. Denison ise söndü gitti. Genç uzman o sırada Hallam'ın ne kadar inatçı olduğunu bilmiyordu. —Hoş bilseydi de her halde buna aldırmayacaktı — Hallam’ın o orta karar insanlara özgü korkuyla karışık gururunu koruma isteği Denison’un zekâsından çok daha etkili olacaktı. Hallam hemen ve doğrudan doğruya harekete geçti. Madeni 'Kitle Spektografisi' bölümüne götürdü. Bir Radyasyon kimyageri olarak doğal bir hareketti onunki. Oradaki teknisyenleri tanıyordu. Onlarla birlikte çalışmıştı. Ve teknisyenleri zorladı. Hem de öyle zorladı ki sonunda daha önemli ve anlamlı projeler bir tarafa bırakıldı. Hallam'ın isteğine öncelik tanındı. Sonunda Kitle Spektografisi uzmanı, "Eh, bu tungsten değil," dedi. Hallam sert bir tavırla gülerken o neşesiz, iri suratı kırıştı. "Pekâlâ. Bunu Parlak Zekâlı Denison'a söyleriz. Bir rapor istiyorum ve..." "Bir dakika, Dr. Hallam. Size bunun tungsten olmadığını söyledim. Oysa bu madenin ne olduğunu bildiğim anlamına da gelmiyor." "Ne demek bu?" "Yani... Sonuçlar gülünç." Teknisyen bir süre düşündü. "Aslında 'imkânsız' demek daha doğru Şarj-kitle oranı tamamiyle yanlış." "Nasıl yanlış?" "Çok yüksek. Bu da olamaz." Hallam, "Pekâlâ," dedi. Amacı ne olursa olsun, ondan sonraki sözleri onun Nobel Ödülüne giden yolda ilk adımını atmasına neden oldu. Tabii bazıları Hallam’ın bunu hak ettiğini söyleyebilirler. Uzman, "Madenin karakteristik X radyasyonlarının frekansını ölç ve şarjı hesapla," dedi. "Orada oturup bir şeyin imkânsız olduğundan söz edip durma." Teknisyen bir kaç gün sonra kaygıyla Hallam’ın bürosuna geldi. Hallam adamın yüzündeki kaygı dolu ifadeye aldırmadı bile. Aslında duyarlı bir insan değildi zaten. "İstediklerimi öğrendin mi?" diye başladı. Sonra kendi Laboratuvarında masasının başında oturan Denison'a kuşkuyla bir göz attı. Kapıyı kapattı. "Nükleer şarjı saptadın mı?" diye sordu. "Evet. Ama yanlış bu." "Pekâlâ, Tracy. Her şeyi yeniden yap." "Hesabı belki on iki defa yaptım. Sonuç yanlış." "Ölçüleri saptadığına göre sonuç da kesin olmalı. Gerçeklerle tartışmaya kalkışma." Tracy kulağını uğuşturdu. "Doktor buna zorunluyum. Ölçüleri ciddiye aldığım takdirde... Bana verdiğiniz madenin de Plutonyum-186 olması gerekiyor." "Plutonyum-186 mı? Plutonyum-186?" "Şarj +94. Kitle ise 186." "Ama bu imkânsız. Öyle bir izotop yok ki! Olamaz da." "Ben de size bunu söylüyorum işte. Ama ölçüler böyle." "Ama böyle bir durumda çekirdeğin elliden fazla nötronu eksik demektir. Plutonyum-186 diye bir şey olamaz. Doksan dört protonu sadece doksan iki; nötronla bir çekirdeğe sıkıştırıp hepsinin bir saniyenin milyarda milyarda biri süresince bile bir arada kalmalarını bekleyemezsin." Tracy sabırla, "Ben de size bunu söylüyorum, Doktor," dedi. Sonra Hallam durarak düşünmeye başladı. Kaybolan tungstendi. Ve bunun izotoplarından biri yani Tungsten-186 sabitti. Tungsten-186’nın 74 protonu ve 112 nötronu vardı. Genç adam, "Acaba bir şey yirmi nötronu yirmi proton haline mi soktu?' diye düşündü. 'Ama bu imkânsız.’ Sonra bu karmaşada bir yol bulmaya çalışarak teknisyene, "Radyoaktivite işareti var mı?" diye sordu.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.