İNKILÂP TARİHİMİZ VE JÖN TÜRKLER AHMET BEDEVİ KURAN 1945 Tan Matbaası ÖNSÖZ Bu eserde Tanzimatı Hayriye'den sonra ıslahat talebiyle gerçekleşen belli başlı ihtilal girişimleriyle İkinci Meşrutiyet'in ilanından Cumhuriyet'in kabulüne kadar şahidi olduğumuz fırka kavgaları, tarihi bir tasnifle anlatılmıştır; inkılap tarihimizi ve geçmişin karanlık dönemlerini kısmen aydınlatan bazı belgeler de eklenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda çağdaş ihtiyaçlara göre değişiklik yapmak isteyen ihtilalcilere, alışılmış haliyle "Jön Türk" denildiği için, ben de müspet fikirli inkılapçı cemiyet üyeleri hakkında, genellikle bu tabiri kullandım; inkılap ülkücüleri arasında fark gütmedim. Amaç, ıslahat amacı ve hedefi gözeten hiçbir hareketi küçümsememektir. Ortaya çıkması olası eksikliklerden dolayı okuyucularımın af ve hoşgörülerini dilerim. Ahmet Bedevi Kuran TANZİMATI HAYRİYE Osmanlı İmparatorluğu tarihini, kuruluşundan Hicri 857 (Miladi 1453) tarihine kadar istila; 857'den Hicri 986 (Miladi 1578) tarihine kadar duraklama; ondan sonra da çöküş olmak üzere üç devreye ayırmak mümkündür. Bu devreler zarfında ıslahat talebi amacıyla birtakım isyanlar çıkarılmışsa da bunların bazıları hedefsiz ayaklanmalardan ibaret kalmıştır. Sultan Üçüncü Selim'in memleketin çıkarı adına giriştiği yenilikçi ve kahramanca hareketiyse, bazı akılsız ve bilinçsiz kimselerin canice hareketleriyle sonuçsuz bırakıldığından, bizde ciddi ıslahat emelleri, esas olarak Tanzimatı Hayriye ile resmiyet kazanmış ve bu arzu Gülhane Hattı Hümayunu ile uygulama sahasına geçmiştir denebilir. Bilindiği gibi, 1839 tarihinde 17 yaşında padişah olan Sultan Abdülmecid'in tahta çıkışı sırasında memleketin durumu çok buhranlıydı. Bir taraftan Osmanlı ordusu Nizip'te Mısır ordusuna yenilirken, diğer taraftan Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya sığınmıştı. Aynı zamanda Rus Çarı Birinci Nikola'nın içişlerimize müdahalesi, durumu büsbütün zorlaştırmıştı. Bu durumun, Osmanlı yönetiminde ümitsizlik doğurduğu sıralarda hem Hariciye Nazırı, hem Londra Sefiri olan Reşid Paşa izinli olarak İstanbul'a gelmiş (ulaşması 1255 senesi rebiülâhırının -17'sindedir) ve İngiltere hükümetinin Türkiye hakkındaki görüşünü Sultan Abdülmecid'e sunmuştur. İngiltere hükümeti, Türkiye'de ıslahat yapılmasını istiyor ve böyle bir girişimde bulunulduğu takdirde dış meselelerde yardım vaadinde bulunuyordu. Hatta Reşid Paşa bu seyahat sırasında Paris'te Fransa Kralı Louis Filip ile de yararlı görüşmeler yapmıştı. Reşid Paşa, memlekette ıslahat yapma fikrini Sultan Abdülmecid'e kabul ettirmiş olduğundan kendi tarafından hazırlanan ve din farkı gözetilmeksizin bütün Osmanlılar arasında hukuk eşitliğini kabul eden ünlü Hattı Hümayunu 22 Şaban 1255 (1839) tarihinde Gülhane'de düzenlenen törenle bizzat okumuş; ıslahatın ana hatları bu şekilde ilan edilmiştir. Bu olaya, "Tanzimatı Hayriye" adı verilir. Gülhane Hattı Hümayunu'nun ilanının ardından İngiltere'nin yardımıyla Mısır meselesi 1257 senesinde memnuniyet verici bir şekilde halledilmiş ve Rusların gereksiz müdahaleleri de önlenmiştir. 1262 senesinde sadrazam olan Reşid Paşa, memlekette ciddi ıslahat yapmaya girişmiş ve valilerin keyfi hareketlerine set çekerek memleketin idaresini kontrol altına almıştır. Reşid Paşa, diğer taraftan 1268 ve 1269 senelerinde (1852) kutsal makamlar vesilesiyle Rus Çarlığı'nın sebep olduğu Kırım Harbi'nde İngiltere, Fransa ve Sardunya devletlerinin ittifakını ve Çar Birinci Nikola'nın vefatından sonra, İkinci Aleksander zamanında ve Hicri 1272 (1856) tarihinde, Paris Konferansı'yla barışın lehimize akdini sağlamıştı. Reşid Paşa'nın memlekete yaptığı hizmetler bu kadarla kalmamış; ölümünden sonra kendi izini takip edecek Ali ve Fuad Paşa'lar gibi yetenekli idare adamları da yetiştirmiştir. Reşid Paşa'nın ölümünden sonra (cemaziyelevvel 1274 – 1857'de) iktidar mevkiine gelen Ali ve Fuad Paşa'lar, Sultan Abdülmecid üzerinde onun kadar etkili olamadıklarından, sarayın gereksiz harcamalarını önleyememişler ve Kırım Harbi'nde ancak 5-6 milyon lira olan dış borç, yavaş yavaş, altı yedi sene içinde, israf ve sefahat nedeniyle, önemli bir yekûna yükselmişti. Devam eden bu sefahat, halkı ümitsizliğe düşürmüş; Sultan Abdülmecid'in hareketlerine göz yumuyorlar düşüncesiyle Ali ve Fuad Paşa'lara karşı beslenen güven de kırılmaya başlamıştı. İşte beliren bu duygudan dolayı bazı yerlerde Sultan Abdülmecid'in israflarına kuvvetle son vermek fikri uyanmıştı. Bu amaç etrafında oluşan ve "Kuleli Vakası" ismi verilen ihtilal oluşumu, bir bakımdan, "Jön Türk" hareketinin başlangıcı sayılabilir. Kuleli Vakası Vakanın açıklanmasına girmeden önce, olayı tahlil etmeyi uygun buluyorum. Vanbery ve Engelhardt gibi bazı yabancı yazarlar, "Kuleli Vakası"nı Meşrutiyet'e doğru ilk hareket saydıkları halde, devrin devlet tarihçisi Lûtfi Efendi'nin ve sonraları Ahmed Mithat, Ahmed Rasim, Abdürrahman Şeref Bey'ler gibi tarihçi yazarlarımızın bu konuda kesin bir görüş ortaya koymadıklarını Uluğ İğdemir'in bu olaya dair yazdığı kitaptan öğreniyoruz. Gerçekten bu cemiyetin takip ettiği amaç, hâlâ açık şekilde tespit edilememiş ve bu konuyu inceleyenler, cemiyetin amacını kanıtlara dayanarak henüz aydınlatamamışlardır. Bununla beraber, olay hakkında yayımlanan resmi beyannamelerde ileri sürülen fikirlerden alınan izlenim ve sanıkların ifadelerinden çıkan anlam, bu oluşumun Sultan Abdülmecid'in gereksiz harcamalarını önlemek amacıyla kurulduğu ve bu uğurda, gerekirse memlekette ihtilal yapmak amacı güttüğü merkezindedir. O tarihlerde yüksekokullardan ve uluslararası siyasi teşkilatlar hakkında doğru bilgilerden yoksun olan Türkiye'de, özellikle meşrutiyet amacı etrafında ihtilal cemiyeti kurulmasını ben de imkânsız görmekteyim. Hatta cemiyet üyeleri arasında meşrutiyet fikri güdenler bulunsa bile, bütün cemiyet üyelerine bu emeli açık şekilde aşılamanın, ihtilal açısından, yarar yerine zarar doğuracağını da kabul edenlerdenim. Bundan dolayı bu girişimde izlenen amacın meşrutiyet olduğunu iddia etmek gerçekten güçtür. Ancak, kesin olan bir nokta varsa, o da memleketin idaresini beğenmeyen bazı onurlu kişilerin inkılap yapılmasını ve Sultan Abdülmecid'in yerine veliaht Abdülâziz Efendi'nin tahta çıkarılmasını zorunlu gördükleridir: Yani keyfi hareketleri kaldırmak ve millet adına bazı haklar koparmak. Buna ister meşruti idare talebi densin, ister adil mutlakiyet temini adı verilsin, onlar için bunun önemi yoktu. Büyük düşünür Namık Kemal Bey'in Magosa'da tanıştığı cemiyet reisi Şeyh Ahmed hakkında "Ebülâhrar" tabiri kullanması ve cemiyet üyelerinden Arif Bey'in (Didon Arif) şurada burada, Fransızca tabiriyle "revolüsyon"dan bahsetmesi ve özellikle Şinasi'nin bu olayda ilgili bulunması gösteriyor ki, cemiyet reisleri müteassıp ve görgüsüz insanlar değildi ve bu kişilerin hareketlerinde yalnız din kavramı etkili olmamıştır. Cemiyete üyeliğin çok sıkı merasime tabi tutulmasından da; anlaşılacağı üzere, reislerin amacında memleketin ileri gelenlerinin hoşuna gitmeyecek değişiklikler, hürriyet ve ıslahat tasavvurları vardı. Resmi kayıtlara göre cemiyete atfedilen işlerde Meşrutiyet taraftarlığına dair açıklık yoksa da aksini iddia için de hiçbir delil ileri sürülmemektedir. İşte bu açıdandır ki, bence, "Kuleli Vakası" yalnız memlekette genel ıslahat yapılmasını isteyen bilinçli bir ihtilal girişimi olmakla kalmıyor; "Jön Türk" hareketlerine de bir başlangıç ve Tanzimat'tan sonra yükselen bir inkılap abidesi gibi duruyor. Hiç şüphe yoktur ki, Şeyh Ahmed "ıslahat" veya "hürriyet" kelimelerindeki anlamı takdirden aciz bir kimse değildi ve muhakkaktır ki Hüseyin Daim ve Cafer Dem Paşalar Âli Paşa hükümetini desteklemek ve Sultan Abdülmecid'in sefahatini alkışlamak için bu gizli cemiyete girmemişlerdir. Dolayısıyla bu olaya layık olduğu önemi vermek ve bu girişimi hürriyete doğru atılmış ilk adım olarak kabul etmek gerekir kanaatindeyim. "Kuleli Vakası" hakkındaki düşüncelerimi bu şekilde belirttikten sonra olayın akışını kısaca aktaralım: "Kuleli Vakası" Sultan Abdülmecid saltanatının son yıllarında, Hicri 1276 (Miladi 13 Eylül 1859) tarihinde hükümetçe ifşa ve keyfiyet "...İhlali asayiş niyeti fasidesile bazı sebekmegzan bir cemiyet teşkilini murad eyledikleri haber alınarak buna mütecasir olan 40 kadar eşhas derhal ahzü girift ve Kuleli kışlasında hapsolunmuş" şeklinde Ceridei Havadis'in 24 Safer 1276 tarihli ve 953 numaralı sayısında ilan edilmiştir. Tevkif edilen cemiyet mensuplarının sorgusu Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa, Meclisi Âlii Tanzimat Reisi Mehmed Paşa, Meclisi Valâ Reisi Kâmil Paşa, Dar-i Şûrayı Askeri Reisi Mustafa Zarif Paşa'dan oluşan özel bir komisyon tarafından yapılmıştır. Kitabet hizmetini de Mithat Efendi (Mithat Paşa) görmüştür. Mahkeme sonucu 21 Rebiülâhır 1276 tarihinde Ceridei Havadis ve 2 Cemaziyelevvel 1276 tarihinde de Takvimi Vakayi'de bir beyanname ile yayımlanmıştır. Beyannamede: "...Mevkuflar ayrı ayrı tadat, cemiyet reisinin Süleymaniye sancağı ahalisinden Şeyh Ahmed namında biri olduğu ve belli başlı azaların da Çerkeş Hüseyin Daim Paşa, Cafer Dem Paşa, İmalat meclisi azasından Binbaşı Rasim Bey, Tophanei âmire ketebesinden Arif Bey ile... sunufu muhtelifeden diğer kesandan ibaret bulunduğu işaret ve: "...Birinci derecede müttehem ve cani olan kesandan Cafer Dem kendisini denize ilka ile cezasını bulmuş olmasıyla diğerleri olan Şeyh Ahmed, Hüseyin Daim, Arif ve Rasim Beylerin ülûlemirle idam olunmaları" şeklindeki karar açıklanmakta ve diğerleri için de çeşitli mahkûmiyetler sayılmaktadır. İdam kararlarının daha sonra Sultan Abdülmecid'in rızasıyla müebbet mahpusluğa çevirildiği de ayrıca kaydediliyor. Cemiyet reisi Şeyh Ahmed öncelikle Akkâ Kalesi'ne ve bir müddet sonra da Magosa'ya gönderilmiştir. Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı gibi, "Kuleli Vakası" memleketimizde kurulan, belirli hedeflere sahip ihtilal cemiyetlerinden biri ve "Yeni Osmanlılar - Jön Türk" cemiyetinin avangardı, öncüsüdür. O devrin en değerli düşünürlerinden olan Sinasi'nin bu oluşumla ilgili bulunması meselenin önemini arınmakladır. "Bu cemiyet hedefine varmadan meydana çıkarılmış ve ilgililer tutuklanmış ve sürülmüş olduğundan, hükümet idaresinde ıslahat yaptırmak konusunda başarılı olamadan sönmüş gitmiştir. Bu olaydan yaklaşık iki sene sonra da Sultan Abdülmecid ölmüş (17 Zilhicce 1277 Salı günü Miladi 1861) ve yerine Veliaht Abdülaziz Efendi 32 yaşında padişah olmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyeti Abdülaziz'in tahta çıkışını halk çok iyi karşılamıştı. Hükümdarlığından büyük ümitler bekleniyordu, İlk tahta çıkışında memleket halkıyla yakından ilgili olan, ordu ve donanmanın güçlendirilmesine gayret ve himmet sarf eder gibi görünen Sultan Abdülâziz, yavaş yavaş kendi hava ve hevesine dalınca aydınlarda infial uyanmış; kendisinden beklenen ümitlerin boşa çıkacağı anlaşılmıştı. Hâlbuki memleketin kültür seviyesi oldukça artmış; halkın görüş ve düşünüş tarzında daha sağlam bir yön ortaya çıkmış bulunduğundan Sultan Abdülâziz'in memleket idaresinde gösterdiği kayıtsızlık ve özellikle dış borcun çok artmış ve dikkat çekici bir hal almış bulunması göze çarpmaya başlamıştı. Basında mevcut serbesti sayesinde Girit İsyanı, Sırbistan durumu her gün gazete sütunlarını dolduruyor; Namık Kemal'in vatanperverane yazıları halkın, zihnini kurcalıyor; hükümete karşı güvensizlik yaratıyordu; Suavi'nin Muhbir gazetesindeki yazıları da memnuniyetsizliği artırıyordu. Âli ve Fuad Paşa'lar birçok defa Sadaret'i işgal ettikleri halde, memleketin barış ve sükûna kavuşması imkânı bulunamamıştı. Özellikle Fuad Paşa Sadareti'nde (Miladi 1873) Mısır Valisi İsmail Paşa'ya hıdivlik payesi verilmesi ve bu imtiyazın büyük rüşvetler karşılığında elde edildiğinin halk arasında yayılması, Sultan Abdülâziz hakkında beslenen sevgi ve muhabbeti büsbütün kırmış; halkla hükümet arasında derin bir uçurum açmıştı. Sultan Abdülâziz'i gelişigüzel harekâta teşvik ve bahriye tasarrufatından ayırdığı paraları bazı vesilelerle kendisine takdim eden Bahriye Nazırı Mahmud Nedim Paşa'nın entrikaları ise kamuoyunu galeyana getirmişti. Memleketin durumu artık günlük konular arasına girmiş; Namık Kemal'in müdavimi olduğu Veliaht Murad Efendi'nin Kurbağlıdere'deki köşkünde bile hükümeti eleştirmek alışkanlık haline gelmişti. İşte aydınlar arasında uyanan bu ruhsal durumdan Yeni Osmanlılar Cemiyeti doğmuştur. Bu cemiyet çeşitli yerlerde yapılan görüşme ve anlaşmalardan sonra, Sağır Ahmed Bey'in yalısında son şeklini almış ve gizli faaliyete başlamıştı. Cemiyet üyelerinin Veliefendi Çayırı'nda yaptıkları bir toplantı, Suphi Paşazade Ayetullah Bey tarafından hükümete ihbar edilmişti. Âli Paşa ihtiyatlı bulunmuş, cemiyetin varlığına önem vermiyor görünmek istemiş; yüzeysel sorgularla bu meselenin kapanmasına çalışmıştır. Bu toplantıda Ahmed Mithat Efendi de hazır bulunmuştu. Fakat o, sonraları Yeni Osmanlılar Cemiyeti'yle olan ilişkisini kesmiştir. Aynı zamanda, Sultan Abdülhamid'in direktifi dâhilinde, "Jön Türk" hareketinin amansız bir karşıtı ve sarayın savunucusu olmuştur. Bir zamanlar bu inkılapçı gençlerin toplantılarına Recaizade Ekrem, hatta daha sonra Dâhiliye Nazırı olan Memduh Beyler de katılırlardı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin takip ettiği amaç, memlekette Meşrutiyeti kurmak ve genel ıslahat yapılmasını sağlamak şeklinde özetlenebilir. Cemiyetin aktif rol oynaması, Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın Paris'ten Sultan Abdülâziz'e gönderdiği Fransızca bir yazıyla başlamıştır. Bu yazıda Meşrutiyet'in ilanı saygılı, fakat anlamlı bir dille Sultan Abdülâziz'den rica ediliyordu. Yazı, Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik ve Sadullah Beyler tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Tasviri Efkâr gazetesi mensupları tarafından halka dağıtılmıştır. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin bu faaliyet tarzı, artık Sadrazam Âli Paşa'yı sıkmaya başladığından, cemiyetin en sözü geçen üyelerinden olan Ziya (Paşa) ve Kemal Bey'lerin İstanbul'dan uzaklaştırılmalarına gerek görülmüş, fakat sürülmelerine cesaret edilemediği için Ziya Bey (Paşa) Kıbrıs mutasarrıflığına; Kemal Bey de Erzurum vali muavinliğine atanmıştı. Muhbir gazetesinin Mısır hidiviyeti meselesini kurcalaması da Âli Paşa'yı rahatsız ettiğinden Girit mültecilerine yardım amacıyla kurulan iane cemiyeti vesilesiyle gazete yazarlarından Suavi Efendide Kastamonu'ya sürülmüştür. İstanbul'da bu işler meydana gelirken, Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa bu güzideleri bir araya toplamak ve memleketin muhtaç olduğu ıslahatı sağlamak ve Sultan Abdülâziz hükümetiyle mücadele etmek üzere Yeni Osmanlılar Cemiyeti mensuplarını Paris'e davet etti. Sadrazam Âli Paşa tarafından memuriyete tayinlerindeki garazı pek iyi takdir eden Ziya (Paşa) ve Kemal Bey'ler Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın davetine uyarak 17 Mayıs 1867 senesi Cuma günü Fransız bandıralı Firesni Vapuru'yla İstanbul'dan ayrılarak Paris'e gitmişlerdir. Cemiyet üyelerinden Kayazade Reşad, Menapirzâde Nuri, Çapanoğullarından Agâh, Sağır Ahmed, Beyzade Mehmed Bey'ler de o tarihte Paris'e hareket etmişlerdi. Kastamonu sürgününden kaçırılan Suavi Efendi de aynı senenin 18 Mayıs'ında Avrupa seyahati için vapura binmiştir. Paris'te birleşen bu ihtilalciler Prens Mustafa Fazıl Paşa ile yaptıkları toplantıda Suavi Efendi'nin Muhbir adında bir gazete çıkarmasına karar verdiler. (Muhbir'in Avrupa'da tekrar yayımına vaktiyle Suavi Efendi'nin bu gazetede sık sık bahsettiği Mısır hıdiviyeti meselesi etken olmuştur, kanısındayım.) İhtilalcilere aylık ödenek bağlayan Mustafa Fazıl Paşa ileride çıkarılacak Hürriyet gazetesi için de Ziya Bey (Paşa) emrine 250 000 frank vermiştir. Bu şekilde ihtilalcilerin bütün masraf ve ihtiyaçları emniyet altına alınmış oluyor ve ayrıca Namık Kemal Bey Veliaht Murad Efendi'den de yardım görüyordu. Muhbir gazetesinin ilk nüshası 1867 tarihinde Londra'da çıkmıştır. Fakat içeriği diğer Jön Türklerin hoşuna gitmiyordu. Çok hırslı olan ve benlik iddiası güden Suavi Efendi, kendi anlayışına göre yazı yazıyor; memlekette yapılacak ıslahatın dini esaslara dayanmasını istiyordu. Bu durumdan dolayı Haziran 1868 tarihinde Hürriyet gazetesinin Kayazade Reşat Bey tarafından, haftalık olarak, Londra'da ve "Yeni Osmanlılar Cemiyeti" adına yayımlanmasına karar verilmiştir. Bir süre sonra da gazetenin idaresini Ziya (Paşa) ve Kemal Bey'ler üstlenmişlerdir. Avrupa'da toplanan bu ihtilalcilere "Jön Türk" ismi veriliyordu. Maarif Müsteşarı Sayın İhsan Sungu "Jön Türk" tabiri hakkında Tanzimat ve Yeni Osmanlılar adlı eserinde aynen şöyle yazmaktadır: "...'Jeunes-Turcs' unvanının 1830 tarihine doğru Fransa'da Jeune-France, İtalya'da Jeune- İtalie, Almanya'da Jeune-Allemagne, İngiltere'de Jeune- Angleterre adı altında politika ve edebiyatta ifrat taraftarı bazı gençlerin teşkil ettikleri gizli cemiyetlerin unvanı taklit edilerek alındığı anlaşılıyor." Hürriyet gazetesi en çok Âli ve Fuad Paşa'lara çatıyor; özellikle "Societe Generalden alınan 125 milyon franklık borçla bu paranın faizini ödemek için aynı kuruluştan ikinci defa alınan 150 milyon frangı eleştiriyor; sözleşme şartlarındaki uygunsuzluğu ileri sürüyordu. Bu gibi maddi gerçekleri ortaya attığı için, Jön Türk yayını memlekette büyük yankılar uyandırmıştı. Bu böyle olmakla beraber, idarede ne bir değişiklik ne de ıslahat girişimi kimsenin aklından geçmiyordu. Aksine, Sultan Abdülâziz seyahat hazırlıklarıyla meşguldü. Sultan Abdülâziz, 1274 (Miladi 1868) tarihinde sergiyi ziyaret için Marsilya yoluyla Paris'e gitmişti. Marsilya'da Prens Mustafa Fazıl Paşa padişahtan af talebinde bulunmuştur. Bu ilticadan sonra daima eleştirdiği Âli ve Fuad Paşalarla da barışan Prens nezaret sandalyesine konmak için hemen İstanbul'a dönmüştür. Paris'teki "Jön Türk"ler Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın İstanbul'a dönüşünü bir başarı sayıyorlar; yakında kendisinin "Meşrutiyet Sadrazamı" olacağı ümidini besliyorlardı. Hâlbuki Prens, Adliye veya Maliye Nazırlığı'nı kabul ederek hırsını tatmin edivermişti. Görülüyor ki, zenginliğiyle mağrur olan Mısırlı Prens, Türk ihtilalcilerini elinde bayrak olarak kullanmıştır. Bununla beraber "Jön Türk"ler Mısırlı aristokrat ihtilalcinin bu dönekliğine kızmamışlar; kırgınlık belirtisi sergilememişlerdir. Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın dönüşünden bir süre sonra -Ali Paşa Sadareti zamanında- altı ay kadar Viyana'da kalan Namık Kemal Bey Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa'nın izniyle 1871 tarihinde İstanbul'a gelmiştir. Agâh Bey'in dönüşü de bu tarihe rastlar. İhtilalcilerden Reşat ve Nuri Bey'ler 1872'de ve Mehmed Bey 1874 tarihinde döndüğü halde, Suavi Efendi Paris'te Ulûm gazetesini ve Kamasülulûm ve Maarifi çıkarmaya devam etmiş; ancak 1876 tarihinde Sultan Abdülhamid'in tahta çıkmasından sonra İstanbul'a dönmüştür. Necmeddin Deliorman Balkan isimli eserinde, Sultan Abdülâziz'in, Ziya Bey'in (Paşa) acı bir sefaletle pençeleştiğini haber alınca kendisine bir mektup yazdığını anmaktadır. Mektubu aynen buraya alıyorum: "Duydum ki, büyük bir sefalet içinde kalmışsın. Rızayı şahanem dışında yaşamaklığına rağmen, Sultan Aziz'in fazıl bendegânından olan bir kimsenin yarü ağyare karşı sürünüp mahvolmasına vicdanımın tahammül edemediğini bilâtini yine sen düşün. Sultan Aziz" Bu mektupla birlikte Ziya Bey'e (Paşa) para da göndermişti. Bunun üzerine Ziya Bey de (Paşa) 1872 tarihlerinde döndü. Özetle, Paris'teki "Jön Türk'ler Prens Mustafa Fazıl Paşa'nın dönüşünden sonra görüş ve düşünüşlerdeki aykırılık ve mizaç ayrılıkları cüzünden dağılmak zorunda kalmışlardır. "Jön Türk'lerin Avrupa'daki yayını içeride büyük velveleye ve fikir cereyanlarına neden olmakla beraber, fiili bir şekilde memlekette ıslahat yapılmasını sağlayamamış; ihtilalciler Avrupa'ya giderken besledikleri ümitlerin boşa gittiğini acı tecrübelerle görmüşlerdir. Şu kadar var ki, Paris seyahati Ziya (Paşa) ve Kemal Bey'lerin halk arasında daha ziyade sevgi ve muhabbetle anılmalarına ve özellikle Kemal Bey'in ihtilal bayraktarı kabul edilmesine neden olmuştur. Kemal'in karakteri o kadar sağlam, vatanseverliği o kadar samimiydi ki, ikbal düşkünü Prens Mustafa Fazıl Paşa çevresinde biraz sakinleşen heyecanı, İstanbul'a dönüşünden sonra eski benliğiyle tekrar şahlanmıştır. Bu halini, her türlü vaat ve baskıya rağmen ölümüne kadar korumuş, inkılap davasını ve hürriyet savunuculuğunu bir an terk etmemiştir. Nitekim Namık Kemal'in yayını sayesinde "Jön Türk'lerin dönüşünden sonra Meşrutiyet lehine olan faaliyet yavaş yavaş büyümüş; sahneye yeni yeni elemanlar ve resmi makam işgal eden kuvvetli şahsiyetler de girmiştir. Âli Paşa'nın ölümüyle Mahmud Nedim Paşa sadrazam olmuştu. Memlekete büyük kötülüğü dokunan bu sevimsiz sadrazam, ilk iş olarak rakip saydığı Hüseyin Avni ve Şirvanizade Rüşdü Paşa'ları idareden uzaklaştırmış ve Anadolu'da ikamete mecbur etmişti. Bağdat valiliğinden azlettiği Mithat Paşa'yı, İstanbul'da oturmasına engel olmak fikriyle, Edirne Valiliği'ne atamış, İbret gazetesini çıkarmaya başlayan Namık Kemal'i de Gelibolu mutasarrıflığına göndermiştir. Mahmud Nedim Paşa'nın bu hareketleri birçok şikâyeti davet ettiğinden Sultan Abdülâziz kamuoyunu yatıştırmak için Bağdat'tan dönen Mithat Paşa'yı sadarete getirmiştir. 1872 (25 Cemaziyelevvel 1289). Mahmud Nedim Paşa'yı himaye eden Valide Sultan Pertevniyal'in müdahaleleri buna engel olamamıştı. İki buçuk ay sonra Mithat Paşa da azledilmiş; yerine Mehmed Rüşdü Paşa sadrazam olmuştur. Rüşdü Paşa'nın sadareti uzun sürmemiş; ikinci defa Mahmud Nedim Paşa sadarete gelmiştir. Basına sansür koyan Mahmud Nedim Paşa'nın bu sadareti çok kötü etki yarattığından ve umumi heyecana sebep olduğundan tekrar azledilmiş; Hüseyin Avni Paşa sadrazam ve serasker tayin olunmuştur. Sultan Abdülaziz'in Tahttan İndirilmesi Bu azil ve atamalardan halk usanmıştı. Orta tabakanın temsilcisi sayılan Fatih, Bayezid ve Süleymaniye medreseleri öğrencileri Fatih Zaptiye Kumandanı Abdülkerim Bey'in tahrik ve teşvikiyle 1293 (1876) senesi rebiülevvelinin on altıncı Çarşamba günü isyan etmişler ve saraya başvuruyla istikrarlı bir hükümet oluşturulmasını Sultan Abdülaziz'den istemişlerdir. Öğrencilerin amacı Mithat Paşa'yı Sadrazam yapmaktı; bu sağlanamamıştı. Mehmed Rüşdü Paşa dördüncü defa Sadaret'e getirildi. Hüseyin Hayrullah Efendi şeyhülislam ve Hüseyin Avni Paşa da seraskerliğe tayin olunmuştu. Mithat Paşa, Meclisi Vükelâ'da görevlendirilmiş ve sonra Şûrayı Devlet Reisi olmuştur. Bu olay Avrupa gazetelerini olağanüstü ilgilendirmiş, İngiliz ve Fransız basını Mithat Paşa'yı methederken, Rus basını Mahmud Nedim Paşa'ya taraftar ve Mithat Paşa'ya aleyhtar bir cephe almıştı. Gerçekten yeni kabinede Mithat Paşa gibi aşırılar, meşrutiyet taraftarları vardı. "Jön Türk'lerin reisi sayılan Mithat Paşa Tuna valiliğindeki yüksek başarılarından dolayı halk tarafından çok seviliyordu. Sultan Abdülaziz'in izlediği siyaset Rusya taraftarlığı kabul edildiğinden, Vükelâ Heyeti böyle keyfi ve despotik hareketlerinden kırgındı. Bu nedenden dolayı Harbiye Nazırı Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesine çare arıyordu. Bir görüşme sırasında Mekâtibi Askeriye Nazırı Süleyman ve Dari Şûra Reisi Redif Paşalar bu fikre katılmışlardır. Hissi İnkılâpla açıkça işaret edildiği gibi bilahare Süleyman Paşa'nın uyarmasıyla Hüseyin Avni Paşa meseleyi Mithat Paşa'ya ve Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa'ya da açmış ve her ikisinden onay aldıktan sonra Sadrazam Rüşdü Paşa ile Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de bu ittifaka ithal edilmiş ve tahttan indirme eyleminin niteliği kararlaştırılmıştır. Tahttan indirme eyleminin günü ve bunun nasıl uygulanacağı da tespit edilmişti. Halk, cuma günü Nuruosmaniye Camii avlusunda toplanacak, cemaat arasından seçilecek bir heyet saraya gönderilecek ve meşrutiyetin ilanı padişahtan istenecekti; Sultan Abdülaziz bu talebe uymazsa tahttan indirildiği ilan edilecekti. Olaydan Veliaht Murat Elendi de haberdar edilmişti. Mahmud Nedim Paşa ise Sadaret'ten azlinden sonra Sultan Abdülaziz'e bir yazı sunarak sadakat ve bağlılığını tekrarlamış ve şahsi servetinin payitaht dışında emin bir yere naklini de padişaha tavsiye etmişti. Servet düşkünü olan Sultan Abdülaziz hemen servetini koruma telaşına düşmüştü; en güvenilecek ülke olarak ila Rusya'yı buluyordu. Bu düşünce altında Sultan Abdülaziz Rus Sefiri General İğnatiyef ile sıkı fıkı görüşmelere başlamıştı. Hâlbuki işin içyüzünü bilmeyen eylem müttefikleri durumdan şüphelenmişler; Sultan Abdülaziz'in mevkiini korumak ve savunmak için Rusya'dan asker çağırmak istediği fikrine kapılmışlar; tahttan indirme eylemini çabuklaştırmışlardır. İşte bu nedenden dolayı tahttan indirmenin gün ve saatinde ani değişiklikler yapılmış; nihayet Harbiye Mektebi Nazırı Süleyman Paşa'nın hazırladığı askeri kuvvetlerle 1876 tarihinde Şeyhülislam Hasan Hayri Efendi'nin çıkardığı fetvaya dayanarak saray kuşatılarak Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş; Harbiye Nezareti binasında Sultan Murad'a onaylattırılmıştır. Sultan Abdülaziz'in saltanatı on beş sene dört ay yirmi bir gün sürmüştür. Sultan Murad'ın tahta oturmasının ardından "Jön Türk"lerden Namık Kemal Bey Magosa'dan, Menapirzade Nuri Bey de Akkâ sürgününden İstanbul'a dönmüşlerdir. Namık Kemal'in gelişi 1876 Mayıs'ındadır. Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi, en küçük bir engelle karşılaşmaksızın, tam bir sakinlik içinde cereyan etmiştir. Fakat bu sırada Sultan Murad'ın durum ve hareketlerinde bazı tür anormallikler baş gösterdiğinden Viyana'dan uzman doktorlar getirilmiş, fakat bunlar tedavisini imkânsız bulmuşlardır. Hâlbuki Rus hükümetinin tahrik ve müdahalesi
Description: