ebook img

Düşman - J.M. Coetzee PDF

169 Pages·2014·0.64 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Düşman - J.M. Coetzee

J. M. COETZEE DÜŞMAN Çeviren: Nihâl Geyran Koldaş Barbarları Beklerken ve Micheal K. Nasıl Yaşadı adlı romanlarından tanıdığımız Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee Düşman'da Robinson Crusoe'nun öyküsünü bir kadının bakış açısından ele alıyor. Daha doğrusu burada anlatılmak istenen Cuma'nın öyküsü. Ama romanın anlatıcısının da dediği gibi, "Cuma'nın dilinin öyküsü anlatılamaz bir öykü. Veya benim tarafımdan anlatılamaz bir öykü. Aslında, Cuma'nın dili hakkında bir sürü öykü anlatılabilir, ama gerçek öykü, bir dilsiz olan Cuma'nın içinde gömülü. Gerçek öykü, bir sanatın yardımıyla Cuma'ya bir ses vermenin yolunu bulana kadar bilinemeyecek." I ‘Sonunda artık kürek çekemeyecek kadar yorgun düşmüştüm. Ellerim su toplamış, sırtım yanmıştı. Tüm gövdem sızlıyordu. Hafif bir iç çekişle neredeyse hiç su sıçratmadan kendimi suya bıraktım. Sakin kulaçlarla ıssız adaya doğru yaklaşırken, uzun saçlarım denize özgü bir çiçek, bir anemon ya da Brezilya kıyılarında rastlanan bir tür deniz anası gibi çevremde yüzüyordu. Bir süre akıntıya karşı yüzdükten sonra, bir anda akıntıdan kurtularak dalgalar tarafından körfeze ve kumsal sahile doğru sürüklendim. ‘Orada sıcak kumun üzerinde sere serpe uzandım. Başım güneşin yakıcı parlaklığı içinde, iç etekliğim (gemiden kaçarken birlikte götürebildiğim tek şey oydu) üzerimde kururken, bitkin ama bir felaketten kurtulan herkes gibi minnettardım. ‘Üzerime karanlık bir gölge düştü. Geçmekte olan bir bulutun değil, çevresinde göz kamaştırıcı bir ışık halkası olan bir adamın gölgesiydi. Kurumuş olan dudaklarımla, “Kazazede,” demeye çalıştım; “Ben bir kazazedeyim. Yek başınayım.” Şişmiş, su toplamış ellerimi ona uzattım. ‘Adam yanı bâşıma çömeldi. Kara deriliydi. Yün yumağı gibi kıvırcık saçları olan bu zenci, üzerindeki kaba don dışında çıplaktı. Dirseklerim üzerine doğrularak yassı yüzünü, donuk gözlerini, geniş burnunu, kaim dudaklarını ve siyahtan çok koyu gri olan ve tozla kaplanmışçasına kuru olan tenini inceledim. Önce Portekizceyi deneyerek, “Agua” dedim. Bir yandan da içme işareti yapıyordum. Hiç yanıt vermedi. Bana, dalgaların sürükleyip sahile attığı ve bir süre sonra soluğu kesilip yenmek üzere kesilecek bir yunus ya da fok balığıymışım gibi bakıyordu. Yanında bir mızrak vardı. Bir talihsizlik eseri ayak basmamam gereken bir adaya düştüğümü düşünerek umutsuzca kendimi yere bıraktım. Yamyamların arasına düştüğümü sanıyordum. ‘Uzandı ve elinin tersi ile koluma dokundu. Etimi yokluyor diye düşündüm. Ama soluk alıp verişlerim giderek yavaşladı ve sakinleştim. Sıcakta balık ve koyun yünü gibi kokuyordu. ‘Sonra sonsuza kadar böyle kalamayacağımız için tekrar kalkıp oturdum. Su içme isteğimi belirten hareketler yapmaya başladım. Sabahtan beri kürek çekiyordum ve bir önceki geceden bu yana su içmemiştim. Bana su verdikten sonra isterse beni öldürsün, umrumda bile değildi. ‘Zenci ayağa kalktı ve onu izlemem için işaret etti. Her yanım sızlayarak kum tepecikleri ve daha sonra adanın içlerine doğru kaybolan patika yokuş boyunca onu izledim. Ancak tırmanmaya henüz başlamıştık ki, keskin bir acı duydum ve topuğumdan uzun siyah uçlu bir diken çıkardım. Ovduğum halde topuğum hemen şişti. Acıdan topallamaya başladım. Zenci beni taşıyabileceğini göstererek sırtını işaret etti. Önerisini kabul etmede duraksadım çünkü ufak tefek bir adamdı. Boyu benden kısa olmalıydı. Ancak başka çarem yoktu. Böylece biraz sekerek, biraz onun sırtında iç etekliğim toplanmış, çenem kıvırcık saçlarına gömülü olarak tepeye tırmanmaya devam ettim. Ona karşı duyduğum korku bir garip ters kucaklaşma ile biraz hafiflemişti. Ayağını bastığı yere hiç dikkat etmediğini farkettim. Benim derimi parçalayan diken demetleri onun tabanları altında eziliyordu. ‘Seyyah öyküleri ile yetişmiş olan okuyucular için ıssız ada kelimesi, yumuşacık kumları, aralarında kazazedelerin susuzluğunu giderecek derelerin aktığı gölgelikli ağaçları, bu talihsiz yolcuların ellerine düşen olgun meyvaları ve onlardan, onları evlerine kadar götürecek olan gemi gelene kadar geçen günler boyunca beklemek dışında bir şey istenmeyen bir yeri çağrıştırır. Ama benim üzerinde bulunduğum ada çok farklı bir yerdi. ‘Ada, üç yönde denize dik inen yalçın kayalarla çevrili üstünde bir düzlük alan olan yüksekçe bir tepeydi. Bitki örtüsü, yazın çiçek vermediği gibi kışın da yapraklarını dökmeyen donuk renkli çalılıklardan oluşuyordu. Adanın açıklarında kahverengi deniz yosunu yatakları vardı. Dalgalar tarafından kıyıya sürüklenen ve sahile vuran yosun tabakaları çevreye rahatsız edici bir leş kokusu yayıyor ve iri pire sürülerini besliyordu. Her tarafta Bahya’da gördüğümüz türden telaş içinde koşuşan karıncalar vardı. Kum tepeceklerinin altında yaşayan bir başka haşere türü de ayak parmaklarınızın arasına gizlenir ve yavaş yavaş derinizin altına girerdi. Cuma’nın kalın derisi bile bu böceğe karşı savunmasız kalmıştı. Ayaklarındaki çatlaklardan kanayan ince yaraları görünüyordu. O ise bunları hiç önemsemiyordu. Adada hiç yılan görmedim. Ama güneşin yakıcı sıcaklığında ısınmak için ortaya çıkan kertenkeleleri gördüm. Bir kısmı küçük ve çevikti. Bazıları ise iri ve hantaldı. Tehlike içinde olduklarını hissettiklerinde solungaçlarındaki mavimtrak kırmalar açılıyor, ıslık sesi çıkarıp keskin bakışlarla etrafı süzüyorlardı Bunlardan birini bir torba içinde yakalamış ve sinekle besleyerek evcilleştirmeye çalışmıştım. Ama nedense ölü eti yemiyordu. Sonunda onu salıverdim. Adada ayrıca maymunlar (onlardan daha sonra sık sık söz edeceğim) ve kuşlar da vardı. Serçe sürülerinden başka (onları bu adla çağırıyordum. Gün boyunca bir çalılıktan öbürüne neşeyle cıvıldaşarak uçuşuyorlardı.) denizin üzerindeki kayalık yamaçlarda martı, sümsük kuşları, karabataklar büyük sürüler halinde yaşıyorlardı. Dökülen pislikleriyle kayalar bembeyaz bir örtüye kavuşmuştu. Denizde ise, yunuslar, ayıbalıkları ve daha bir sürü balık türü yaşıyordu. Bu yüzden, eğer benim için yalnızca hayvanların varlığı yeterli olsaydı, bu adada çok da mutlu bir yaşam sürmem mümkün olabilirdi. Ama insan sesi ve konuşmasının zenginliğine alışmış olan biri, cıvıltılar, çığlıklar, inlemeler ve rüzgârın uğultusu ile tatmin olabilir mi, daha doğrusu yetinebilir mi? ‘Sonunda tırmanışımızı tamamladık ve hamalım soluklanmak üzere durakladı. Kendimi kampa benzer bir yerleşimden çok uzak olmayan düz bir alanda buldum. Biraz ilerde bir yerleşim noktası görünüyordu. Her yanımız ışıltılı denizle çevrelenmişti. Beni terkeden gemi doğu yönüne doğru tüm yelkenlerini fora etmiş uzaklaşıyordu. ‘Benim tek düşüncem suydu. Su içebildiğim sürece beni nasıl bir sonun beklediği umurumda bile değildi. Kampın girişinde yanık tenli esmer, uzun sakallı bir adam duruyordu. Elimle işaretler yaparak, “Agua” dedim. Zenciye eliyle işaret etti. Bir Avrupalı ile konuştuğumu farkettim. “Fala İnglez?” diye sordum. Bunu Brezilya’da öğrenmiştim. Başıyla tasdik etti. Zenci bir tas içinde su getirdi. İçtim, biraz daha getirdi. Bu, içtiğim en tatlı suydu. ‘Yabancının gözleri yeşildi. Saçları güneşten açılmış saman rengine dönmüştü. Yaklaşık altmış yaşlarındaydı. Üzerinde eski deri bir yelek vardı. (Onu baştan sona iyice tarif etmeme izin verin) Şu Thames’de denizcilerin giydiği türden dizlerinin altına kadar uzanan paçalı bir don ve konik biçiminde yükselen uzun sivri bir başlık giyiyordu. Bunların hepsi birbirine eklenmiş hayvan postlarından yapılmıştı. Ayaklarında kalın bir çift sandalet vardı. Kemerinde kısa bir sopa ve bir bıçak taşıyordu. Aklıma ilk gelen onun bir isyana olduğuydu. Ancak bu adam insaflı bir kaptan tarafından adanın yerlilerinden biriyle birlikte bu adaya bırakılmıştı. O da yerliyi uşağı olarak kullanıyordu. “Benim Adım Susan Barton,” dedim, “Şu uzaklaşan geminin mürettebatı tarafından dalgaların ortasına bırakıldım. Kendi kaptanlarını öldürüp beni de gemiden attılar. Gemide karşı karşıya kaldığım tüm korkunç saldırılar ve hakaretler karşısında ve ayaklarımın ucunda gözünde bir manivela kolu saplı olarak ölü yatan kaptanla deniz üzerinde geçirdiğim umutsuz saatler boyunca bir damla gözyaşı: dökmemişken, anda birden katıla katıla ağlamaya başladım. Şişmiş olan ayağımı ellerimin arasına alarak çıplak toprağın üzerine oturdum.; Öne arkaya doğru sallanarak bir çocuk gibi hıçkırarak ağladım. Yabana (yani demin size söz ettiğim Cruso) bana, talihsiz bir hemcinsine değil de, dalgaların sahile fırlatıp attığı bir balığa bakar gibi bakıyordu. ‘Size Cruso’nu nasıl giyindiğini anlattım. Şimdi biraz da nasıl bir yerde yaşadığını anlatayım. ‘Tepenin ortasındaki düzlükte bir ev yüksekliğinde bir kayalar kümesi Vardı. Bu kayaların ikisinin oluşturduğu açı içine Cruso, sırık ve kamışlarla bir kulübe yapmıştı. Kamışlar sırıkların arasından geçirilerek ustaca örülmüş ve kulübenin tavanı ve duvarlarını oluşturmuşlardı. Deri menteşeler üzerinde açılıp kapanan kapı ve çitler de bu yerleşim yerinin sınırlarını çizmişler ve Cruso’nun şato olarak tanımladığı üçgen araziyi tamamlamışlardı. Çitin içinde maymunların saldırısından uzak korunma altında yabani acı salata yetiştiriliyordu. Bu salata, balık ve kuş yumurtaları ile birlikte, daha sonra öğreneceğiniz üzere, adadaki tek yemek listemizi oluşturuyordu. ‘Kulübedeki tek eşya Cruso’nun dar yatağıydı. Cuma saçakların altına serdiği bir hasır üzerinde yatıyordu. ‘Sonunda gözyaşlarını silerek Cruso’dan ayağımdaki dikeni çıkarabilmek için iğneye benzer bir şey istedim. Bana balık kemiğinden yapılmış, geniş kenarı nasıl açıldığını anlamadığım bir biçimde delinmiş bir iğne uzattı. Ben dikeni çıkartırken sessizce beni seyretti. “Size başımdan geçenleri anlatayım. Eminim kim olduğumu ve nasıl olup da burada olduğumu merak ediyorsunuzdur.” dedim. “Adım Susan Barton. Tek başına yaşayan bir kadınım. Babam Flandra’daki zulümden İngiltere’ye kaçan bir Fransızdı. Asıl adı Berton’u ama yabancıların ağzında değişerek Bartön’a dönüştü. Annem ingilizdi. : ‘ “İki yıl önce tek kızım nakliye işi yapan komisyoncu bir İngiliz tarafından Yeni Dünya’ya kaçırıldı ve satıldı. Onu bulabilmek umuduyla peşinden gittim. Bahia’ya vardığımda önce inkârla, arayışlarımı ısrarla sürdürdüğümde de kabalık ve tehditle karşı karşıya kaldım. Krallığın resmi görevlileri bu sorunu İngilizlerin kendi aralarında çözmeleri gerektiğini söyleyerek işin içinden sıyrıldılar. Pansiyonlarda kaldığım sürece dikiş dikerek kızımı aramayı sürdürdüm ve bekledim. Bekledim. Ama kızımdan hiç bir haber alamadım. Sonunda umudumu yitirerek ve varımı yoğumu tüketerek Lizbon’a gitmek üzere yola çıkan bir ticaret gemisine bindim. ' “O zamana kadar başıma gelenler yetmezmiş gibi, limandan ayrıldıktan on gün sonra mürettebat ayaklandı. Kaptan köşküne saldırarak, hayatını bağışlamaları için yalvardığı halde kaptanı öldürdüler. Kendileri ile birlikte hareket etmeyen arkadaşlarını zincire vurdular. Beni kaptanın cesedi ile birlikte bir sandala bindirerek denize salıverdiler. Beni neden gemiden attıklarını bilmiyorum. Ama namusuna saldırarak aşağıladığımız kişilerden bir süre sonra nefret etmeye başladığımızı ve onlarla gözgöze gelmekten kaçındığımızı, onların varlığını unutmaya çalıştığımızı biliyorum. İnsan yüreği karanlık bir ormana benzermiş. Brezilya’ da böyle diyorlardı. “Belki şansım döndüğü için, belki de isyan hareketi öyle gerektirdiği için, bu adanın yakınlarında gemiden atıldım. Güvertedeki gemici, “Remos” diye bağırdı. Küreklere asılmamı işaret Ama dehşetle titriyordum. Onlar benimle alay edip eğlenirken rüzgâr çıkana kadar dalgaların üzerinde yavaş yavaş açığa sürüklendim.

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.