Birinci Bölüm 1 İÇİMDEKİ karamsarlık belki de havadandı; üç günden beri durmaksızın yağan yağmur nedeniyle hafakanlar basıyordu ruhumu. Hızlı adımlarla yürüyordum sahil yolunda. Sırılsıklam ıslanmıştım, ama hiç umurumda değildi, saçlarım birbirine yapışmıştı, yağmur damlacıkları uzayan sakalımdan tanecikler halinde süzülüyordu, ince yağmurluğum su geçirmeye başlamış, giysilerim içimdeki atlete kadar ıslanmıştı. Karayelden, tam karşımdan esen sert rüzgâr içime işliyordu ve ben kaç saatten beri bu halde, sokaklarda, başıboş, serseri bir mayın gibi dolaştığımın farkında dahi değildim. Bu mevsim, hele yağış ve rüzgâr karayelden ise, soğuk dondurucu olurdu Arnavutköy'de. Deniz kenarındaki kaldırımda durdum birden. Yağmur altında ıslanan yalnız ben değildim. Biri yaşlı, biri genç iki gariban, ya da balık tutma hastalığına tutulmuş iki amatör, ellerindeki oltaları denize sallandırmış o geceki nafakalarını temine çalışıyorlardı. Sanki ilk defa farkına varıyormuş gibi hayretle irkildim. Boğaz çocuğu olmama rağmen, hayatımda hiç balık tutmaya niyetlenmemiştim. Bu zevki kavrayamazdım bir türlü. Doğma büyüme Arnavutköylü'yümdür, yani Mega Revmalı. Buraya semtte yaşayan eski Rumlar böyle derlerdi, ama şimdi bu ismi kullanan semt sakini pek kalmamıştı. Yaşlı balıkçıya doğru yaklaştım biraz. Sırtında sarı bir yağmurluk vardı, oltayı tutan parmakları soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. Yandan yüzünü görmeye çalıştım; herhalde yetmişini aşmış olmalıydı. Öylesine işine dalmış, kendinden geçmişti ki varlığımı hissetmedi bile. "Rasgele!" dedim. Yüzüme bakmadan, "Eyvallah" diye karşılık verdi. Yüzünün derisi kırış kırış, çatlaklar ve rüzgârın oluşturduğu mor harelerle kaplıydı. Biraz daha yaklaştım yanına. Sanki onu tanıyor gibiydim, dikkatle bir kere daha baktım profiline. Fakat kafam o kadar dağınıktı ki, çıkarmamın, bana aşina gelen o yüzü bulanık anılarımın arasından çekip almamın imkânı yok gibi geldi. Zorladım kendimi, ama nafile; hatırlayamıyordum. Adamı hatırlamam, kim olduğunu çıkarmam önemli miydi? Hayır, kesinlikle değildi. Hatta yanında o kadar durmam bile. Yürüyüp gitmeliydim, ama yapamadım, az gerisinde bekleyip, adamın yeni bir balık daha tutmasını seyre devam ettim anlamsızca. Islanıyor ve üşüyordum. O an bana garip bir şey oldu. Konuşmak istediğimi sezinledim. Oysa üç gündür, belki de daha fazla bir süredir tek bir Allah'ın kuluna kelam etmemiştim. Bu gariban balıkçıda beni çeken bir şey vardı. Duruyor ve bekliyordum. Neyi beklediğimi bilmeden. Adam bir kerecik olsun, merak saikiyle bile başını çevirip bakmamıştı bana. Eski blucini sırılsıklamdı. Partal botları da su alıyor olmalıydı. Onu tanıdığıma emindim. Ama nereden? Başına geçirdiği beyzbol kepinin yanlarından yaşına göre oldukça gür ak saçları görünüyordu. Uzun zamandır tıraş olmadığı, ensesindeki uzayan saçlardan belliydi, yüzündeki sakal da en az benimki kadar, yani üç dört günlüktü. Emekli bir memurdu belki. Ya da ahir ömrünü nasıl geçireceğini bilmeyen, bol vakti olan semt esnaflarından biri ya da çevreye tamamen yabancı, balık uğruna uzaklardan günübirlik gelip burayı seçmiş rasgele bir ihtiyar. Ama onu tanıdığıma emindim. En azından daha evvel bir yerlerden görmüşlüğüm vardı. Lanet hafızam çıkaramıyordu bir türlü... Yoksa yanılıyor muydum? Adam bana çok ilgisiz davranmıştı. Tanıdık veya göz aşinası olsa, bana bir merhaba demez ya da en azından gülümsemez miydi? Yanılıyordum tabii, yine simaları, çevremdeki kişileri karıştırıyor, yüz yüze geldiğim insanları tanıdığım gafletine kapılıyordum. Bu ilk değildi; özellikle şu sıralar bu his daha da yoğunlaşmıştı içimde. Beynimin oyunuydu. Aşırı yorgunluktan... Epeydir içki de içmiyordum, neden alkol olamazdı. Anımsamaya çalıştım, son üç gündür ağzıma bir dirhem içki girmemişti. Dayının Yeri'ne uzun zamandır uğramamıştım, yanılmıyorsam evdeki son şarap şişesini de pazartesi gecesi bitirmiştim. Bugünün günlerden hangisi olduğunu bulmaya çalıştım. Perşembe veya cuma olmalıydı; öyle ya, bu bitmek tükenmek bilmeyen şekilde yağan yağmurla salı sabahı karşılaşmamış mıydım? Emin değildim, ama öyle sanıyordum. Sanki yağmur hızını daha da artırmıştı. Yüzümü sıvazlayıp su damlacıklarını sildim. Uzaklaşmak istiyordum oradan. Fakat nedense burada beni çeken bir şey vardı, içimden bir his bunun ihtiyar balıkçı olduğunu söylüyordu bana. Derin derin nefes aldım. Havanın oksijenini çekerken ciğerlerim yanar gibi oldu. Güçsüz olmam gerekiyordu, ama içimde inanılmaz bir enerjinin varlığını duyumsuyordum. Ne yapacağımı bilemeden orada durmaya devam ediyordum. Deniz trafiği her zamanki gibi hareketliydi. Az ilerimden bir kuru yük şilebi Akıntıburnu'nun hareketli sularından geçiyordu. Boş gözlerle bakıyordum geminin suları yararken çıkardığı dalgalara. Kıpır kıpırdı içim. Tarifinde acze düştüğüm bir ruhsal durum; bilmediğim, anlamadığım bir heyecan, ümit ve şevk dalgası kaplıyordu benliğimi. Uzun süredir hasretini çektiğim ruh haletime dönüşümün müjdesi sanki. Aslında pek yabancısı olduğum bir durum sayılmazdı bu; geçirdiğim her bunalımdan sonra birden, hiç ummadığım bir anda sıyrılırdım o bezdirici kâbustan. Belki yine aynı şey oluyordu, ama genellikle o durumlardan uzun bir gecenin ve istirahatın sonunda sıyrılırdım. Oysa şimdi yağmur altında ve üç günlük kısa sayılacak bir devrenin nihayetinde kurtulmak üzere olduğumu hissediyordum. Galiba bu kez bunalım sürem kısa olacaktı. Yeniden o yaşlı balıkçıya baktım. Sanki tılsım o adamdaydı. Beni yeniden huzura ve dinginliğime kavuşturacak kişi oydu. Bunun saçma bir faraziye olduğunu biliyordum tabii; ruhsal durumumun o kişiyle hiçbir alakası olamazdı, bunu bilmeme rağmen beni ona çeken bir gücün varlığını da inkâr edemezdim. Adama biraz daha yaklaştım. "Nasıl gidiyor?" dedim. Anlamsız bir soruydu tabii. Ama adam ilk defa bakışlarını bana çevirdi, bir süre gözlerimin içine baktı sessizce. İçimdeki elektriklenme daha da arttı. Bu yaşlı amatör balıkçıyı tanıyordum, mutlaka tanıyordum, beni ona çeken bir şey vardı, ama ne, bir türlü çıkaramıyordum. "İyi," diye mırıldandı. "Deniz her zaman bereketlidir. Bana nafakamı verir." Sesi gür ve yaşından umulmayacak kadar da sertti. Yan tarafta duran deniz suyu ile doldurulmuş kovasının içine bir göz attım. Çırpınan bir istavritten başka bir şey yoktu henüz içinde. "Bugünün bereketli geçeceğine emin misin?" dedim. "Tanrı'dan ümit kesilmez. Sabırlı olmayı bilmek gerekir," diye karşılık verdi. İster istemez gülümsedim. Dudaklarımda alaycı, adamın tevekkülüne isyan eden bir gülücüğün oluştuğunu biliyordum. Tanrı'dan ümit kesilmeyeceği dillere pelesenk olmuş bir laftı, ama ben pek inanmazdım. Tanrı beni çoktan unutmuştu ve ben uzun zamandan beri artık ona bel bağlamıyordum. Tebessümüm gözünden kaçmamıştı. Manidar bir şekilde süzdü beni. "İnanmadın mı?" Boş kovayı işaret ettim. "Bu gidişle çok sabırlı olman gerekecek," diye mırıldandım. "Sabırlıyımdır. İnsanoğlu beklemeyi bilmeli." Yaşlı balıkçı filozofça laf etmeyi seviyordu galiba. Donuk mavi gözlerinin içine bakarak sordum: "Yüzün hiç yabancı gelmiyor bana, daha evvel karşılaşmış mıydık?" "Sanmıyorum," dedi. "Buralı mısın?" "Buradan kastın nedir evlat?" "Yani Arnavutköylü müsün?" Sanki cevaplaması zor bir soru sormuşum gibi uzun uzun düşündü. Neden sonra ağır ağır başını salladı. "Evet, öyle sayılır," diye karşılık verdi. "Sayılır da ne demek? Ya buralısındır ya da değilsindir," dedim. "Merak ediyorsan söyleyeyim. Yetmiş dört sene evvel Arnavutköy'de doğdum." "Tahmin etmiştim. Seni gözüm ısırıyor, daha evvel görmüşlüğüm var. Ben de doğma büyüme buralıyım." "Öyle mi?" diye mırıldandı isteksizce. "Ama ben seni tanımıyorum." Hâlâ anımsamaya çalışıyordum. "Olabilir," dedim. "Buranın esnafından mısın?" Düşündü bir an, sonra, "Hayır, sarrafım ben," diye karşılık verdi. "Sarraf mı? Ne sarrafı?" O donuk mavi gözlerindeki delici bakışları ilk defa o zaman yakaladım. Hafif müstehzi, sanki ruhumun derinliklerini okur gibi bakıyordu ıslak yüzüme. "İnsan sarrafı." Böyle bir cevap beklemiyordum, ama ilgim daha da artmıştı. Kısa bir şaşkınlık geçirdiğimi anlarcasına devam etti: "Derdin nedir evlat? Birine içini mi dökmek istiyorsun?" Durakladım. Garip bir durum olduğunu tahmin etmeliydim. Üç günden beri devam eden geçici bunalımımdan kurtulmak üzere olduğumun farkındaydım, ama bu alıştığım ve her zaman olagelen sıyrılma ortamı değildi. Bu kez farklı bir şey oluyordu. Uykusuzluk ve yorgunluğumun devam etmesine karşın kendimi zinde ve dinç hissediyordum, en ilginci ise yaşlı adama duyduğum ilgi ve onunla konuşmak arzusuydu. Bunun hiçbir anlamı yoktu ve neden böyle bir istek duyduğumu hâlâ anlamıyordum. Yüzüne bakakaldım. "Aşık mısın?" Bu defa ürperdim. Adam ruhumu okuyordu sanki. Adamda bir gariplik vardı. Beni kendisine çeken mıknatıs misali esrarengiz bir güç... Yağmur altındaki yürüyüşümü neden birden kesip onunla ilgilenmeye başladığımı düşündüm. Hiçbir açıklama gelmiyordu aklıma. Ayrıca geçici bunalımlarım sırasında kimseyle konuşmak istemez, kabuğuma çekilir, yaşamdan kopardım. Bazen evden hiç çıkmaz, bazen de saat ve zaman kavramını unutarak tıpkı bugün yaptığım gibi sokaklarda başıboş, serseri köpekler gibi dolaşır dururdum, ta ki yorgunluktan ayaklarım beni çekmeyinceye kadar. "Neden cevap vermiyorsun? İsteğin dertleşmek değil mi?" Tasdik anlamında başımı salladım bilinçsizce. "Âşıksın değil mi?" "Evet," diye fısıldadım. Beni tepeden tırnağa süzdü. Hatları derinleşmiş, yaşlılık kırışıklıklarının çevrelediği yüzünde anlayışlı ve sevecen bir ifade oluşmuştu, ya da bana öyle geliyordu. "Tam adamını buldun," dedi. "İyi bir dinleyiciyimdir." Bilinçsiz davranışlarıma rağmen hâlâ beynimin bir köşesindeki mantığımın son zerrecikleri yaptığım anlamsız girişimi sorgular gibiydi. Yabancısı olduğum balıkçıya ne anlatacaktım? Hayat hikâyemi mi, ruhumdaki acıyı mı, kadere küskünlüğümü mü, yoksa tedaviyi gerektirecek kadar ilerlemiş hastalığımı mı? Mantığımla içgüdülerim çatışmaya başladı birden. Daha sağlıklı düşünmek zorunda olduğumu biliyordum; aklı başında olan her insan, herhalde durmaz, kaçarak uzaklaşırdı bu durumdan. Ne var ki benim aklım başımda değildi ve içimdeki balıkçıyla yakınlaşmak isteği gittikçe dozunu artırarak yoğunlaşıyordu. "Acaba... " diye mırıldandım. "Tamam, tamam," dedi. "Bir dakika izin ver de takımları toplayayım." Hiç sesimi çıkaramadım. Yerime çakılı öylece bekledim. Yaşlı adam oltasını aldı, içindeki canlı istavritin hâlâ çırpındığı kovadaki suyu denize boşalttı, malzemelerini eline alıp yüzüme baktı. "Nereye gideceğiz?" Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Hiçbir fikrim yoktu. Saatten ve zamandan da. Açlığımı ve susuzluğumu yeni yeni hissetmeye başlıyordum, içki içmeliydim. İçimdeki harareti ancak içki söndürebilirdi. Kurgulu bir makine gibi fısıldadım. "Dayının Yeri'ne." "Hadi, gidelim," dedi balıkçı. İnanılmaz bir davranıştı, ama yaşlı adam kırk yıllık baba dostummuş gibi koluma girmiş ve beni adeta sürükleyerek o eski Rum meyhanesine doğru yürütmeye başlamıştı. İçerisi sıcak ve sigara dumanıyla kaplıydı. Bir an boğulur gibi oldum. Oysa ortam iki senedir en aşina olduğum mekânlardan biriydi. Sık sık gelirdim buraya. Bugün pek kalabalık da sayılmazdı. Hatta ufak meyhanenin cam önünde denize bakan üç masası da boştu. Neden sonra irkilerek saate bir göz attım. Daha sabahın on biriydi, ama
Description: