Amin Maalouf Işık Bahçeleri Kitabın Özgün Adı: Les Jardins de Lumière Fransızcadan Çeviren: Esin Talu Çelikkan Kapaktaki Resim: Bildarchiv Preussicher Kultur Besitz Jean-Claude Lattis yayınevi tarafından 1993'te yapılan baskıdan dilimize aktarılmıştır Telos Yayıncılık, 1996 ISBN 975-545-082-3 (Arka Kapak) 3. yüzyılda yaşayan Mani, Manicilik dininin kurucusudur. Kurduğu din, İsa, Buda ve Zerdüşt'ün düşüncelerinin kaynaştırılmasından meydana gelmiştir. Mani, eski çağın bütün bilgeliğini bütün insanlara seslenen, evrensel ve tek bir dinle birleştirmek istiyordu. (...) "Semerkant", "Afrikalı Leo" ve "Tanios Kayası"nın yazarı, Goncourt Ödülü sahibi Amin Maalouf, dini ve düşünceleri bütün baskılara karşın "doğru" ve "iyi" insanlarda varlığını sürdüren Mani'nin yaşamını yeniden kurarken göz kamaştırıyor. Yapıcıların reddettikleri taş, köşenin başı oldu. TEVRAT, MEZMURLAR, 118:22 GİRİŞ Dicle, akıntıyla inilen ya da yelkenliyle çıkılan Nil'in tersine, tek yönlü akar. Mezopotamya'da rüzgârlar, tıpkı sular gibi, içerilere doğru değil, dağdan denize eser; o kadar ki, süklüm püklüm geri dönüşlerinde, çorak yollar üzerindeki köylerine onları çekecek olan eşek ve katırları da gidişlerinde taşımak zorunda kalır sandallar. Uzak kuzeyde doğan, kayaların arasından fışkıran Dicle ile baş etmeyi sadece birkaç Ermeni kayıkçı göze alabilir. Yolcuların karşılaşmadığı, birbirini geçmediği, birbirine selam ve işaret vermediği garip bir yoldur Dicle yolu. Koruyucu meleği olmayan, kıyıdaki hurma ağaçlarından başka eşlik edeni bulunmayan gemicinin çektiği yalnızlık duygusu, bu yüzdendir. Sonra, Babil'in merkezi ve Parth krallarının yaşadıkları Ktesiphon kentine ulaştığında, Dicle durulmuş olur, insanlar ona korkmadan yaklaşır, o artık sadece bir kıyıdan diğerine, insanlar ve eşyalarla bordasına kadar dolu, ara sıra topaç gibi kendi çevresinde dönerek deli suyun bütün azgınlıklarını yok eden, dibi düz teknelerin seyrettiği muazzam bir su koludur. İşte o zaman öyle iyi huylu olur ki, kafaları kesilmiş, içleri boşaltılmış, dikilip havayla şişirilmiş hayvan derilerine yüzücülerin yaşam kavgası veriyormuşçasına asıldıkları görülür. Mani'nin öyküsü, Hıristiyanlık çağının şafağında, İsa'nın ölümünden iki yüz yıl sonra başlar. Dicle kıyılarında hâlâ bir sürü tanrı vardır. Kimileri, tufandan ve ilk yazılardan kalmış, kimileri de fatihler ya da tacirlerle gelmiştir. Ktesiphon'da, tek bir puta tapan pek az mümin vardır, her bir tapınağın kutlama şenliğini dolaşıp dururlar. Bir seferinde paylarını almak üzere Mithra'nın kurban edilmesine yetişirler, dinlenme saatinde Ishtar'ın bahçesinde gölgelik bir köşe kaparlar ve gün bitiminde kervanların gelişlerini görmek için Innina Tapınağı'nın çevresinde dönerler. Yolcular geceleri Büyük Tanrıça'nın yanına sığınırlar. Rahipler onları karşılayıp, kutsanmış su verirler, sonra da velinimetlerinin heykeli önünde eğilmelerini isterler. Uzaktan gelenler, Innina'ya kendi bildikleri gibi seslenebilirler, Grekler ona Afrodit derler bazen, Persler Anahita, Mısırlılar Isis, Romalılar Venüs, Araplar da Allat diye seslenirler. O, her birinin sütannesidir, süt veren memesi, ebedi ırmağın suladığı kızıl toprak kokar. Orada az uzakta, Seleukeia Köprüsü'ne bakan tepede yükselir Nabu Tapınağı. Bilgelik tanrısı, kalem tanrısı Nabu, gizli-açık bilimleri, belli olan ve olmayan bilgileri gözetir. Amblemi bir kamadır; rahipleri hekim ve astrologtur. Müminleri, Nabu'nun ayakucuna, her şeyden çok sevdiği kitaplar ya da yazılar bırakırlar. Babil'in görkemli günlerinde bu tanrının adı, Nabunassar, Nabupolassar, Nabukodonasor gibi hükümdar adlarının önüne takılırdı. Bugün ise sadece okumuşlar Nabu Tapınağı'na uğramaktadır, halk uzaktan saygı göstermeyi yeğler. Başka tanrıları ziyaret ettikten sonra Nabu'nun önünden geçtiklerinde, adımlarını sıklaştırır, Tapınak'a kaçamak bakışlar fırlatırlar. Çünkü yazıcıların tanrısı Nabu, aynı zamanda tanrıların da yazıcısıdır ve yalnız o, sonsuzluğun kitabına, geçmiş ve gelecek olayları yazabilir. Kimi yaşlılar, Tapınak'ın toprak sarısı duvarının hizasından gittiklerinde, aceleyle yüzlerini örterler. Belki Nabu, hayatta olduklarını unutmuştur, hatırlatmanın ne gereği var? Okumuşlar, halkın korkusuna gülerler, iktidardan, zenginlikten hatta mutluluktan çok bilgiye değer veren okumuşlar. Nabu'yu öteki tanrıların hepsinden çok sayarlar. Tanrılarının kutsal günü olan çarşambaları, Tapınak'ta toplanırlar. Suret çıkartıcılar, tacirler, kraliyet memurları, her biri kendi alışkanlığına göre dolaşan, canlı ve konuşkan topluluklar oluştururlar. Kimileri orta yoldan gider, kutsal balıkların yüzdüğü beyzi havuza ulaşmak için Tapınak'ın çevresinde dolaşır. Kimileri, daha gölgeli olan yan yoldan gitmeyi yeğler, bu yol da kurban edilecek hayvanların bulundukları yere çıkar. Genelde, ceylanlar, kuzular, tavuslar ve keçi yavruları bahçelere salıverilmişlerdir, sadece birkaç boğa ile iki kurt kapalı tutulur. Ancak tören öncesinde, Tapınak'ın köleleri, kaçak avlanmayı önlemek ve yolları açmak için hayvanları toplarlar. Çarşamba gediklileri arasında Pattig'i rahatlıkla fark etmek mümkündür. Yeşil ipekten, Acem kesimi dar paçalarına sığdırdığı bacakları, diba gömleğinin içinde sallanan cılız kolları ve canlı giysiler içindeki ince bedeninin üzerine oturtulmuş, dev bir heykelden çalındığı sanılacak kafası ile! Üzüm tanelerini andıran kıvırcık, gür, kara bir sakal; gür, kabarık saçlar ve alına bağlanmış, kendi simlinin yani savaşçıların işaretini taşıyan ince şayaktan bir şerit. Ama bu sadece geçmişten bir kalıntı, çünkü Pattig artık ne bir savaşçı ne de bir avcı! Gözlerinde şiddetten iz kalmamış, dudakları uzun süredir tutulan bir soruyu her an firlatacakmış gibi devamlı oynamakta! En soylu Parth ailelerinden gelme biri olarak, onu görkemin her türlüsünden yoksun bırakan çocuksu bakışlar olmasa, henüz on sekiz yaşında olmasına rağmen büyük saygınlık sahibi olabilirdi. Tanımadığı insanlara "Ben gerçeğin arayıcısıyım" diye kendini tanıtıp da, alaya alınmaması mümkün mü? İşte o çarşamba günü de Pattig, bir kenara çekilmiş, havuzun üzerine eğilmiş ve elinde, topuzunu okşadıgı upuzun boğumlu bir sopa tutan beyazlar içindeki adama, kendini böyle tanıtmıştı. Adam, hiç de alaycı olmayan bir tavırla: — Gerçeğin bir yığın sofulukla iç içe yaşadığı bu yüzyılda, başka nasıl olunabilir? Genç Parth'lı, bir dost bulduğunu sezinledi: — Adım Pattig, dedi. Aslen Ekbatana'lıyım. — Ben de Sittay, Palmyra'dan. — Kentliler gibi giyinmemişsin. — Sınıfının adamı gibi konuşmuyorsun. Adam sözlerini kızarak söylemişti. Hiçbir şey fark etmemiş olan Pattig devam etti: — Palmyra! Orada heykelsiz bir tapınak olduğu ve "bilinmeyen bir tanrıya" adandığı doğru mu? Adam, belirgin bir bezginlikle yanıt vermeden önce bir süre bekledi: — Öyle, diyorlar. — Demek orayı hiç ziyaret etmedin! Kentinden ayrılalı çok olmalı... Palmyra'lı boğazını temizlemekle yetindi. Hatları sertleşti, geciken bir dostunu bekler gibi uzaklara baktı ve Pattig de üstelemedi. Bir veda sözcüğü fısıldadı, en yakın topluluğun arasına katıldı ama adamı da göz ucuyla gözlemeyi sürdürdü. Adının Sittay olduğunu söyleyen adam aynı yerde tek başına, sopasıyla oynamaya devam etti. Ona bir kupa şarap sunulduğunda, aldı, kokusunu içine çekti, dudaklarına götürür gibi yaptı ama uşak arkasını döner dönmez kupayı bir ağacın dibine, son damlasına kadar boşalttığını Pattig gördü. Çekirge ızgarası sunulduğunda da davranışı aynı oldu. Önce reddediyor, ısrar karşısında bir tane alıyor, arkasına bırakıveriyor ve havuzda parmaklarını durulamadan önce, topuğu ile eziyordu. Buna dalmış olan Pattig, kendisiyle konuşulanları dinlemez oldu, yanındakiler de kızarak çekip gittiler. Sadece törenin başlayacağını haber veren, müminleri Tapınak'ın büyük merdiveninde toplanmaya çağıran genç rahibin sesine kulak verebildi. Bazıları ellerinde hâlâ bir kupa ya da boynuzdan yapılmış bir riton tutuyor, bir yandan ilerlerken bir yandan konuşuyordu. Aniden hızlandılar, hiç kimse törenin ilk dakikalarını kaçırmak niyetinde değildi. Özellikle bugün değildi! Bir gece önce, Nabu'nun oturduğu yerde kımıldadığı, bunun da hareket etmek istediğinin göstergesi olduğu yolunda söylentiler yayılmıştı. Hatta şakaklarında, alnında, sakalında ter damlacıkları görülmüştü ve Başrahip dizüstü çökerek o çarşamba, gün batarken bir tören alayı düzenlemeye söz vermişti. Çok eski geleneğe göre, tören alayına yol gösteren Nabu'nun kendisi olur, rahipler onu kollarıyla başlarının üzerinde taşımakla yetinirler ve tanrı, açıkça görülmeyen