DELİORMAN’IN KOCA ÇINARI AHMET HEZARFEN’İN ARDINDAN Ayhan AYDIN ÖZET Aşağıdaki çalışmada; Bulgaristan’da ve özellikle Deliorman Bölgesi üzerine yaptığı çalışmalarla; Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nden yaptığı çevirileriyle tanınan ve birçok kurum ve kuruluşa araştırmacı kimliğiyle katkıda bulunmaya çalışmış değerli bir araştırmacı-yazar olan Ahmet Hezarfen’in yaşamından, görüş ve düşüncelerinden, çalışmalarından bir kesit sunulmaya çalışılmıştır. Yazarın kişiliği, kimliği ve çalışmalarının aktarıldığı genel bir değerlendirme girişinden sonra; onunla yaptığımız söyleşide, çocukluk ve ilk gençlik yılları, eğitim dönemleri, doğup büyüdüğü yöreyle ilgili izlenimleri, özellikle kendi köyü olan Yunus Abdal Köyü’yle ilgili bilgilerine yer verilmiştir. Yine aynı zamanda yazarın kendisinden Bulgaristan Türklüğüyle ilgili kimi sosyolojik bilgileri, Deliorman’daki yaşamı, Bulgaristan’da o dönemdeki Türklerin eğitim sistemi ile ilgili bilgileri almış oluyoruz. ABSTRACT In this study, is presented a part of the life, views, ideas and works of Ahmet Hezarfen, an estimable researcher-writer, who is well- known for his studies on Bulgaria and Deliorman Region, for his translations in the Ottoman Archieves of the Prime Ministry, and for his contributions, as a researcher, to a number of foundations and institutions. After a general introduction where Ahmet Hezarfen’s identity and works are presented, information on his childhood and teenage years, education process, his opinions about where he was born and grew up, the information related to his own village Yunus Abdal are presented during our talk. Throughout this talk we also receive sociologic data related to Bulgaria Turkishness, his life in Deliorman, about the Turkish education system in that period. Anahtar Kelimeler: Ahmet Hezarfen, Deliorman, Yunus Abdal Köyü, Bilezer, Zakir. Key Words: Ahmet Hezarfen, Deliorman, Yunus Abdal Village, Bilezer, Zakir. Giriş Deliorman’dan Türk bilgesi olarak önümüzü aydınlatan bir büyük isimdir, Ahmet Hezarfen. Tüm yaşamı boyunca ilke edindiği değerlerinden ödün vermeden sürekli üretmiş önemli bir kültür adamı olan Ahmet Hezarfen, tam bir canlı tarihti. Yaşadıklarını, okuduklarını, tüm anılarını beyninde hemen hiç bir ayrıntıyı unutmadan muhafaza edebilme yeteneğine sahip olan Ahmet Hezarfen, bir devrin, bir dönemin insanıdır. Deliorman’ın kalbindeki şehir olan Razgrat’a bağlı Yunus Abdal (Yonkovo) Köyü’nde 1920’de başlayan hayat serüveni; dünyanın belki de en güzel şehri olan İstanbul’da, Anadolu Hisarı, Küçüksu’da 27 Mayıs 2005 Cuma günü son bulurken türlü haksızlıklara, anlamsız acılara maruz kalan geçmişiyle ve bir nevi de ilgisizlik nedeniyle, biraz da buruk olarak sevenlerini yalnız bırakarak ayrıldı bu fani dünyadan Ahmet Hezarfen. Şimdi sadece lafta ve kitaplarda, deyişlerde, sazların nağmelerinde kalan; örnek bir insan, karıncayı bile incitmeyen, hiçbir zaman elin gıybetini yapmayan, tam bir Alevi-Bektaşi, insan-i kamil olarak sonsuzluk alemine giderken o; arkasında nankörlerin inkârları dışında kimsenin görmezlikten gelemeyeceği önemli bir hazine, önemli bir miras bıraktı insanlığa, Türklüğe. Seksen altı yıllık yaşamı boyunca bir gecekonduya sahip olabilmişti maddi varlık olarak. Büyük yokluklar içinde doğdu, büyüdü, yine yokluklar içinde öldü. Onu gerçek anlamıyla tanıyan dostlarının, sevenlerinin çok iyi bildikleri gibiyse, eşi bulunmaz örnek bir insan olarak ışıklar arasına karıştı. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Ahmet Hezarfen, öğrencilik yıllarındayken de okumaya, araştırmaya çok meraklıydı. Türklük ve insanlık bilincini damarlarına kadar hissetmiş; Alevi-Bektaşi inanç ve kültür dünyasının zenginliklerini çevresinden çok iyi almış; dünyayı, yaşamı realist bir şekilde algılayarak hem bilgi ve hem belge toplamaya çok erken başlamıştır. Türk ve dünya tarihine ilgisi çok yoğun olmuş, bunu en sevdiği uğraş olarak hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir. Not tutmaya ve günce yapmaya merakı, her olayı günü gününe not etmesini sağlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki tüm gelişmeleri, bu savaşla ilgili anılarını hep kaydetmiştir; hem kâğıtlara hem de silinmez olarak Tanrı’nın ona lütfettiği, benzersiz hafızasına. Çevresindeki her şeyi bir bilgisayar ya da kamera gibi izleyip hafızasına kaydederken bununla da yetinmemiş; görünenin dışındaki gerçekleri de özellikle tarihî ve sosyal-siyasal açıdan irdelemek istemiştir. Dışarıdan bakan, onu fazla tanımayan birisi, onu hiç konuşkan olmayan, belki de fazla bir şey bilmeyen, söyleyecek fazla bir şeyi olmayan biri olarak tanımlayabilir, onun mesafeli duruşunu yanlış yorumlayabilirdi. Halbuki onun o kadar çok söyleyecek, anlatacak şeyi vardı ki! Çok acılar çekmişti. Çok yokluklar görmüştü ama hiçbir zaman yaşama aşkını ve sevgisini kaybetmemişti. Kendisi toplumcu bir kişiliğe ve devrimci bir dünya görüşüne sahipti. Nihayetinde Türkiye’ye geldikten sonra eşitlikten, özgürlükten, doğruluktan yana bir dünya görüşü benimsediği samimi duyguları onun aleyhine kullanıldığı için çok acılar çekmiş; mesleğinden, ekmeğinden, aşından olmuştur. Ama o buna da direnmiş, ekmeğini taştan çıkararak, her zaman övünç duyduğu çiftçiliği ve işçiliği sayesinde geçimini sağlamıştır. Çok sevdiği öğretmenlikten emekli olduktan sonra Şumnu Nüvvap Okulu’nda edindiği ve hiç bir zaman unutmadığı önemli bir yeteneğini tekrar canlandırıp son yirmi yılda Osmanlıca belgeler üzerinde çalışmıştır. İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinden aldığı ve önemli bir kısmını çevirdiği binlerce belgeyle; özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve iktisadî yapısına ilişkin tarihçi ve araştırmacıların yeni yorumlarda bulunabilecekleri bir envanterin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki esnaf ve zanaatkârlara, sanatkârlara, ırgatlara, köylülere, işçilere ilişkin bin civarında belge çevirmiş; bu insanların devletle ve kendi aralarındaki ilişkileri gözler önüne sermiştir. Ama çevirdiği bu belgelerin çok önemli bir kısmı hâlâ yayımlanmayı beklemektedir. Bir dönem halkın korkulu rüyası olan Ayan ve Eşkiyalar’la ilgili çevirdiği yüzlerce belgeyle (ki bunlardan bir kısmı iki kitap olarak Kaynak Yayınlarından çıkmıştır, iki tanesi de yine aynı yayınevinde yayın aşamasındadır) hem Osmanlı İmparatorluğunda, hem Anadolu’da hem Balkanlar’daki toplumsal huzursuzlukların ana kaynaklarına inilmesi konusunda bize yardımcı olmuştur. Şüphesiz onun en önemli hizmetlerinden birisi de Alevilik-Bektaşilik konusunda Osmanlı Arşiv Belgelerinden yaptığı çok değerli çevirilerdir. Ahmet Hezarfen, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar Mühimme, İrade gibi defterlerden, fermanlar, hüccetler, beratlara kadar çok değişik boyuttaki belge üzerinden Alevilik-Bektaşilik hakkında belge çevirmiştir. Bunların bir kısmı yayımlanmıştır. Ahmet Hezarfen aynı zamanda iyi bir derlemeciydi. Yöresindeki tüm inanç ve kültür öğelerini derlemeye çalışmıştı. Bu konuda hâlâ yayımlanmayı bekleyen birçok çalışması vardır. Bir diğer değerli çalışması da halkbilim açısından da önemli olabilecek Civan Aliş Destanı’dır. Türkiye’de Alişimin Gözleri Kara türküsüyle anılan ve mazisi çok eski olmasa da, yüz/yüz elli yıllık bir geçmişe sahip Deliorman kökenli Civan Aliş anlatısı, yöreyle ilgili bilgileri bize taşıması açısından önemlidir. Ahmet Hezarfen kendi yöresinde söylenen türküleri, nefesleri, mânileri de derlemiştir. Deliorman, Razgart ve Yunus Abdal’la ilgili derlemeleri de vardır. Yaşamı, çalışmaları, anıları, görüş ve düşüncelerini kapsayan, tümüyle kendisiyle ilgili bir kitabın yayın aşamasındayken onu kaybetmek bizi ayrıca üzmüştür. Ahmet Bey’le on yıllık tanışıklığımız içinde yaptığım söyleşilerde ve hemen her hafta evinde yaptığım sohbetlerde, yaklaşık kırk saatlik görüntü ve ses kaydı yoluyla bu büyük değerin görüş ve düşüncelerini kaydettim. Bu tür görüşmeleri, bilgi kayıtlarını ve böyle değerli insanlardan yararlanmayı bütün Alevi-Bektaşi kurumlarının sistemli bir şekilde yapmasının herkes için yararlı olacağı kanaatindeyim. Ahmet Hezarfenle yaptığımız aşağıdaki söyleşide daha çok onun çocukluk, gençlik yılları; öğrenim hayatı, ilk öğretmenlik yılları ve Bulgaristan’da yaşadığı değişik yerler hakkında bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilerden o yörelerin sosyoekonomik durumu hakkında da bilgi ediniyoruz. Söyleşi1 Sizin bir çok özelliğiniz yanında bir de Esperanto dilini bilmeniz var. Bu dil üzerinde duralım mı? Ben Esperanto dilini öğrenmeye Bulgaristan’da askerliğimi yaparken bir subay sayesinde başladım. Daha doğrusu, sosyalist devrim Esperanto’ya kapı açtı. Bazı sosyalist ileri gelenlerinin birçok mesajı Esperanto dilinde idi. O zaman başladım öğrenmeye ve sonra da devam ettim. Benim tanıdığım asıl Esperantocu, Violetta Nikson adında bir İngiliz kadındır. O, Esperanto derneklerine benim adresimi vermiş. O zamanlar bana bol miktarda yazı, mektup gelirdi. Bunlar gelirken, bu arada İsrail’den Bahailik için kitaplar da gelmeye başladı. Neyse, Bahailik hakkında bilgi ediniyordum. Güney Afrika’dan bilhassa Amerika Birleşik Devletlerinden de Bahailik hakkında bilgi istediler. Bu, çeşitli dinlerden; yani Hristiyanlıktan, Yahudilikten, Müslümanlıktan oluşuyor. Fakat Bektaşilik ondan daha doktrinli bir felsefe. Ben onlara cevap yazıyorum. Benden onlara Bektaşiliği tanıtmamı, doktrinlerini anlatmamı istediler. Fakat ben 1954-1955 yıllarında Esperanto’yu ilerletemediğim için geniş anlamda bir açıklama yapamıyordum. Hangi yıl buraya (Türkiye’ye) geldiniz? 1951’de geldim. O zamanlar dergiler, yazılar bulamıyordum. Isparta-Burdur bölgesinde Geresin, İğdecik, Baladız gibi Alevi-Bektaşi köylerine gidiyordum. Orada Bektaşilik üzerine kitaplar vardı fakat kaybolması endişesiyle vermek istemiyorlardı. Çünkü onlara uzak yerdeydim. Ancak oraya gidip inceliyordum. Bektaşilik daha köklü, daha oturmuş bir felsefe. Mesela Anadolu’da ve İran’da Mazdek (Zerdüşt) dini yaygın. Buda, Brahma, Konfiçyus karışımı. Asurlulardan, Babillerden de etkilenmişler. Fakat Balkanlarda, daha çok kuzeyden gelen insanlar var. Bunlar da hep Orta Asya’dan gelen Bulgarlar. Bulgarların tarihine baktığımda tarihçi Irene Melikoff’un yazılarında Tengri, Gök Tanrısı, Yer Tanrısı gibi kavramlar ve Şamanizm etkisi var. Balkanlara gelen kavimler daha sonra da bunu sürdürüyorlar. Yani hep Orta Asya’daki kültürün etkileri görülüyor. Daha sonra bu kavimler, Slavlarla karışıp Hristiyan olunca değişiyorlar. Fakat Hristiyan olmakla da bu bitmiyor. Çünkü, bu defa bunların karşısına Bogomiller çıkıyor. Bunlar Hristiyan olduğu hâlde aralarında bir çatışma çıkıyor. Bogomiller ile kıyasıya bir mücadele başlıyor. Ben bu konuda ileride çeviriler yapacağım. Çevirdiğimde göreceksiniz, Bogomillerin çoğunu diri diri yakmışlar. Hatta onların başkenti Tırnavu, gece yakılan insanların ışıklarıyla aydınlanırmış. Ortodoks Hristiyanlar, onları diri diri yakıyorlarmış. Uzatmayalım, tabi onlar da var güçle saldırıyorlar. Gidiyorlar, zenginlerin çiftliklerini yakıyorlar, mücadele ediyorlar. Bu durum, Sarı Saltuk müritleriyle gelene kadar sürüyor. Sarı Saltuk, Dobruca’da Deliorman’da, Balkanlar’da çalışmaya başlıyor. Bogomiller bakıyor ki kendi kültürlerindeki olduğu gibi onların da dört kapıları, On İki dedeleri gibi benzerlikler var. Derhal bunu kabul edip, Bektaşi olup çıkıyorlar. Bulgar tarihçileri diyor ki: “O zaman, Bogomillerin kilise ile iktidar ile işleri bitti. Daha sonra iktidar Türklere geçti. İçlerinde Hristiyan kalmayınca Balkanlarda bu mücadele bitti”. Bunların çoğu Bektaşi. Bulgar tarihçisi yine ekliyor: “Bektaşilik demokratik bir yapıydı. Gerek Ortodoksluk gerekse Sünnilik katı olduğu için, Bogomil halkı bunu benimsedi. Özellikle Balkanlar hızlı bir şekilde Türkleşti”. Rum kökenli bir profesör olan İbrahim Bey demiş ki: Bir Türk dinidir, Bektaşilik. Yalnız o kadarla değil. Yunanlıların da Bulgarlarla aynı fikirde olması nedeniyle Tesalya, Epir gibi bölgelerde Bektaşilik hızlı bir şekilde yayılır. Çünkü Türklerin tımar sistemi vardı. Tımar sadece Müslüman olanlara verilirdi. Bir dönem Yunanlıların elindeki çiftlikler, araziler Türklere verilmeye başlanınca baktılar ki bu zenginlikler ellerinden gidecek, hemen Müslüman oldular. Müslüman olurken de Bektaşiliği seçtiler. Onun için bugün Epir, Tesalya, Arnavutluk’tan Bosna- Hersek’e kadar olan alanda yaşayan çoğu kişi Bektaşidir. Siz dedeler toplantısı yaptığınız zaman bir dede; Türkçe konuşanlardır, Bektaşiler dedi. Böyle bir söz söyledi. Fakat, bugün Arnavutlarda Bektaşilik resmî bir mezhep, bir dindir. Mesela Girit’te, kendini Yunanlı saymayıp ayrılık davası güden Bektaşiliğe yakın Rumlar vardır. Daha sonra Ege Denizinde ki Adalar’da da vardır. Yunanlıların dediği gibi, Bektaşilik Balkanların Türkleşmesine büyük çapta hizmet eden bir mezheptir. Bulgaristan’da çevrenizde bulunan Alevi köyleri hangileri idi? Bizim çevremizdeki Alevi köylerinden Zavit Köyü var. Mithat Paşa Bektaşi idi. Mithat Paşa’nın ailesi o köydendir. Ondan sonra Büyük Ada Köy. Eskiden Osmanlı zamanında Adakoz Köyü derlerdi. Bu Alevi köyü. Koçlar köyünde de Aleviler var. Sonra, Duştubak diyoruz ama Dişbudak Köyü. Orada da biraz Alevi vardır, ama onlar İkinci Dünya Savaşı’na yakın zamanda kalabalık olarak Türkiye’ye göç ettiler. Ondan sonra diğer köyler, işte bizim hanımın köyü Duraç Köy. Bizim köyden daha büyüktür, bir İslâm köyüdür. Eski Mahalle, Duraç Köyün bir mahallesi imiş ama Eski Mahalle şu anda büyük bir köy. Eski Mahalle’de Bogomillere yakın Evangilist, yani kiliselerdeki resimlere karşı olan bir Hristiyan mezhebi vardı. Bir de ona yakın Büyük Kokarca. Oradaki Bulgarlar da iki kısım, bir kısım Evangilist. Ondan sonra Küçük Kokarca var. Habip Köy, onların Bulgarları da Evangilist. Bu Evangilistler de oradaki Alevilerle çok güzel anlaşıyorlar. Gayet iyi komşuluk yapıyorlardı Ortodoks Hristiyanlarla, dinleri aynı olduğu halde yakınlıkları yoktu. Bizim Alevilerle daha güzel anlaşıyorlardı. Bunlar bizim köyün çevresindeki köyler. Bir de Kara Arnavutlar var. Bunlar Arnavutluk’tan bir zaman getirilmiş Hristiyanlardır. Hırsova, bir Hristiyan köyü ve bu iki köyün arazisi bir zaman Razgrad’daki İbrahim Paşa Camisi’nin vakıf arazisi idi. 1856 yıllarında Kırım Savaşından sonra, Kırım’da Ruslardan kaçan Tatarlar (İşte benim hanım da o zaman gelmiş.) bizim Deliorman’a gelmişler. Bunlar Deliorman’a gelince, Osmanlı idaresi onları Bulgar köylerine yerleştirmek istiyor. Diyor ki: “Orayı iskân edeceğiz, Bulgarları oradan kaçırın, ne yaparsanız yapın, siz sahip olun.” Fakat onlar da diyor ki: “Müslüman köyleri de bizim köylere iskân edildi zararı yok, bizi bölün.” Mesela 5 hane oraya, 6 hane buraya gibi köylere bölüyorlar. Mesela bizim hanımın Duraç Köyde, Yunus Abdal köyünde, Karakocalar Köyünde, Topal Köyde akrabaları var. Ben size bunların bir listesini getireyim. Hatta size getirdiğim yazılarda bizim köyün ünlü kişileri var. Yunus Abdal ile ilgili anılar var. Mukallit adamlar var. Okumuş bazı ciddi adamlar var. Bazıları da deliliğe vuruyor kendisini, ama akıllı. Söylediği birtakım sözlerin unutulmadığı adamlar var. Şimdi Deliorman bölgesindeki Yunus Abdal Köyünü incelersek, göç ettikten sonra da kendi köyünüze gittiniz. Köy olarak özelliği nedir? Örf, âdet ve gelenekleri nedir? Nasıldır? Buradakilerden farkı nedir? Cem olur mu? Cemaat olur mu (toplanılır mı)? Hangi bayramlar vardı? Sayı sayma oyunu dediniz, gelenekler, görenekler, çocuk oyunları, hangi atmosferde büyüdünüz? 31 yıl Bulgaristan’da kaldınız ama kaç yaşına kadar kendi köyünüzde kaldınız? Şimdi, Yunus Abdal’ın ne vakit kurulduğu belli değil. Horasan ellerinden gelen Yunus Abdal diye biri kuruyor. Mezarı da orada. Bir su vardır. O suyun boyunda çalıştığı için suyun adı da onun adıyladır. Yunusça Suyu olarak anılır. Uzatmayalım, oraya yerleşiyor. Yine onun yakını Saçlı Derviş gelip oraya yerleşiyor. Fakat bir de Çorap Baba diye bir arkadaşı varmış. Onun mezarı bizim köyden biraz uzak bir yerde. Zaman zaman Çorap Baba bizim köye geliyor. Bizim köyde de bir kadın varmış. Akıllı bir kadın. Onunla görüşüyor, anlatıyor ama halk bundan rahatsız olup buna karşı gelmeye başlıyorlar. Irene Melikoff da kitabında “Hacı Bektaş’ın açıklamalarıyla teşebbüsüne bazıları karşı geliyor.” der. Buna çok benziyor. Çünkü halk konuşurdu. Çorap Baba gelirmiş, mezhep, tarikat konularında o kadınla konuşurmuş. Kadın çok zeki imiş, ondan sonra muhabbetleri uzuyor. Yunus Baba’nın kabrine girip orada zikrediyorlar. Daha sonra bazıları bunu fenaya yoruyor. Daha sonra da Çorap Baba’yı köye sokmamaya çalışmışlar. Sonra, bizim köye Saçlı Derviş yerleşiyor. Çocukları oluyor, çoğalıyor. Dervişler, kalabalık bir sülale oluyor. Hatta bizim vefat eden hanım da onlardandı. Benim bir kayınvalidem vardı, ismi Fatma Ahmet Şükür (Derviş Mustafa Kızı). Hiç okumamış ama çok akıllı bir kadındı. Yeni Işık Gazetesi’nde yazı yazardı. Kayınvalidemin yazılarının içinden bir yazıyı Karacaahmet Dergisi’ne verdim. Bir okulda, dervişlerden kim varsa, mutlaka o birinci olurdu. Onların zeki olması, derviş çocuklarını ayrıcalıklı yaptı. Şimdi burada da var. Hatta bazı yüksekokullarda öğretmenler var. Benim dervişlerden, İslâmlar’dan öğrencilerim var. Hâlâ görüşüyoruz. Bizim göçmenler, burada Avcılar’a, Güngören’e, Sapanca’ya, Gazi Osman Paşa’ya yerleşiyor. Belli yerlere yerleşiyorlar. Onlar başka yerlerde duramıyor. Neden hep oralara yerleşiyorlar? Gelenek ve görenekleri aynı olduğu için kendi atmosferleri içinde yaşamak istiyorlar. Mesela Malatya’dan, Siirt’ten, Urfa’dan kalkıp gelmişler. Ama bizim oradan gelmişse farklı tabi, kendi diliyle napıyısın be, iyi misen be ondan sonra islah mısın sen? gibi samimi konuşuyor. Nasıl konuşuyorlar sizin köyde? Bizim Tuna boyu r harfini pek kullanmaz. Mesela tarla demez, taala der, armut demez aamut der. h harfini de kullanmazlar: hasta diyemez, asta der, Halil ismine Alil der. Böyle bir şive. Bizim Dobruca, Deliorman bu şekilde konuşur ama Kuzey Tuna boyunun azıcık değişik bir şivesi vardır. Onlar geliorum, gidiorum der; biz geleir, gideirim deriz. Yani bizim şive, Azeri şivesine çalar. O şekilde bir ayırım vardır. Ziştou, Nikbolu, Silistre, Tutrakan bu şiveyi kullanır. Peki Deliorman bölgesinde Yunus Abdal Köyü’nün dışında diğer büyük köyler hangileridir? Yunus Abdal, Deliorman’da toprağı en zayıf, en az ürün veren köydür. Silistre’ye Tuna’ya doğru gittikçe ürün artıyor. Toprağı az olduğundan bizim köy halkı, çocuklarını daha çok okutmaya yöneliyorlar. 1909 yılında da bizim köyde ilk model ilkokul açılıyor. 1921’de ortaokul açıyorlar. Tabi oradan çok öğrenci yetişti. Tuna’ya doğru giderken mesela Ada Köy dedik. Ada Köy çok varlıklı bir köy, çok zengin bir köy. Ondan sonra Mithat Paşa’nın köyünün komşusu Kara Ağaç büyük bir köy. Balbunar (Balpınar) orada kasaba, bizde ilçe merkezi. Ondan sonra Beyalan, İslepol, Semerci Köy, Nasradin, Kazcılar, Mesin Mahalle, Locva, Kuyucuklar köyleri büyük ve zengin köyler. Halkı da çok ileri. Bilhassa Alevi olan köyler daha da ileri. Mesela bizim köyden biraz ileride Şekere Köyü var. Bizim köyde kadın, kaçmak için başına bir mendil bağlıyor. Fakat biraz ilerideki köylerde (Çukurköy, Topal Köy, Şarmanköy, Habip Köy, Dursun Köy, Podayva, Enberler, Yeni Pazar Köyü, Provadi, Osman Pazar, Eski Cuma) ferece kullanırlardı. Giyimleri nasıldı? Ferece, entari demek. Siyah elbise, hani karafatma derler ya o köylere gittiğinde, çeşme başındaki kadınlara “Ben falanı arıyorum.” diye bir şey soramazsın. Kadınlar peçeli. Fakat bizim köyden Ada Köye kadar gittiğin zaman, kadınlar hoş geldin der, yabancıdan çekinmez. “Sen yabancısın galiba, kimi aradın?”diye sorar, aradığın kişiyi tarif ederler. Tuna boyunda zahmet çekmezsin. Şumnu’nun aşağısındaki köyler kapalıdır. Razgrat, Balbunlar, Kemaller, Akkadınlar, Silistre, Kurtpınar, Tutrakan, Hacıoğlu Pazarcığı, Balçık o bölge insanları açık. Çünkü orada Aleviler var. Yarısı Alevi, yahut çeyreği Alevi, ya da tamamen Alevi köyleri. Bulgarlar da zaten Türklerden gelme, bir Türk boyu, diyorlar. Öyle bir şey var mı? Irene’nin kitabını okurken de karşılaştırmalar yaptım. Orada da “Biz Moğol, Slavlar, Peçenekler, Kumanlar, Hunlar, Kara Bulgarlar gibi birçok kola ayrılarak Orta Asya’dan geldik, Rumeli’yi geçerek buraya geldik ama Slavlara karıştık.” diyor. Karışınca onların kızlarını almışlar. Anaları bilirsin, çocuklarına kendi dillerini öğretir. Türkçe olarak çok az kelime kaldı, diyor. Gene de vardır ama çok az. Bulgarların Madara isminde Oğuz kitabeleri gibi bir anıtları vardır. Oradaki o yazılarda da öyle geçiyor. Fakat bu dediğim Yunanca yazılar. O boydan gelen Bulgar Türklerinden kalan Dikili Taşlar, (Çatallar İstasyonunda) Yunanca yazılar var. Başka yerlerde de Yunanca yazılmış mezar taşları, tapınaklarda yazılı tuğlalar bulunmaktadır. Yunus Abdal Köyü’nden biraz daha bahsedelim. Yunus Abdal bir zaman temiz Alevi köyü imiş. Balkanlardan kaçıp buralara sığınmaya başlıyorlar. Bu olaylar bittikten sonra bazıları köye dönmüş, bazıları dönmemiş. Ya da Osmanlı Devleti oralara Anadolu’dan insanlar getirmiş. Oralara iskân etmiş. Onun için Alevi nüfusu dağılmış. Yani Yunus Abdal ilk önce tamamen Alevi köyü iken daha sonra nüfusta ve inançta bir değişme oluyor. Ruslar ve Yunanlılar, Varna, Şumnu, Balkanlara kadar gelip oraları talan ediyor. Oradaki nüfusun çoğunluğunun Bektaşi olduğu, mezar taşlarından anlaşılmaktadır. Yunus Abdal’ın asıl yeri, Yunus Baba’nın türbesinin olduğu yerdir. Bizim köye 500 metre uzaklıkta Türbe denen yerdedir. Orada da mezarlıklar vardır. Okula başlayışınız nasıl oldu? 1921’den önce Berlin Antlaşmasıyla Bulgarlar taahhüt altına girdiler. Bulgaristan’daki Türk köylerinin her birine ilkokul, ortaokul, rüştiye açılacak, ayrıca öğretmen yetiştirecek okullar temin edilecek. Hatta üniversite düzeyinde özel okullar olacaktı. Böyle bir madde söz konusuydu. Bize “Çabuk şu okul açılacak, lise açılacak, sonra üniversite açılacak.” diye dayatmalar başladı. Bulgarlar öğretmen yetiştirecekti. O zamanlar 7-8 tane medrese vardı. Oralarda da yalnız Arapça, Farsça gibi dersler okutulurdu. Sadece Kur’an okutuyorlardı. Pedagoji, matematik gibi dersler yoktu. Halk da bunu benimsemiyordu. Bulgarların ise daha 1830 yıllarında, bazı kasabalarında liseleri, ortaokulları çoktan olmuştu. Bulgarların öğrencilerinin yarısından çoğu kız öğrenci idi. Bizde ise neredeyse hiç kız yoktu. Razgrat, Varna, Ruscuk gibi yerlerde ortaokul vardı ama çoğunda erkek öğrenci okurdu. Bulgarların kadın öğretmenleri bile vardı. Bizde ise 1930 yıllarında okullarımıza kadın öğretmen giriyordu. Okulunuzun adı ne idi? Neyi kapsıyordu? Okul 1909 yılında açılmıştı. Ondan sonra öğretmenler eğitime başladı. En sözü edilen hoca, Çobanoğlu Hafız Ahmet Efendi diye bir öğretmendi. Onun öğrencileri ondan hep bahsederlerdi. Ondan sonra Mehmet Emin Hoca vardı. Ben kendisini Bilecik Pazarcık’ta buldum, görüştüm. Derken okula gitme zamanı... Türklerin dayatması ile 1921’de Şumnu’ya Darülmuallimin açılıyor. Orada, ortaokuldan sonra 2 yıl öğretmenlik, pedagoji öğretiliyor. Darülmuallimin’den mezun olan 2 hoca Süleyman Efendi ile Sıtkı Hoca bize ilk öğretmen oldular. Daha önceleri hocaların bir çoğu sarıklı imiş. Şapka kanunu çıkınca halk “Sarıklı muallimler daha iyidir, bunlar Müslümanlığı öğretirler.” dediler. Biliyorsun ya hep Müslümanlık başka bir lazım değil sanki, sadece namaz duaları şu, bu... Derken bunlar öğretmen oldu. Süleyman Efendi, bunların içinde en dirayetlisi idi ve onunla arkadaşlığım devam etti. Daha sonra müdür oldu. Birbirimize gidip geldik. Hatta mektupları bende, kitap olacak şekilde derledim. Sıtkı Hoca, o kadar dirayetli biri değildi. Süleyman Efendi zamanında “Alfabe alacağız.” diye bizden para topladılar. Bu alfabe eski yazı idi. Hatta hâlâ bende de vardır o alfabeden. Neyse, hayli bir zaman geçti, kitaplar gelmedi. Soruyoruz “Muallim Efendi (Muallim efendi diyemiyoruz, mafendi diyoruz.) Mafendi bizim kitaplarımız, elif bağ’larımız ne oldu?” “Türkiye’de Mustafa Kemal yeni yazıyı, Latince’yi kabul etmiş. Bizimkiler de o kitaplardan olacak, o kitaplar basılıyor, onları bekliyoruz.” dedi. Tabi biz ev halkına, anne babamıza söylüyoruz. Kahvehanelerde falan herkes konuşmaya başladı “Yahu nasıl olacakmış Latince? Gavur yazısıyla Türkçe olur mu?” bağıran, çağıran, söylenen oldu... Fakat bir de rüştiyeden çıkan gençler vardı. Onlar da “Nasıl olmayacakmış, şöyle olacak böyle olacak.” diye müdafaa ediyorlardı. Yaşlılar onlara bağırıyor, çağırıyordu. Ondan sonra kitaplar geldi. Başladık ana, baba, at okuyoruz ama halk hiç memnun değil. Hani bunun elif’i nerede? Hani bunun ba’sı? Baksana bu gavurca, böyle olur mu?, diyorlar. Kimi kadınlar; Eyvah, ne günlere kaldık. Sen elif be’yi okutsana deyip ağlıyor. Ama biz, birkaç tane zeki çocuk, yazıları hemen öğrendik. Hatta ben, okumak için kitap istiyorum, diye tutturdum. Annem dayanamadı birgün beni aldı, gittik Yukarı Mahalle’ye. Oradaki yakınlarımıza; bizim çocuk ağlıyor, kitap istiyor. Onlar da çıkarıyor Elif ile Mahmut’u, Tahir ile Zühre’yi veriyor. Ben öyle kitap istemiyorum, diyorum. Türkiye’den bir arkadaşa hikâye kitabı gelmiş. O da kimseye vermiyor. Onunki gibi çocuk hikâyeleri istiyorum. Ağlıyorum. En nihayet ben hikâye kitabı okuma sevdasına, eski yazıyı öğrenmeye mecbur kaldım. Çünkü eski yazı olan hikâye kitapları vardı. İlk eve çıktığımızda, Kurban Bayramı idi. Babam mahallede kurban kesecek. Dua okumak lazım dedi. Bana; “Sen git Hafız Hoca’ya var, madem ki yazı da biliyorsun, mescitten çıkınca sor, söylediği duayı yaz getir, onu bana okursun.” dedi. Ben, ikinci namaza gidip onları bekledim, çıktılar. Dedim ki “Kurban var, siz bana duayı okuyun, ben duayı yazacağım, babama okuyacağım...” Hoca bana duayı okudu. Ben yeni yazıyla yazdım. “Oku bakalım” dedi. Aynısını okudum. Kimisi bastonuna sarılıyor, kimisi bakıyor, ama bunlar gavur yazısı. Ben okudukça şaşırdılar. Hani bunun elif’i diye soruyorlar, tabi cevap veremiyorum. Demişler ki, Hazerfan’ın çocuğu gavur harflerle dua yazdı. Herkes nasıl olmuş diye soruyor. Ben halkın atmosferini etkiledim. Derneklere bağlı bir ilericiler vardı, bir de gericiler. Şimdi bu cemiyetçiler, örneğin Selamünaleyküm bile dedirtmiyorlardı. Sağlam ol diyorlardı. Halk buna o kadar kızıyordu ki, bu sağlam ol bizim Alevi köylerinden çıkıp dilde tutundu. Caferler, Akkadınlar gibi köylerde sağlam ol sözü kullanılırdı. Yani günaydından önce sağlam ol derlerdi. Yaşlılarla gençler arasında bir kuşak mücadelesi vardı. Hatta Ayşe Kadın diye bir müsamere kitabı vardı. Tutucular ve ilericiler arasındaki çatışmayı anlatırdı. Kadınlardan birisi diyor ki “Bizim hakkımız yok mu? Eski Türk Hakanları kadınlarla birlikte hüküm verirdi.” diye kadın haklarına sahip çıkardı. Ben, bunu bir dönem Tuna Gazetesi’nde de gördüm. Mithat Paşa, Rusçuk Valisi iken, Tuna Gazetesi çıkardı. Gazetenin yarısı Bulgarca, yarısı Türkçe idi. Şimdi o Tuna Gazetelerinin koleksiyonunu yaptım. Köyünüzde Aleviler cem yapar mıydı? Alevilerin önderleri; dedeler, babalar var mıydı? Kimlerdi? Benim yetiştiğim zamanlarda Muhtar Baba vardı. Bize 15 km olan Kemaller Köyü’nde otururdu. Bu Muhtar Baba, Türkiyeli. Uşak’ın Karallı’dan gelmiş. Yedek subay imiş. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, biliyorsunuz Trakya’da Tayyar Paşa Yunanlılara karşı çıktı. Başaramadı, esir düştü ve diğer subayları Bulgaristan’a geçti. Muhtar Baba, onun subaylarındanmış. Kemaller’de kalınca o bölgeyi irşat ediyor. Kemaller’in 5 km ilerisinde Romanya sınırı var. Oradaki köylere kadar Muhtar Baba irşat ederdi. Hizmetini gördünüz mü hiç? Ben kendim gördüm. Hatta ben onunla bilezer oldum (Bilezer bizde musahip anlamındadır). Örneğin; insan bilezeriyle hiç kavga etmez, hediye getirir götürür ve evlenirken de destek olur. Neredeyse kendi öz kardeşinden ileri bir şeydir. Onun ailesiyle de bilezer olunur mu peki? Aileye göre de onunla kaadaş (r yok tabi) olur. Ama dedim ya onunla kardeşten ileridir. Onlar hem dünya hem ahiret, birbirlerinin aleyhinde konuşmazlar. Muhtar Baba’yla nasıl bilezer olduğumuzu anlatayım: Dedim ya biz fukara idik. Biraz zahire çıkıyor ama gidip fabrikada öğütemiyoruz. Biliyorsun fabrikada kepek falan oluyor, un az oluyor. Biz zahire su değirmenine atıyorduk, çıkıveriyordu. Demir Baba’nın Beş Parmak Suyu vardı. Çok gür akardı. Onun altında birçok su değirmeni vardı. Ben daha okula başlamamıştım. Birgün böyle bir su değirmenine gittik. Tabi sıra var. Bizden önce insanlar da var. Babam onları bekliyor. Babamın sesi güzeldi. Tekke de oraya yakın, oraya gidecek. Beni değirmenciye bıraktı, “Bak şu çocuğa suya düşmesin, ben de Demir Baba’ya gideyim.” dedi. Ben orada biraz oynadım falan, neyse canım sıkıldı. Değirmenciye “Ben, şu yoldan gitsem babamı bulabilir miyim?” diye sordum. Bulursun, dedi. Gittim. Bir meydan evi vardı. Bulgarlar, şimdi onu yıkmışlar. Meydan evinden ilâhi, nefes sesleri geliyor. Döndüm oraya girdim. Neyse babam oradaymış. Oradan “Sen kimin çocuğusun?” diye sordular. Muhtar Baba “Benimle bilezer olur musun?” dedi. Olurum dedim. Oturdum yanına. Onlar konuşmalarına devam etti. Uzatmayalım, bilezer olduk. Annemin, ölen ilk kocasının kız kardeşi varmış. Ezerçeliler, derlerdi. Demir Baba hizmetindeymiş. Kesilen koçların derisini alıyor, orada temizlik yapıyor, mumlarını yakıyor, hizmet görüyormuş. Babam “Gel, seni Fatma teyzene götürelim.” dedi. Demir Baba’ya gittik, eşik öptürdü, orada bir şeyler yaptırdı derken geldik. Zaman geçti Rüştiye Okulu’nu bitirdim. Nuvvab okuluna giderken bizim medreseden, köylere Ramazan kıldırmaya, Teraviye, Cuma namazına, vaaza yolluyorlardı. Hâlimiz vaktimiz yerinde olmadığı için ben de gitmek zorunda kaldım. Beni Hüseyinler denen bir köye verdiler. Yarısı Alevi, yarısı Sünni olan bir köy. Giderken dediler ki “Sana oradan hiçbir şey düşmez. Geçen sene buraya Şeremet Köylü çok ünlü Hafız Mustafa geldi, çok az bir şey verdiler. Sana hiçbir şey düşmez.” Moralim bozuldu. Yine de orada hocalığa başladım. Fakat cami boş, Aleviler gelmiyor. Ama akşam olduğunda beni misafirliğe alıyorlar, sofralar donanıyor, çok da zengindiler. Bir akşam, benim bulunduğum hanenin sahibinin kardeşi olan Ali Dede’ye, Muhtar Baba gelmiş. Ona demişler ki “Böyle böyle, bizim bir Ramazan hocası var.”, Muhtar Baba görmek istemiş. Ondan sonra beni çağırdılar. Okulda ne okuduğumu sordu, tasavvuf dedim. Tasavvuf edebiyatından kimi okuduğumu sordu. Galip Dedeleri, Yunus Emreleri, Nesimileri derken, dedim ki; “Siz beni tanıyamadınız. Biz, sizinle falan vakit şurada bilezer olmuştuk.” “Oo Öyle mi?” dedi. Neyse ben oradan ayrıldım. Fakat oradakilere ne dediyse demiş. Bayrama yakın bana bir vergi verdiler. Caminin bir köşesi zahire ile doldu. İkişer üçer çuvallarla getirdiler. Neyse oraya daha önce gidenlerin her biri soruyor “Sen Hüseyinlerden ne aldın?” “Şu kadar aldım.” “Yahu şimdiye kadar kimseye verilmedi.” ... Ellerinde önceki yıl verilen zahire listeleri var, bakıyorlar, daha önce kimseye verilmemiş. Yerlisine şaşıp kaldılar. Muhtar Baba’nın etkisinin çok büyük olduğu anlaşılıyor. Tabi. Ben ilkokulu 1932’de bitirdim. Zaten paramız olmadığından dolayı rüştiyeye gidemiyoruz. Tuttular beni Bulgar Okulu’na yazdırdılar. Kiril Metodiy’in 4. sınıfına yazıldım. Ben bu konuda biraz daha durmak istiyorum. O dönemde sizin okulun kapsadığı konu ne idi? Eğitiminiz, öğretiminiz ne idi? Kaç yıl okudunuz? Ne olarak mezun oldunuz? Yani sizin okulunuz Bulgar hükümetine bağlıydı ama Türkler mi egemendi? Bizimki özel okuldu. Stanboliyski zamanında bütün Türk okullarına tarla veriliyor. Okulların 500-600-1000 dönüm tarlası var. Türk okullarına, Bulgar okullarına, camilere, kiliselere, kıraathanelere, damızlık hayvanlara tarlalar ayırmışlar. Bunları Bulgar hükümeti ayırıyor. Onları müzayede ediyorlar. Toplanan parayla; damızlık hayvan almak, onlara ahır yapmak, barındırmak, Türk okullarına öğretmen, araç gereç sağlamak gibi ihtiyaçları karşılıyorlar. Bizim köyümüzün tarlaları büyüktü. İlkokullar 4 sene, rüştiye 3 sene, Nuvvab yani lise 5 sene idi. Nuvvab Tali kısmı 5 sene idi. Bir de Nuvvab’ın yükseği, yani Nuvvab Ali kısmı 3 sene idi. Üniversite gibiydi yani. Bulgaristan’daki Türk eğitimi bunlardı. Öğretmenleriniz Türk müydü? Öğretmenlerimiz Türk’tü ama bir tane de Bulgar öğretmen olurdu. Peki neler görürdünüz, neler okudunuz? İlkokulda alfabe, ikinci sınıfta okuma, hesap, din dersi, yazı, jimnastik, şarkı, el işi gibi dersleri gördük. Üçüncü sınıfta; hesap, hendese yani geometri, vataniye, coğrafya, yine müzik, jimnastik, el işleri geliyor. Dördüncü sınıfta; daha geniş şekilde, Bulgaristan Vataniyesi, kanunlar falan okunuyor. Bulgarca okumayı ve konuşmayı öğretiyorlar. Fakat bize daha çok kadın öğretmen gelirdi. Siyka diye bizim köyden yetişme bir kadın vardı. Öğretmen okulunu bitirmiş. Güzel değildi, çirkindi. Bir de bizim Kurtuluş Savaşının önde gelenlerinden bir albayımız var. Topçu Albayı imiş. Ama azıcık kafayı bulmuş. Düzelsin diye onu memlekete yollamışlar. Onun babası Ali Ağa köyün muhtarı, zengin adamdı. Onun oğlu Hüseyin Avni Efendi, gelince Siyka’ya tutulmuş. Siyka da ona tutulmuş. İlla ki Siyka’yı alacak. Anası, yani Ali Ağa’nın karısı “Aman yavrucuğum, bak sana Türkiye’de kız çok, sen subaysın,” dese de “Yok illa ki Siyka’yı alacağım” diye ısrar etmiş. Siyka Bulgar mıydı? Bulgardı. O zaman Bulgarlar var mıydı sizin köyde? Vardı. Siyka okula yeni gelen olduğunda hep onlara asılıyor, onlarla evlenmek istiyor. Örneğin Süleyman Efendi ile evlenmek istedi. Türk öğretmenler, okula geldiğinde zor durumda kaldılar. Hatta onlardan bir çocuğu bile oldu. Bir şey olunca öğrenci çocuklar, şikayet için öğretmenler odasına gider. Siyka tutmuş Süleyman Efendiyi öpüyor falan. Ondan sonra o gitti, bir Ratka geldi. Ratka’yı daha çok sevdiler. “Benim anam Bulgar ama ben Osman Ağanın kızıyım” derdi. Neyse, biz güya Bulgarca öğreneceğiz. Fakat onlar Türkçe konuşuyor, bizden daha iyi Türkçe öğrenmişler. Onlarla Bulgarca konuşamıyorduk. Ortaokulda ne yaptınız? Orada hayli zahmet çektik ama ben okulu bitirdim. 1932 yılında biraz Bulgarca öğrenmemi söylediler, ben de Bulgar okuluna gittim. Kaç yılında mezun oldunuz? 1931-1932 yılında ilkokuldan mezun oldum, 1932-1933 de Bulgar Okuluna, Sveti Kiril Metodiy’e yazıldım. Nasıl yazıldınız? Gittim. 4. sınıfa aldılar beni. Orada Minka isminde, çok nazik, güzel bir öğretmenimiz vardı. 3 ve 4. sınıfı o okutuyor, 1 ve 2. sınıfı da Marin Dobrev diye bir Türk düşmanı okutuyordu. Zaman zaman öğrencileri toplayıp anlatıyordu “500 yıl Türklerin esareti nasıl olmuş? Türkler eza, cefa yapmış.” diye... Bulgar çocukları da bu sefer galeyana geliyor, bize sataşıyorlardı. Ama biz biraz büyüktük, onları pataklardık. Derslerde o hocadan dolayı öğrenciler arasında çok kavga olurdu. Minka Baçavareva da yatıştırmaya çalışır, Türkleri korumaya çabalardı. Ben, onun en ufak bir düşmanlığını görmedim. Razgrat’a gezmeye gittiğimde onu nasıl bulamadım, hâlâ yanarım. Ama ilkokuldaki Ratka’yı buldum. Görüştük. Sarıldı bana ağladı ağladı. Peki zor olmadı mı Türk okulundan, Bulgar okuluna geçişiniz? Nuvvaba’ya mı geçtiniz oradan? Ertesi yıl yine Bulgar okulundaydım. Razgrat’a neden gitmek istiyordunuz? Okumak için köyden çıkıp Razgrat’a gitmek istiyoruz. Oradaki okullar çok iyi. Fakat okul paralı, 600 leva para alınıyor. Para bulmak da zor. Babam düşünüyor fakat parayı bulamıyor. Doldu diye de beni okula kabul etmiyorlar. Ben gece başladım ağlamaya. Anam dayanamadı bayıldı. Ben çıldıracağım, mutlaka gideceğim. Nereden duydunuz oranın iyi olduğunu? Samimi arkadaşlarla konuşuyoruz. Herkes gidip okumak istiyor. Köyümüzden de oraya giden ağabeylerimiz var. Onların üniformaları var. Razgrat size uzak mı? Bizim köye 20 kilometre uzaklıkta. Araba var mıydı? Nasıl giderdiniz? Yoktu. Yaya ya da at arabalarıyla gidip gelirdik. En sonunda diğer arkadaşlarla dedik ki; ağlayacağız, zorlayacağız, mutlaka gidip okula yazılacağız. Neyse biz bu kararı uyguluyoruz. Derken aileler kurtulamadılar. Nihayet pederin at arabası ile Razgrat’a gittik. Önce sağlık muayenesi yapıldı. Rüştiye okuluna gittik. Derken paranın yarısını, 300 levayı aldılar. Bir de rüştiyelerde haftalık vardı. Okula haftalık 1 leva gibi bir para verirdik. Bizi okula kaydedip, üniformamızı verdiler. Biz 4 öğrenciydik, orada bize bir yer buldular. Yatılı mı kaldınız? Ayrı bir ev tuttuk. Okulda iyi öğretmenler vardı. Mesela o zamanlar MAH Teşkilatı adında bir istihbarat teşkilatı vardı. MAH Teşkilatı’nda çalışan, Kaskatı soyadlı bir öğretmenimiz vardı. Bizim Razgrat’ta müdürdü. 1950’de Bulgar sınırında, Bulgarlar tarafından öldürüldü. Edirne’de onun adına bir cadde vardır. O dönemde tarihçi Hamdi Hoca var, onun kardeşi Sabri Hoca vardı, sonra bir de Vidinli Nekire Hanım vardı. Yanlarında Bulgar hocalar da vardı. Okulda düzenli bir şekilde öğrenim yapılıyordu ve bu eğitim tatmin ediyordu. Akif Selim Hoca, coğrafya dersinde güneş sistemini, gezegenleri falan anlatırdı. Onun o anlatışını ben hiç unutamam. Dersi anlatırken dönen gezegenler de getirirdi. Kendimizi bir kaptırıyoruz, göklerde uçuyoruz sanırdık. Ondan sonra, bize Türkiye’deki bazı yazarların eserlerini okutuyorlar. Şair Mehmet Emin’in Türk Sazı şiir kitabını okurduk, içinde Arapça, Farsça kelimeler çok yoktu. Daha sade yazılmıştı. Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in eserlerini de okutuyorlardı. Hocaların bazıları Darüşşafaka’da okumuş kültürlü insanlardı. İkinci seneye geldik 35-36 yılları, babam beni okutacak para bulamıyor. Ne yapalım diye düşünüyoruz. En nihayet karar veriliyor. Büyük ablam Kemaller Kasabası’nda, onun yanına gidiyoruz. Sonra hangi Nuvvab’a gittiniz?
Description: