Charles Dickens David Copperfield CHARLES DICKENS 1812’de Landport’ta doğdu. Babası veznedardı. On yaşına geldiğinde babası maddi bakımdan güç durumlara düştü ve ailece Camden Town’ın yoksullar mahallesine göç ettiler ve küçük Charles da okuldan alındı. Böylelikle yazar, çocuk yaşta bir kundura fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. Daha sonraları bir avukatın yanında çalışmaya başlayan yazar, genç yaşta mahkemelerde hayatın içyüzünü öğrenmeye başladı, Gözlemleri onu yazmaya itti. Daha yirmi iki yaşında gazete yazıları ses getirmeye başladı. Mizah diliyle yazdığı Picwick Papers 1837’de yayımlandı, ilk romanı Oliver Twist onu henüz yirmi altı yaşındayken büyük bir romancı olarak dünyaya tanıttı. David Copperfield, Antikacı Dükkânı, İki Şehrin Hikâyesi gibi başyapıtların yazarı Charles Dickens, hayat geçimi uğruna verdiği yorucu çalışmalar sonucunda sağlığını yitirerek 1870 yılında öldü. AZİZE BERGİN 1932 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Bursa’da geçti. Amavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğrenim gördü. 1950 yılında gazeteciliğe başladı. 1952 yılından beri gazetecilikle çevirmenliği sürdürüyor. Çeşitli yayınevlerinde yayınlanan çeviri kitaplarının sayısı 200’den fazladır. Charles Dickens David Copperfield Çeviren: Azize Bergin Alfa Yayınları : 75 Dünya Klasikleri Dizisi: 1403 DAVID COPPERFIELD Charles Dickens Türkçesi: Azize Bergin Özgün Adı: David Copperfield Birinci Basım : Ocak 2004 ISBN : 975-297-424-4 Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni: M. Faruk Bayrak Yayın Koordinatörü ve Editör: Cahit Akın Dizi Editörü : Halil Gökhan Pazarlama ve Satış Müdürü : Vedat Bayrak Copyright © 2003, ALFA Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti. Bu çevirinin tüm yayın hakları ALFA Basım Yayım Dağıtım Şan. ve Tic Ltd. Şti.’ye aittir. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. ALFA Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti. Ticarethane Sk. No: 53 34410 Cagaloğlu, İstanbul Tel : (212) 511 5303-513 8751-512 3046 Fax : (212) 519 3300 www.alfakitap.com E-mail: [email protected] ALFA/AKTÜEL KİTABEVİ Burç Sinema Pasajı No: 34 Altıparmak / BURSA Tel: (224) 223 60 16 I BEN DOĞDUM Kendi hayatımın kahramanı olacak mıyım, yoksa bu mertebeyi bir başkası mı alacak, bunu şu sayfaların göstermesi gerekiyor. Hayatıma, hayatımın başlangıcından başlamış olmak için bir cuma gecesi, saat tam on ikide doğduğumu belirteyim. (Bana böyle dediler, bende inandım.) Dediklerine göre, saatin çalmasıyla benim de ağlamaya başlamam bir olmuş. Hastabakıcı hemşire de, şahsen tanışmamız ihtimalinden aylarca önce benimle pek ilgilenen, komşu ebeler de, doğum günümü, saatini dikkate alarak, birincisi, hayatta mutsuz olacağımı, İkincisi, hayalleri, ruhları görmeye hak kazanacağımı ileri sürmüşlerdi. Onların inancına göre, hangi cinsten olursa olsunlar, cuma gecesinin geç saatlerinde doğan bütün çocuklarda bu iki özellik olurmuş. Birinci özellik için burada bir şey söylemem gereksiz, çünkü kehanetin doğru ya da yanlış çıktığını hiçbir şey tarihçemden daha iyi belirtemez. İkincisine gelince, bebekliğimde bu özelliğimden faydalanmışsam, ona bir diyeceğim yok, ama şimdiye kadar böyle bir durumla karşılaşmadım. Yalnız, bu özellikten yoksun kalmış olmaktan da şikâyetçi değilim; şimdi bir başkası bundan yararlanıyorsa, ne âlâ, güle güle kullansın diyeceğim. Başımda, gazetelere ilan verilerek on beş altın gibi pek ucuz bir fiyata satışa çıkarılan bir zar tabakasıyla doğmuşum. O devirde denizciler parasız mıydılar, yoksa inançtan yoksundular da mantar can yeleklerini mi tercih ediyorlarmış, bilemeyeceğim; bütün bildiğim şu ki gazetedeki ilana bir tek teklif gelmişti; bu da, senet kırarak geçinen bir avukattandı; adam nakit olarak iki lira vermek, gerisini de İspanyol şarabıyla ödemek istiyordu; boğulmamayı garantilemek için daha yüksek bir fiyat vermekten kaçınmıştı. Böylece, ilanımız da tam bir zararla sonuçlandı. İspanyol şarabına gelince, benim sevgili anneciğimin kendi şarapları çoktan pazara çıkmıştı. On yıl kadar sonra da zar, bizim tarafta, bir eşya piyangosuna dahil edildi. Piyangoya elli kadar üye, adam başına yarım altın ödeyerek katılmışlardı. İkramiyeyi kazanan da beş şilin verecekti. Ben de oradaydım, bir parçamın bu şekilde teşhir edilmesi beni pek sıkmış, şaşırtmıştı. Hatırladığıma göre, zarı eli sepetli bir yaşlı kadın kazandı; kadın beş şilingi sepetinden bozuk para olarak gururla çıkarıp uzun bir süre saydı da öyle verdi. Kadının boğulmayıp doksan iki yaşında öldüğü de, buralarda inanılmaz bir olay olarak uzun süre hatırlanacaktır. Anladığıma göre, kadının sonuna kadar en çok övündüğü şey de bir köprüden geçmek zorunda kaldığı zamanların dışında, hiç su üzerinde dolaşmamış olmasıymış. Çok sevdiği çayının üzerine yemin ederek denizcilerin, dünyayı “dört dönmeye” heveslenen kimselerin dinsiz olduklarını, onlara kin beslediğini söylerdi. Ona bazı verimli şeylerin, mesela çok sevdiği çayın bu kötü sayılan maceralar sayesinde elde edildiğini anlatmak boşunaydı. Her defasında deniz yolcularını daha şiddetle eleştiriyor, “Dünyayı dört dönmeyiverelim,” diyordu. Ben de şimdilik, fazla dört dönmemek için, doğumuma dönüyorum. Suffolk’ta Blunderstone semtinde ya da İskoçların dedikleri gibi “oralarda bir yerde” dünyaya gelmişim. Ben, babası öldükten sonra doğmuş bir çocuğum. Benim gözlerim bu dünyanın aydınlığına açıldığı zaman, babamınkiler kapanalı altı ay olmuştu. Şimdi bile onun beni hiç görmemiş olması, bana tuhaf gelir, hatta onun kilisenin avlusundaki beyaz mezar taşıyla kurduğum ilk çocukça ilişkilerin anıları, geceleri bizim küçük odamız sıcakken, aydınlıkken, onun gecenin karanlığında yapayalnız yattığını, kapılarımızın zalimce onun üstüne kilitlenip sürmelenmiş olduğunu düşünmenin verdiği o anlatılmaz acı, bana daha da garip geliyor. Babamın teyzesi, yani benim büyükteyzem -ki sırası geldikçe ondan daha çok söz etmek zorunda kalacağım- ailemizin en başta geleniydi. Zavallı annemin bu resmi kişiye karşı duyduğu nefreti yenip de adını ağzına alabildiği zamanlar -bu pek seyrek olurdu- Betsey dediği bu Bayan Trotwood kendisinden çok genç, yakışıklı biriyle evlenmişti. Ama, adamın sadece dış görünüşü hoştu, içi hiç de dış görünüşü gibi değildi: Betsey Teyze’yi dövdüğü sanılıyordu; hatta bir keresinde de onu ikinci katın penceresinden aşağı itmeyi bile denediği söyleniyordu. Bu karakter uyuşmazlığının belirtileri, Betsey Teyze’yi kocasına para verip iki taraflı anlaşmayla ayrılma kararını vermeye zorlamıştı. Adam, bu parayla Hindistan’a gitmiş, ailede yayılan bir inanılmaz efsaneye göre, orada “babun” cinsi bir maymunla fil üstünde gezerken görülmüştü. Ben hikâyede sözü edilenin bir “babu” ya da “bir begüm” olduğunu sanıyorum.[1] Her neyse, on yıl sonra da Hindistan’dan ölüm haberi gelmişti. Bu haberin büyükteyzemi ne şekilde etkilediğini hiç kimse bilmiyordu; çünkü ayrılma kesinleşir kesinleşmez genç kızlık soyadına dönmüş, çok uzakta, deniz kıyısında bir köyde ev alıp bir hizmetçiyle beraber oraya yerleşerek, kimseyle görüşmeden yarı münzevi bir hayat sürmeye başlamıştı. Sanırım, bir zamanlar babam onun en çok sevdiği insanmış, ama annemi balmumundan bir bebeğe benzettiği için babamın onunla evlenmesine pek kızmıştı. Annemi hiç görmemişti, ama o zamanlar daha yirmi yaşına bile basmamış olduğunu biliyordu. Babamla Betsey Teyze bir daha hiç karşılaşmadılar. Evlendiklerinde babamın yaşı anneminkinin iki misliymiş, sağlık bakımından da çok nazik bir durumdaymış. Daha önce de söylediğim gibi bir yıl sonra, yani ben dünyaya gelmeden altı ay önce ölmüş. İşte o olaylı, önemli dediğimden ötürü beni mazur göreceğinizi sandığım o olaylı cuma akşamı durum böyleydi. O zaman durumu bildiğimi iddia edemem, ondan sonra olanları da anılarıma dayanarak hatırlamama imkân yok. Annem ateşin karşısında pek hasta, üzgün bir halde oturuyormuş, gözyaşları arasında ateşi seyredip, hem kendine hem de onun gelişinden hiç de heyecan duymayacak bir dünyaya adımını atacak olan babasız küçük yabancıya da acıyormuş. Dediğim gibi annem, o açık, rüzgârlı mart günü pek ürkek, üzgün, önündeki savaştan sağ kurtulabileceğinden pek şüpheli bir halde oturuyormuş. Gözlerini kurulamak için başını kaldırıp karşıki pencereye baktığı zaman yabancı bir kadının bahçede yürüdüğünü görmüş. Bunun Betsey Teyze olduğu ikinci bakışında annemin içine doğmuş. Batmakta olan güneş, bahçenin korkuluğunu aşarak, yabancı kadının üzerinde parlıyor, o da sadece kendisine özgü dimdik vücuduyla, sert adımlarıyla kapıya yaklaşıyormuş. Kadın, evin önüne geldiği zaman kimliğini kesin olarak belirten ikinci bir hareket daha yapmış. Babam onun normal bir Hıristiyan gibi pek nadir davranabildiğini sık sık söylermiş. Şimdi de kadın, kapıyı çalacak yerde, kenardaki pencereye burnunu dayayıp içeriye bakıyormuş. Zavallı anneciğimin dediğine göre burnunu pencereye öyle dayamış ki bir anda burnu bembeyaz, yamyassı kesilivermiş. Annemi bu öylesine korkutmuş ki, bir cuma gecesi doğmamı Betsey Teyze’ye borçlu olduğumu her zaman düşünürüm. Annem korku içinde koltuğundan kalkıp, onun arkasındaki köşeye sığınmıştı. Betsey Teyze, odanın öbür ucundan başlayarak, ağır ağır içerisini incelemeye koyulmuştu. Fıldır fıldır dönen gözlerini en sonunda anneme çevirmişti. Sonra da daima kendisine itaat edilmeye alışmış kimselere özgü bir hareketle, anneme, gelip kapıyı açmasını işaret etmişti. Annem de gitmişti. Betsey Teyze: “Yanılmıyorsam Bayan David Copperfield’siniz,” dedi. Bunu annemin yas elbiselerinden ve durumundan anlamış olacaktı. Annem, hafif bir sesle: “Evet,” dedi. Konuk: “Ben de Bayan Trotwood’um,” dedi. “Adımı duymuş olmalısınız.” Annem bu onuru kazanmış olduğunu söyledi, ama bir yandan da bunu pek de onur saymadığını belli ettiğinin farkına vararak sıkılmıştı. Betsey Teyze: “İşte şimdi de kendisini görüyorsunuz,” dedi. Annem başını öne eğdi, içeri buyurmasını rica etti. Annemin çıktığı oturma odasına birlikte girdiler. Koridorun öbür ucundaki misafir odasının ocağı babamın cenazesinin kaldırıldığı günden beri yakılmamıştı. İkisi karşılıklı oturup da, Bayan Betsey hiçbir şey söylemeyince annem bir süre kendini tutmaya çalıştı, sonra da ağlamaya başladı. Betsey Teyze telaşla: “Yok yok yok! Bunu yapma!” dedi. “Hadi bakayım sus.” Ağlamamak annemin elinde değildi; onun için, ağlaması bitinceye kadar ağladı. Betsey Teyze: “Başlığını çıkar da yüzünü göreyim, yavrum,” dedi. Annem, başlığını çıkarmak istemese bile, bu garip teklifi reddetme cesaretini kendinde bulamayacak kadar çok korkuyordu ondan. Kendisine söyleneni yaptı; elleri öylesine titriyordu ki, bu işi yaparken o yumuşacık gür saçları da çözülmüş, yüzüne dağılıvermişti. Betsey Teyze: “Hay Allah!” diye haykırdı. “Sen daha küçük bir bebeksin, ayol!” Annem yaşından daha genç gösteriyordu. Zavallıcık sanki kendi suçuymuş gibi, başını eğip hıçkırarak ne yazık ki çocuk yaşta bir dul kadın olduğunu, yaşarsa çocuk yaşta bir anne olacağını söyledi. Bundan sonra ortaya çöken kısa sessizlik sırasında Bayan Betsey’in onun saçlarını kaba olmayan bir tavırla okşadığını hisseder gibi oldu, ama umutla, ürkek ürkek başını kaldırıp bakınca, kadının ellerini bir dizinin üzerinde kavuşturmuş, ayakları ocağın korkuluğuna dayalı oturmuş, ateşe baktığını gördü. Betsey Teyze birdenbire: “Allahaşkına, niçin Kuşevi dediniz?” diye sordu. Annem: “Evi mi kastediyorsunuz, efendim?” dedi. Betsey Teyze, gene: “Niçin Kuşevi?” dedi. “İkinizden biri hayatın ne demek olduğunu birazcık bilseydi buranın adını Aşevi koyardı.” Annem: “Bu adı Bay Copperfield bulmuştu,” diye cevap verdi. “Evi aldığı zaman, etrafta kuşların bulunduğunu düşünmek hoşuna gidiyordu.” Akşam rüzgârı bahçenin öbür ucundaki yaşlı, uzun karaağaçları öyle bir gürültüyle sallamaya başlamıştı ki annem de, Bayan Betsey de o yana bakmaya cesaret edemiyordu. Karaağaçlar, sırlarını fısıldaşan canavarlar gibi birbirlerine doğru eğiliyor, birkaç saniye süren bu dinlenmeden sonra da sanki açıkladıkları sırlar, zihinlerinin huzurunu bozacak kadar kötü şeylermiş gibi vahşi kollarını sağa sola sallayıp müthiş bir hışırtıyla doğruluyorlardı. Bu arada, yüksek dallara kondurulmuş, yağmurdan, rüzgârdan, bozulmuş eski kuş yuvaları da, fırtınalı bir denize dökülen kazazedeler gibi etrafa dağılmıştı. Betsey Teyze: “Kuşlar nerede?” diye sordu. “Neler?” Annem başka bir şey düşünüyor olmalıydı. Betsey Teyze: “Kuşlar,” dedi. “Onlara ne oldu?” “Buraya geldiğimizden beri bir tek kuş görmedik. Biz... yani, Bay Copperfield, burada eskiden büyükçe bir kuş topluluğu bulunduğunu, yuvalar çok eski olduğu için kuşların çoktan burayı bırakıp gittiklerini düşünüyordu.” Betsey Teyze: “İşte tam David Copperfield’e göre bir şey!” diye bağırdı. “Tepeden tırnağa David Copperfield! Yakınında bir tek kuş yokken evine Kuşevi der, yuvalarını gördüğü için kuşların da orada olduğuna inanı verir.” Annem buna karşılık: “Bay Copperfield ölmüş bulunuyor” dedi. “Bana ondan kötü bir dille söz etmek cesaretini gösterecek olursanız...” Benim zavallı sevgili anneciğim o an, büyükteyzemin üzerine çullanıp onu yere sermeyi düşünmüştür besbelli, ama kendisi böyle bir saldırıya o gecekinden daha fazla hazırlıklı da olsaydı, büyükteyzem onu tek eliyle, hem de kolayca yere serebilirdi. Olay, annemin yerinden kalkmasıyla geçiştirildi. Sonra zavallıcık bitkin bir halde gene oturdu... Bayılıverdi. Annem, kendine geldiği zaman ya da Betsey Teyze onu ayılttığı zaman -her neyse- büyükteyzemin pencerenin önünde durduğunu görmüştü. Artık gün batışı da yerini alacakaranlığa bırakıyordu; ikisi odada ateşin aydınlığında birbirlerini zar zor görebiliyorlardı. Betsey Teyze koltuğuna otururken, sanki etrafına şöyle bir göz atmakla yetiniyormuş gibi: “E, ne zaman kurtulacaksın bakalım?” diye sordu. Annem: “Her yanım titriyor” diye inledi. “Nem var bilmiyorum, ama, mutlaka öleceğim. Buna eminim.” “Yok, canım, yok, yok! Biraz çay için.” Annem, çaresiz bir halde: “Of, Allahım! Of, Allahım! Acaba çay bana iyi gelir mi?” diye bağırdı. “Elbette iyi gelir. Zaten seninkisi korkudan başka bir şey değil. Kızın adı ne?” Annem, saf saf: “Kız olup olmayacağını daha bilmiyorum ki,” dedi. “Hay Allah iyiliğini versin senin! Ben onu sormadım. Hizmetçinin adını sordum.” Annem: “Peggotty” dedi. Betsey Teyze “Peggotty!” diye mağrur bir tavırla tekrarladı. “Yani yavrucuğum, Tanrı’nın bir kulu bir Hıristiyan kilisesine gidip de kendisine Peggotty adını mı koydurtmuş demek istiyorsun?" Annem hafifçe: “Bu onun soyadı,” dedi. “Küçük adı benimkiyle eş diye Bay Copperfield onu soyadıyla çağırırdı.”