bilgi yayınevi BİLGİ YAYINLARI : 259 Birinci Basım Aralık 1976 BİLGİ YAYINEVİ Tunalı Hilmi Cad. 94 ,Teîf: 26 60 48 • 26 70 64 Kavaklıdere • Ankara Babıâli . cad. 19/2 Telf: 22 52 01 Cağaloğlu. - İstanbul SELİM İLERİ Her Gece Bodrum BİLGİ YAYINEVİ / kapak düzeni : fahri karagözoğlu BİLGİ BASIMEVİ - ANKARA 1. Güneş birden yükselmişti sanki; ortalama- mıştı ama, gökyüzünün mavisi yalazlarla tutuş- muştu. İnsan gözünü açıp çevresine bakamazdı. Koyu bir karanlıkta yaşanıyordu. Güneş ışığı, bu koyu karanlığı büsbütün güçlendiriyordu. Çok dar bir kesit görülebilirdi. Dar kesitte her şey ayrıntısından uzaklaşı- yordu. Ya da kırık camların çarpıştığı, sonsuz görüntülerle bezenmiş bir çiçeıkdürbününden izlenebilirdi her şey: ne çok ayrıntı... İşte so- kaklar sonsuz gölgelerle, sayısız renklerle ku- şatılmıştı. Sabahtı. Kavuniçiyle kırmızı arası bir renk egemenlik kurmak istiyordu. Önüne geçilemiyordu bunun. Denizin gözükmediği sokaklarda bile tuz vardı, genziniz yanıyordu. Tuz beyaz değildi, kirliydi, sarıyla boz arasıydı. Fırınların üçü de ekmek çıkartmaya devam ediyordu. Başka her yer kapalıydı henüz. Bü- yük şemsiyeler geceden kapatılmıştı. İri boru- çiçekleri bir fonografı andırırcasına açıyorlar- dı pansiyon kapılarında, evlerin bahçelerinden yollara taşarak. İş sahipleri bu durgunluğu, hâ- lâ (bu ayda, bu mevsimde, sıcak ortasında) ıs- sız kalmış kasabayı sevmiyorlardı; yoksa yaz 5 böyle mi geçecekti... Deniz güzeldi; güneş, bü- yük kentlerden gelenlerin alışık olmadığı ka- dar erden ve dokunulmamıştı; sonra kasaba halkı her türlü çılgınlığı hoşgörüyle karşılardı: yıllardır, gezginlerle para aktığından beri. Ney- se, fırınlar çalışıyordu, gece gündüz. Yine de fırtına patlayacak (gezginler gel- meliydiler), denizle gökyüzünü birleştiren dal- galar görülecekti (gezginler gelmeliydiler). Gü- neşin yakıcılığı bitecek (paraya alışılmıştı), bir yaz boyu sere serpe esmeri eşen gövdeler kabul- lenecekti karanlığı, sonbaharı. Bulutlar, dağlardan, kuzeyden üşüşüyorlar- dı Bodrum'a. insanların gece gündüz eğlendiği bir yerde, görkemli bir doğada tek umuttu bu belki. Gök- yüzü, toprakla birleşiyordu şimdi. Bir şeyler dölleniyor boyuna, bunca soy kı- rımına karşın her yerdien tohumlar fışkırıyor. (Yol kenarında, tarlasından rüzgârla taşınmış bir günebakan büyüyor.) Acı yeşil portakallar, mandalinalar gün ışığıyle turuncuya dönüşüyor; altlarına uzandığımızda turuncudan bir örtü gi- bi. Yağmurla birlikte kuşların (tarlalarda ko- naklayan leylekler) toplaşıp (kamyonlar, oto- büsler eziyordu leylekleri, kızıl şeritler bıraka- rak artlarında) kapkara bir leke gibi göçtük- leri gözlenecekti. Ama dalgakırandaki adam, «Yaz kış deni- ze girilir burda,» demişti; «mevsim dönümleri yaşanmaz hiç.» Tabiî hemen kurmuştu a damın öyküsünü: 6 'İstanbullu bir serüven düşkünü.' Böyle tanım- layınca rahat etmişti. Konuşsa, dostluk da ku- racaktı. 'Denizkestanesi topluyordu ama." 'Aşkla arkadaşlarım,' dedi Cem, başka şey- ler düşünmeye zorlayarak kendini. Arkadaşlık değildi, karşılıksız sevgilerdi hepsi, yürek çarpıntısıydı: istemek, istemek, delicesine istemek ve bir türlü elde edememek; böyleydi. Sonra her şey geçiciydi. 'Her şey bi- tebilir, belki bir daha görüşmeyiz, değişir arka- daşları insanın, yeni birileriyle tanışır, belki bir daha, eski dostlarını unutur, eski dostlar kullanılmayan bir eşyadır, çürümüş bir konsol gibiyim.' Kimseyi unutmamıştı. Tek tek hatır- lıyordu onları. Kocaman bir haritaya dağılmışlardı; geç- miş yüzyılların ressamları gibi birer ada arma- ğan etmişti hepsine bu haritada, 'Yalnız sizle- rin olsun.' İşte bir aynada yansıyordu yüzleri, ordıan oraya sesleri çarpıp duruyordu. Yirmi yedi yaşında birinin hayatı anlaya- mamış olması şaşırtıcıydı; tutkulu bir arkadaş- lık değildi hayat, dümdüz, yalın bir olaydı. Gü- nü gelince insan evlenir, çocukları olur, para kazanır, bir iş tutar, yıllarca sürdürür bu düze- ni, göçüp gider sonra; 'Aşkla arkadaşlıklara yer yoktur.' Yolculuk boyunca bütün bunları düşünmüş müydü? Anımsayamadı. Boşunaydı çabası; in- sanın bu kalabalıkta, bu kargaşada kendisiyle baş başa kalması imkânsızdı. «Bardakçı'ya...» diye bağırıyordu motorcu, çıplaktı, 'Bir Yunan heykeli gibi,' oysa hiç de Yunan heykeli gibi değildi; çoktan bayağılaş- 7 mıştı güzellikler. Uykudan yeni kalkmış, yüz- lerini yıkamayı gereksememiş (böyle yerlerin töresiydi musluktan akan suyu kullanmamak) çıplak ya da yarı giyimli birtakım insanlar mo- tora biniyorlardı, kadınlar erkeklerin elini tu- tarak. Yolculuk boyu, doğada başka örneğini gör- mediği çingene pembesi çiçekler yaşanmıştı. Gülünmüştü arabada, eğlenilmişti; adı Yosun olan bir lokantada rakı içilmiş, balık yenmişti. Sevindiriciydi hepsi. Ancak şu an, iki gündür, aşılmaz dağlarla çevrilmiş, geçitsiz bir yarıma- dadaydılar. Sanki bir daha geri dönülmeyecek- ti. Çok güzeldi bu yarımada, göz kamaştırıcıy- dı. Cem, beyaz evlere baktı. Kıyıyı çepeçevre sarmışlar. Oturduğu kahve de beyazdı. Her şey beyazdı; tozlu, cılız palmiyeler silinip gidiyor du bu beyazlıkta. Asıl ürkütücü olan da buydu. Kavrayamadığı, çözümleyemediği bir şeyden korktuğunu kimseye anlatamıyordu. Alışrna- mıştı güneşe, yarımadalara, denizin durmadan renk değiştirmesine: önce açık yeşil, bir atkes- tanesi ağacının tirşe yaprakları, mavileşen bir ebemkuşağı, giderek koyulaşan, dalgalarla çev- rili, korkunç, kötü bir mavilik, sonsuz, sınırsız. Tarık'la Murat'a benzemediğini duyumsu- yordu boyuna. 'Tarık'ın bir otomobili var, oto- mobil de o dümdüz hayatın bir parçası.' Güneş kocaman, kırmızı bir toptu. Yakıcı, sıcak. Şimdi yazdı. Kavruluyordu insan, terle- yemiyordu bile. Sigaralar kuruyor, tütün çıtır- dıyordu ellendiğinde. 8