Ahmet Hamdi Tanpınar HUZUR ::::::::::::::::: TANPINAR HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biridir. Bu hükmü verirken kat'iyen mübalağa ettiğimi sanmıyorum. Dayandığım delil ve ölçüleri açıklayabilirim. Edebiyatta değer, eserin her şeyden önce güzel olmasında, fakat aynı zamanda onun insanı ve hayatı derinlik ve bütün zenginliği ile ifade etmesindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserlerinde bu vasıflar vardır. 1901 yılında doğan Tanpınar, gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'in talebesi ve dostu olmuş, Batı edebiyatından Paul Valery ile Marcel Proust'u kendisine üstad olarak seçmiştir. Bu yazarlar edebiyatta güzellik ve mükemmeliyete ön planda yer verirler. Ahmet Haşim ile Yahya Kemal, Türkiye'de Paul Valery ile Marcel Proust Fransa'da edebiyatın politik ve sosyal gayelerin emrinde bir propaganda vasıtası olmasına karşı çıkmışlardır. Onlara göre edebiyat, tıpkı resim ve musıki gibi -güzel- sanat-tır. Onlardan farkı, boya ve ses yerine, insani ve hayatı anlatmada bu iki vasıtadan çok daha zengin olan dili kullanmasıdır. Tanpınar'ın tenkidi yazılarını okuyanlar, onun sık sık -dil- ve - mükemmeliyet- deyimlerini kullandığını görürler. Dil edebiyatın ifade vasıtasıdır. İyi yazar odur ki, kullandığı vasıtanın bütün imkanlarını bilir. Mükemmeliyete bu imkanları aramakla ulaşılır. Kelime, şiirde, adeta hassas terazi ile tartıldığı için, dilin imkanlarını en iyi bilenler şairlerdir. Tanpınar şiiri hayatının en büyük ihtirası haline getirmiş, fakat asıl kabiliyetini şiir estetiğine göre yazdığı mensur eserlerinde göstermiştir. Yahya Kemal ve Paul Valery'den gelen - mükemmeliyet- fikrine göre şiirlerinin dilini durmadan yoğuran Tanpınar, az, fakat derin, güzel ve yeni şiirler yazmıştır. Geniş okuyucu kütlesi onu umumiyetle lise kitaplarına ve antolojilere giren -Bursa'da Zaman- şiiri ile tanır. Halbuki Tanpınar'ın en çok önem verdiği şiirler hayatının sonuna doğru çevresinin baskısı ile neşrettiği Şiirler kitabındaki manzumeler ile vefatından sonra kitap haline getirilmiş olan serbest şiirleridir. Ben Tanpınar'ın şiirlerini Tanpınar'ın Şiir Dünyası adlı kitabımda tahlile çalıştım. Tanpınar nesirlerinde kendisini daha serbest, adeta daha mesut hissetmiştir. Zira burada onun karşısında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi büyük rakipler yoktur. Dikkate şayandır ki, Tanpınar, mensur eserlerini olgunluk yaşına ulaştıktan sonra yazmıştır. Abdullah Efendi'nin Rüyaları (1943), Beş Şehir (1946), Huzur (1949), Yaz Yağmuru (1953), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962) yılında basılmışlardır. Uzun yıllar kendi şahsiyetini geliştiren Tanpınar'ın otuz beş yaşından sonra kaleme aldığı bu eserlerde, derin kültüre sahip, olgun bir sanatkarın varlığı kendisini gösterir. Eroine alıştırılan gibi kolay, hafif, sudan yazılara alıştırılmış okuyucu kütlesi için bu yazıların okunması ve anlaşılması bir hayli güçtür. Fakat insan ve hayat son derece karışık ve en büyük filozof ve alimlerin sırlarını çözemediği karanlık muammalarla doludur. Tanpınar gibi çok yüklü bir hayat tecrübesi geçiren - Evin Sahibi- adlı hikayenin kahramanı yanlarında oturmak mecburiyetinde kaldığı aileden bahsederken: -Hayır, der, burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki... Halbuki ben bir masalı olan adamdım-. Bu cümle Tanpınar'ın insan ve hayat karşısında aldığı tavrı aydınlatır. O hayatı, derinliğine ele alan, onu bir masal kadar esrarlı ve -ilave edelim- güzel hale getiren bir yazardır. Onun eserleri ancak yazarın sahip olduğu dikkat ve kültür ile okundukları zaman anlaşılabilir ve zevkine varılabilir. Dünyada koşarak hiçbir şey görülmez. Alain -düşünmek için durmak lazımdır- der. İlim adamı, filozof ve sanatkar durur. Derinleştirir. Uzun uzun yoklar. Bize basit gibi görünen cümlelerin arkasında çalışma ile dolu günler ve uyanık geçmiş geceler vardır. Tanpınar bir sanatkar olduğu için, duygu ve düşüncelerinin teferruatını bütün girinti ve çıkıntıları ile verir. O yazılarında sık sık cümlelerini uzatmakla beraber, onları bir resim veya musıki parçasına yaklaştıran hayallere başvurur. Tanpınar'ın edebiyattan sonra en çok uğraştığı sanatlar -bir seyirci ve dinleyici olarak- resim ve musıkidir. Yazılarında bu iki güzel sanatın tesirleri açıkça görülür. Tanpınar son çağ Türk edebiyatında Halid Ziya Uşaklıgil'den sonra gelen en büyük - üslupçu-dur. Halid Ziya'nın nesirleri gibi onun nesirleri de - sanatkarane-dir, şiir kutbuna yaklaşır. Denemelerinde bile bu özellik kuvvetle hissolunur. Tanpınar'ı sanatkarane üsluba götüren başlıca amillerden biri onun dünyaya bir ressam gözü ile bakmasıdır. Bir ressam için olduğu gibi, Tanpınar için de dünya bir ışık, şekil ve renk cümbüşüdür. Fakat Tanpınar tabiat ve insanın sadece dış görünüşüne bakmaz. Onların derinliğine de iner. Halid Ziya büyük bir yazar olmakla beraber, umumiyetle hayatın sathında kalmıştır. Onda Tanpınar'ın eserlerindeki başdöndürücü derinlik yoktur. Çok geniş kültüre sahip olan Tanpınar, tarih, psikoloji ve felsefeye de meraklı idi. Diyebilirim ki, son çağ Türk edebiyatında beşeri kültür ile güzel sanatlara Tanpınar kadar ihtiras ile sarılan, onlarla ruhunu besleyen başka bir Türk yazarı yoktur. Hayatı bir sanat eseri kadar güzel bulan Tanpınar'ın içinde onun sırlarını araştıran bir filozof, psikolog ve sosyolog tecessüsü de vardı. O, bu cephesiyle Halid Ziya'dan ve diğer - üslupçu- yazarlardan ayrılır, onların çok üstüne çıkar. Değerli bir şair, büyük bir hikayeci ve romancı olan Tanpınar derin görüşlerle dolu denemeler de yazmıştır. Beş Şehir, XİX'uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyata Dair Makaleler ve Yaşadığım Gibi adlı kitaplarında sanatkar Tanpınar'ın yanı sıra çok okumuş, çok düşünmüş bir fikir adamını da buluruz. Üstadları olan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim fikre büyük önem vermemişlerdir. Tanpınar'ın sanat eserlerinde bile fikir, arka planda insan hayatını gizliden gizliye idare eden esrarlı kainat gibi derinleşir. Valery, sanat eserinde fikir, meyvenin içindeki besleyici gıda gibi erimiş olmalıdır, der. Tanpınar'ın şiirleri, hikayeleri, romanları bu prensibe tamamiyle uygundur. Okuyucu onları okurken bir masal alemine girmiş gibi büyülenir. Hikayelerinde görüldüğü üzere Tanpınar, rüya ve masala büyük ehemmiyet verir. Modern psikoloji, rüya ve mitlerde derin sembolik manalar bulmuştur. Fakat onlar aynı zamanda güzeldirler. Güzellik kainatın altın anahtarıdır. Tanpınar'ı okurken bunu derinden hissederiz. Tanpınar'ı onun istediği gibi, dura dura, içlerine sindire sindire okuyanlar, onu sevecekler, yalnız ona karşı değil, bütün sanata, insana ve kainata başka bir gözle bakacaklar, kendilerini ebediyete götüren esrarlı ışıklarla dolu bir yolda bulacaklardır. Prof. Dr. MEHMET KAPLAN ::::::::::::::::: BİRİNCİ BÖLÜM İHSAN İ Mümtaz, ağabeyi dediği amcasının oğlu İhsan'ın hastalandığından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı. Doktor çağırmak, eczaneye reçete götürüp ilaç getirmek, komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bırakılırsa, bu haftayı hemen hemen ya hastanın başı ucunda, yahut da kendi odasında, kitap okuyarak, düşünerek, yeğenlerini avutmağa çalışarak geçirmişti. İhsan iki gün kadar ateşten, halsizlikten, arka ağrılarından şikayet etmiş, sonra birdenbire zatürree fevkaladelik halini ilan etmiş, evin içinde korkudan, telaştan, üzüntüden, bir türlü ağızlardan düşmiyen ve bakışlardan eksilmiyen temennilerden saltanatını, o yıkım psikolojisini kurmuştu. Herkes, İhsan'ın hastalığının verdiği üzüntü ile uyuyor, onunla uyanıyordu. Bu sabah, tren düdüklerinin büsbütün başka korkularla kanattığı uykusundan, Mümtaz gene bu üzüntü ile uyandı. Saat dokuza yaklaşıyordu. Bir müddet yatağının kenarına oturup düşündü. Bugün yapacak bir yığın işi vardı. Doktor onda geleceğini söylemişti; fakat onu beklemeğe mecbur değildi. Herşeyden evvel bir hastabakıcı bulmak zorunda idi. Ne Macide, ne yengesi -İhsan'ın annesi- hastanın başı ucundan ayrılmadıkları için, çocuklar haraptılar. İhtiyar hizmetçi, Ahmet'le şöyle böyle meşgul olabilirdi. Fakat Sabiha ile adamakıllı uğraşıcak birisi lazımdı. Onun herşeyden evvel konuşacak insana ihtiyacı vardı. Mümtaz, bunu düşünürken, küçük yeğeninin hallerine içinden gülümsedi. Sonra, eve döndüğünden beri, akrabasına karşı olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: -Acaba, hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?-, dedi. Bu düşünceden kurtulmak için tekrar hastabakıcı meselesine döndü. Macide'nin sıhhati de öyle düzgün değildi. Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu. Biraz fazla üzüntü, yorgunluk, onu yeniden bir gölge haline getirebilirdi. Evet, gidip, bir hastabakıcı bulmalıydı. Öğleden sonra da o kiracı denen derde uğraması lazımdı. Elbisesini giyinirken -İnsan denen bu saz parçası...- diye birkaç defa tekrarladı. Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi. -Ve hayat dediğimiz çok ayrı şey...- Sonra zihni tekrar küçük Sabiha'ya gitti. Küçük yeğenini sade eve döndüğü için sevdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu. Hayır; ona doğduğu günden beri bağlıydı. Hatta doğuşunun şartları düşünülürse, ona karşı minnettardı da. Pek az çocuk bu kadar zamanda bir eve teselli ve sevinç getirebilirdi. Mümtaz, üç gündür bu hastabakıcının peşinde idi. Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. Mesela İhsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. Fakat lazım olduğu zaman... İşte hastabakıcı meselesi böyleydi. Kiracıya gelince... Kiracı meselesi büsbütün başka bir dertti. İhsan'ın annesinin bu küçük dükkanını tuttuğu günden beri beğenmemiş, hor görmüştü. Fakat şöyle bir on iki senedir de çıkmayı aklına getirmemişti. Bu adamcağız iki haftadır üst üste haberler gönderiyor, beyefendilerden birinin veya hanımefendinin behemehal teşrif etmelerini rica ediyordu. Bu, evcek inanılmayan bir hadise idi. Hasta bile, humma ve sancılar içinde buna şaşıyordu. Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi. Birkaç seneden beri kontratı yenilemek, kiraları almak gibi işleri yüklenen Mümtaz, onu hatta dükkanında ve karşısında iken bile görmenin ne kadar güç olduğunu bilirdi. Daha, genç adam dükkana girer girmez siyah gözlüğünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silah gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında adeta görünmez olur, oradan piyasanın durgunluğunu, hayatın ağırlığını, devlet memuriyetinde belli bir gelirle çalışanların saadetini anlatır, memurluğu bırakıp da, Elkasibü Habibullah hadisine uyduğu için, -evet, sırf bunun için, Peygamber'in bu sözüne, bildiği halde riayetsizlik etmemek için ticarete başlamıştı;- kendisine kızar, dövünür, nihayet: -Beyefendi, vaziyeti biliyorsunuz, şimdilik kabil değil; hanımefendiye arz-ı tazimat ederim. Bana birkaç gün daha mühlet versinler. O bizim mal sahibimiz değil, velinimetimiz oldu. İnşallah on beş gün sonra uğrarlarsa hem teşerrüf etmiş oluruz, hem de bir parça şey takdim ederim, diye işi müpheme bağlar; fakat genç adam kapıdan çıkarken, yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek; -on beş günde de kabil olur mu bilmem ki...- diyerek tekrar söze başlar ve - mümkünse hiç gelmesin, hiçbiriniz gelmeyin, ne diye geleceksiniz sanki! Bu çürük binada, bu acayip kafeste oturduğum yetmiyormuş gibi, bir de size para mı vereceğim- diyemediği için, -daha iyisi aybaşına doğru, hatta gelecek ayın ortasında teşrif buyursunlar...- ricasıyle, bu mülakatı gerilere, çok uzak zamana atmağa çalışırdı. Bu sefer, bu aranmaktan, yoklanmaktan hoşlanmıyan adam, üst üste haber gönderiyor, hal hatır soruyor, hanımefendinin, olmazsa beylerden birinin behemehal gelmelerini, kendisini görmelerini istiyor, dükkanın arkasında eski konağın müştemilatından olan bakımsız kısımla üstündeki iki oda için konuşacağını, kontratın geciktiğini söylüyordu. Buna şaşmağa hakları vardı. İşte Mümtaz, o gün öğleden sonra da her ay istemeye istemeye, alacağı cevabı ezberden bildiği için, uğramaktan çekindiği yere gidecekti, Fakat bu sefer iş farklı idi. Yengesi dün akşam, - Mümtaz, git şu adamı görüver...- diye kendisine tenbih ettiği zaman, İhsan, annesinin arkasından -beyhude yorulma, ne diyeceğini biliyorsun, şöyle bir dolaş, gel!- diye işaret edememişti, O, yatakta çivili idi; göğsü zorlukla inip kalkıyordu. İhsan'ın, bu kiracı ile münasebeti, bilinen bir şeyi beyhude tecrübe etmenin makul olamıyacağı hikmetine dayanırdı. Mümtaz ise, baba mirası olduğu için bir türlü bu kirayı aklından çıkaramıyan yengesini kırmak istemezdi. Ayrıca, bu kira hikayesi, bu içiçe yaşayan insanların hayatında, Mümtaz'a göre İhsan Bey Adasında bir yığın latifeye vesile olurdu. Eve dönüp de ihtiyar kadına aldığı cevapları söyleyince, onun ilk andaki hiddetinin -boynu kopasıca herif... bunak...- yavaş ve perde perde merhamete -zavallı, biçare, adamcağız hasta zaten- doğru gidişi; sonunda: -Belki de hakikaten kazanmıyordur-, diye yengesinin üzülüşleri, sonra yeniden bir hal çaresi aramaları, -elde koca konaktan orası kaldı, yoksa çoktan satar, kurtulurdum- diye bir türlü vaktinde ele geçmiyen bu kiranın hayıtında nasıl bir üzüntü kaynağı olduğunu gösteren cümleler, bu işin herkes için en eğlenceli safhası olurdu. Günün birinde büyük yenge mutat ziyaretini yapmağa karar verir ve merhum Selim Paşa'nın kızı refakatinde kimse olmadan sokağa çıkamıyacağı için Üsküdar'daki Arife Hanım'a haber gönderilir, Arife Hanım tayin edilen günde gelir, o geldikten sonra üç dört gün üst üste -yarın gitsek, şu herifi görsek...- diye karar verilir, hatta komşuları ziyarette, yahut Kapalıçarşı'da hızı kesilen teşebbüsler olur ve nihayet günün birinde bindiği otomobil bir yığın eşya ile dolu eve dönerdi. Şurası var ki, onun kiracıya uğraması hiç de beyhude olmaz, paranın bir kısmını olsun behemehal alırdı. Mümtaz da İhsan da bu muvaffakiyete şaşırırlardı. Halbuki şaşacak hiçbir tarafı yoktu. İhsan'ın annesi, Arife Hanım'ı hem sever, hem de çenesine tahammül edemezdi. Arife Hanım'ın ikameti evde uzadıkça, ta çocukluğundan beri tanıdığı o keskin hiddet çoğalır, büyürdü. Nihayet, tam kıvamına gelince otomobil ısmarlanır, Arife Hanım nereye gidileceğini bilmeden yola çıkılır, evvela Üsküdar iskelesinde ihtiyar emektar, -Güle güle Arifeciğim... Ben, seni gene çağırtırım olmaz mı?- diye bırakılır, ondan sonra doğru dükkana gidilirdi. Böyle bir haleti ruhiye içinde gelen bir mal sahibini atlatmak elbette güçtür. Vakıa adamcağız birkaç defa onu da tecrübe etmiş, mide ağrılarından, filan bahse kalkmıştı. Sabire Hanım birincisinde nane içmesini tavsiye etmiş, ikincisinde daha karışık bir ilaç söylemiş; fakat üçüncüsünde gene hastalıktan şikayet işitince -söylediğim ilaçları içtin mi?- diye sormuş. Adamcağızın hayır, cevabı üzerine -o halde bir daha bana hastalıktan bahsetme, anladın mı?- cevabını vermişti. Hiddetle vicdan azabı arasında bulunan bu ihtiyar kadını atlatamıyacağını kiracı bu üçüncü ziyarette öğrenmişti. Onun için gelir gelmez kahvesini ısmarlar, masası üstünde yalancıktan bir iki hesap yapar, kahve biter bitmez eline bir zarf tutuşturarak onu savardı. Ondan sonra kadın altında taksi, dükkan dükkan dolaşır, herkese münasip hediyeler arar ve aldığı parayı son kuruşa kadar sarfettikten sonra eve dönerdi. İhsan da, Mümtaz da bu dükkanı, kirası ve kiracısiyle, hatta biraz müştemilatından sayılan Arife Hanım'la beraber, ihtiyar kadının biricik eğlencesi, lüksü, boş saatlerini dolduran tek mühim meselesi addederler, onunla avunduğu için hoş görürlerdi, Zaten İhsan Bey Adasında herkesin yaptığı hoş görünür, her fantezi, her merak, kahkaha ile değilse bile tebessümle karşılanırdı. Adanın sahibi bunu böyle isterdi; böyle olursa herkesin mesut olabileceğine inanırdı. O, bu saadeti taş taş, seneler boyunca örmüştü. Fakat, şimdi onu talih ikinci defa tecrübe ediyordu. Çünkü İhsan'ın hastalığı ağırdı. Mümtaz, - bugün sekizinci gün- diye düşündü: Çift günlerin daha sakin geçeceğini ona söylemişlerdi. Kötü uyumanın verdiği halsizliği silerek aşağıya indi. Sabiha, onun terliklerini giymiş, sofada küskün küskün oturuyordu. Bu gürültücü çocuğun böyle sessiz duruşuna Mümtaz hiç tahammül edemiyordu. Vakıa, Ahmet de sakindi. Fakat yaratılıştan öyle idi. O, kendisini kabahatli bulan adamdı. Bilhassa, doğuşunun hazin tesadüflerini öğrendiği günden beri - kimseden, nasıl? Bunu hiç biri bilmiyordu. Belki de komşulardan biri söylemişti;- daima köşesinde, daima evi yadırgar olmuştu. O kadar ki, biraz fazla şımartılmak istense, hatırımı alıyorlar düşüncesine kapılıyor, gözlerine yaş birikiyordu, Bu, her yerde tesadüf edilen şeylerdendir. İnsanlar bazen doğuştan mahkum olurlar, saz parçası kendiliğinden kırılırdı. Sabiha öyle değildi. O evin masalıydı. Durmadan konuşur, gezer, masallar uydurur, şarkı söylerdi. İhsan Bey Adasını çok defa onun neşesi ve şamatası doldururdu, Üç gecedir ki, o da doğru dürüst uyumamış, babasının odasında, çıkmanın geniş sedirinde uyku taklidi yaparak onlarla beraber hastayı beklemişti. Mümtaz, kızın solmuş yüzüne, içeriye kaçmış gözlerine, elinden geldiği kadar neşe ile baktı. Başı, üç günden beri olduğu gibi, kurdelesizdi. Üç gün evvel Mümtaz'a -Kırmızı kurdelemi takmıyacağım. Babam iyileşince süslenirim!- demişti, Bunu her zamanki şuhluğiyle, etrafındakilere anladığını, onlarla dost olduğunu göstermek istediği zamanlardaki gülümsemesi ve kırıtmasiyle söylemişti, Fakat Mümtaz, kendisini biraz okşayınca ağlamağa başlamıştı, Sabiha'nın iki türlü ağlaması vardır. Birisi çocuk ağlayışıdır; zorla ve ısrarla zalim olanların ağlaması, O zaman yüzü çirkinleşir, sesi acayip perdeler bulur, durmadan tepinir, hulasa, hodbinliği içinde her çocuk gibi küçük bir ifrit olur. Bir de gerçek kederle, çocuk kafasının anlıyabileceği kadar olsa da, karşılaştığı zamanlardaki ağlaması vardır. Bu sessiz olur ve çok defa yarı yolda kalırdı. Hiç olmazsa bir zaman için gözyaşlarını tutardı. Fakat yüzü değişir, dudakları titrer, dolan gözleri insandan kaçardı. Omuzları birincisi gibi katılaşmazdı; adeta çökerdi. İhmal edildiğini, küçük düşürüldüğünü veya haksızlığa uğradığını sandığı, yahut da çocuk dünyasını, o herşeyin iyi ve dost olmasını istediği alemi, sade mercan dalları ve sedef çiçekleriyle süslü, üst üste canlı alemi etrafa kapattığı zamanların ağlayışıydı bu. Mümtaz, böyle zamanlarda yeğeninin kırmızı kadife kurdelesinin bile fersizleştiğini zannederdi. Bu kurdele, Sabiha'nın kendi kendisine bulduğu bir süstü... İki yaşını birkaç ay geçmişti. Bir gün yerde bulduğu vişne renginde bir kurdeleyi annesine uzatmış, -saçlarıma tak, tak- demişti, Sonra bir daha başından çıkarılmasına razı olmamıştı. Bu kurdele iki seneden beri süs olmaktan çıkmış, evin içinde, ona ait bir müessese haline gelmişti. Ona ait herşeyin bir kırmızı kurdelesi vardı ki, Sabiha bunu bir hükümdarın dostlarına nişan dağıtması gibi hediye ederdi. Kedi yavruları, bebekleri, beğendiği eşyası, - bilhassa yeni çocuk karyolası,- sevgisine mazhar herşey ve herkes bu nişana sahip olurdu. Hatta hususi bir irade ile bu nişanın geri alındığı bile olurdu; fazla şımarıklığı yüzünden kendisini azarlıyan, bununla da kalmayıp, annesine şikayet eden aşçı kadına, iş olup bittikten ve Sabiha epeyce ağladıktan sonra, kendisine hediye ettiği kurdeleyi lutfen çıkarmasını rica etmişti. Hakikat şu ki, Sabiha'nın küçük çocuk hayatı bu cins hediyelere ve ceza vermelere hak veren bir hayattı. O, hiç olmazsa bu hastalığa kadar evin tek saltanatı idi. Ahmet bile kalblerdeki yerini almağa başlayan kardeşinin bu saltanatını tabii bulurdu. Çünkü Sabiha bu evi kökünden saran bir felaketten sonra gelmişti. Macide onu doğurduğu zaman yarı deli sanılıyordu. Akla ve hayata dönüşü, Sabiha'nın doğuşu ile olmuştu. Vakıa, Macide'nin hastalığı tamamiyle geçmemişti. Zaman zaman küçük nöbetler oluyor, evin içinde gene eskisi gibi masal söyliyerek, sesine küçük bir kız tatlılığını sindirerek konuşuyor, yahut da büyük kızının o hiç bahsetmediği çocuğunun dönüşünü saatlerce pencerede veya oturduğu yerde bekliyordu. Bu işte büyük bir talihsizlik olduğu muhakkaktı. Gerek İhsan, gerek doktorlar, Macide'nin felaketi haber almaması için ellerinden geleni yapmışlar; fakat hiç kimse telaş ve ıstırabını ilk sancılar arasında kıvranan kadından saklıyamamıştı. Nihayet, genç kadın hastabakıcılardan başına geleni öğrenmiş, yattığı yerden ölünün bulunduğu yere kadar sürüne sürüne gitmiş, hazırlanmış cesedi görmüş, başında kaskatı kesilmişti, Ondan sonra da bir türlü kendine gelememişti, Ağır bir humma ile günlerce yatmış. Ahmet'i bu humma içinde doğurmuştu. Bu, sekiz sene evvel bir Haziran sabahı olmuştu. Zeynep, annesinin yattığı hastahaneye büyük annesiyle beraber gelmiş, sonra getirmesini unuttuğu hediyeyi hatırlamış, hiç kimseye haber vermeden hastahanenin önünde babasını beklemek ve ona söylemek için dışarı çıkmış ve kim bilir neler düşünen küçük çocuk kafasının bir dalgınlık anında ölüm kendisini birdenbire kapmıştı. İhsan, karısını, gerçekten ağır araz gösterdiğini söyleyen doktorlara kapılarak hastahanede doğurmağa kandırdığı için kendisini hiç affetmemişti. O felaketi, olduğundan hemen iki dakika sonra, daha vücut kan içinde ve sıcakken görmüş, çocuğunu kolları arasında içeriye taşımış, son ümitlerin iflasına şahit olmuştu. Talih bu felaketi o şekilde hazırlamıştı ki, ortada kabahatli kimse yoktu. Macide, kızının hastahaneye gelmesini bir kere olsun istememişti. İhsan'ın annesi, kızın ısrarlarına ve ağlamasına iki gün karşı gelmişti. İhsan vaktinde hastahaneye yetişebilmek için bir türlü araba bulamamış, tramvayla gelmişti, Hatta yolda boş bir araba bulabilmek için tramvayın basamağında beklemişti. Onun için herkes bu felaketten kendisini mesul tutuyordu. Fakat en fazla onu kendine mal eden, onunla yaşayan Ahmet'ti. Mümtaz, Ahmet'i babasının yatağı ucunda, en küçük işarette kaçmağa hazır buldu. Macide ayakta, elleriyle sırtındaki yün ceketin örgüsünden kaçan bir iplikle dalgın oynuyordu. İhsan, onu görünce sevindi. Yüzü gene kırmızıydı. Göğsü ağır ağır kalkıp iniyordu, Mümtaz, onu sabah ışığında olduğundan çok zayıf buldu, Uzayan tıraşı yüzüne garip bir ifade veriyordu. Sanki, -Ben, İhsan olmaktan çıkıyorum. Yakında herhangi bir şey veyahut bir hiç olacağım. Ona hazırlanıyorum!- der gibi bir hali vardı. Hasta eliyle müphem bir işaret yaptı. Mümtaz yatağa eğilerek: -Daha gazeteleri okumadım. Zannetmem ki korkulacak bir şey olsun... dedi. Hakikatte harbin patlamak üzere olduğuna emindi. -Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur.- Albert Sorel'in bu cümlesini, son yılların vaziyetini daima beraber konuştukları İhsan sık sık tekrarlardı. Mümtaz şimdi bu dikkate çok sevdiği bir şairin acı kehanetini ilave etmişti: -Avrupa'nın sonu...- Fakat şimdi bunları İhsan'la konuşamazdı. İhsan hastaydı. O, yattığı yerden, vaziyeti düşünüyordu. Eli bir çaresizlik ve yalvarma işaretiyle yorganın üstüne düştü. -Geceyi nasıl geçirdi? Macide yumuşak ve taze çimen rüyası sesiyle cevap verdi: -Hep böyle Mümtaz, dedi, hep böyle... - Sen hiç uyudun mu? -Burada Sabiha ile beraber yattık. Fakat uyuyamadım. Eliyle gülümseyerek sediri gösteriyordu. Beş gecedir yattığı bu yeri, bir darağacını gösterir gibi dehşetle, ürpermelerle gösterebilirdi. Fakat Macide'de, bu garip ve sonsuz derecede zengin mahlukta tebessüm şahsiyetin yarısıdır. O kadar ki, gülümsemediği zamanlar onu tanımak kabil olmaz. -Çok şükür ki, o günler geçti!- Macide'nin tebessümünü kaybettiği günler arkada kalmıştı. -Biraz uyusan bari... -Sen git gel, sonra... Bütün gece tren seslerinden uyuyamadım. Sevkiyat mı var, nedir bilmiyorum ki... -Felaketi Kastamonu'da telgrafla haber aldım. Derhal geldim. Çocuğu ayrı yerde, Macide'yi ayrı yerde buldum. Herkes Macide ile meşguldü. Büyük yengem deli gibiydi. İhsan kendisinin gölgesiydi. O yazı hiç unutmayacağım. İhsan'ın hayata imanı olmasa, Macide şimdi ne olurdu?- İhsan, Macide'yi gösterdi: -Bu... Sözünü bitirmekten aciz gibi durdu, Sonra kendini toplayarak
Description: