ebook img

Bu bizim hikayemiz ve ana teması otizm PDF

110 Pages·2014·1.35 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Bu bizim hikayemiz ve ana teması otizm

PINAR KAHRAMAN KÜÇÜKARAS KELİMELERİN ÖTESİNDE Bir Otizm Hikâyesi Pınar Kahraman Küçükaras, 1972 doğumludur, 1990 Kadıköy Anadolu Lisesi, 1994 İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 8 yıldır otizm talihsizliğiyle uğraşmaktadır. Birincisi eşi olmak üzere, üç hiperaktif çocuklu, çalışan annedir. İnternet bağımlısı amatör otizm araştırmacısı ve amatör özel eğitimcidir. Yorgunluğa, uykusuzluğa, öfke nöbetleri ile baş etmeye ve hayal kırıklıklarına alışıktır. Kızıma, oğluma ve eşime, Ve hayatın bir on sekiz yıl daha sonra bizi alıp götüreceği yere... TEŞEKKÜR Aileme, Annelerime, babalarıma ve kardeşlerime... Şanslıyım, hepsinden ikişer tane var. Ben onları ihmal etmiş olsam da, gülümseyerek arayıp, “Canım, nasılsın?” diyen teyzelerime, dayılarıma ve halalarıma… Dostlarıma, Beni her yorulduğumda sarsıp tekrar mücadeleye döndüren, hepimizin akılhocası, aklımın almadığı kadar azimli, Nevin “Cıva” Penny’ye, Herkesin iyilik meleği, dert ortağım, bıkmaz usanmaz araştırmacı Su Ünal’a, Bu belayla nasıl sabır ve zerafetle uğraşılacağını öğreten dostum Deniz Alptekin’e, Pozitifliğin bulaşıcı olduğunun ispatı Ceylan Duran’a, “artık doğru düzgün bunalıma bile giremiyorum sayende” Anti-depresanım Berrin’e ve eşi “ örnek baba” Mustafa Öztürk’e, Kadıköy Anadolu 90 tayfasından derdimi anlayanlara, ama en bi en Burak Akkul’a, Sonradan edindiğim kardeşlerim Emel ve Murat Danışman’a, Hayatımızın zorluklarını anlayıp Ömer’imizi içtenlikle seven, bizi bu yolun başından beri destekleyen patronlarıma, Ömer’in bisküvi aramak için çekmecelerini altüst etmesine ses çıkarmayan anlayışlı mesai arkadaşlarıma ve onunla başetmekte benden bile becerikli ağabeyi Gürsel Yılmaz’a, Yazarken her saçmaladığımda “Bu kadar karanlık yazacaksan, o çok istediğin vampir hikayesine başla bari,” diyen, her an derdimi dinlemeye hazır ağabeyim Hasan Tümerkan’a, İlk baskıyı kalbiyle okuyan Ayşe Arman’a, Bu yolculukta karşımıza çıkıp sabır ve sevgiyle hayatımızı değiştiren tüm profesyonellere, Büyük ailem [email protected]’un tüm üyelerine Bu kitapta yazılanlar hiçbir şekilde tıbbi tavsiye değildir. Söz konusu tedavilere mutlaka doktor kontrolünde başlanması gerekir. Bir annenin, inşası yeni bitmiş koca bir gemiyi elleri ile bir başına okyanusa indirme mücadelesidir bu. Sonunda gemi okyanusa iner mi? Evet iner... OTİSTİKOĞULUN diğer çocuklar gibi yüzebilmesinde, Onun ağzından dökülen ilk hecelerde, Onun giydiği ilk okul önlüğünde, Evet, bu gemi SUYA iner. Pınar Küçükaras, bu geminin çoktan OKYANUSTA olduğunun farkında değilse bile ben farkındayım. Çünkü Pınar ve onun gibiler sayesinde artık otizm olguları, annelerinin teşhisleri ile erkenden başvuruyor ve olağanüstü olumlu sonuçlar elde ediliyor. Üstelik “bu çocuk otistikse bileklerini kesen” nörologlara, psikiyatristlere rağmen... Doç. Dr. Sabiha Paktuna Keskin BİRİNCİ BÖLÜM Bu, bizim hikâyemiz ve ana teması otizm. Çocuğu otizmli diğer anne babalar gibi, bizim hayatımız da sekiz yıldır bu kelimenin etrafında dönüyor. Otizm; neden kaynaklandığı tam olarak bilinmeyen, kesin tedavisi olmayan ve hayat boyu süren bir engellilik hali. Ben de burada bir başarı hikâyesi anlatacak durumda değilim henüz, ama en azından bugüne kadar elde ettiğim bilgiyi ve deneyimi paylaşmak istiyorum. Bu kelimeyi bir doktorun ağzından ilk duyduğum andan, kabullenip mücadele etmeye başlayana kadar onun hakkında duyduğum ya da okuduğum her şey kalbime batan cam parçaları gibi gelirdi bana. Şimdi sekiz yıl sonra geriye dönüp baktığımda hangisinin daha zor olduğuna karar veremiyorum; bu derde sahip olduğumuzu kabullenmek mi, yoksa mücadeleye devam etmek mi? Eğer siz de otizmli bir çocuğun ebeveyni iseniz, eminim yazdığım çoğu durumda benim yaşadıklarımı yaşamışsınızdır. Biliyorum, hepimizi en çok çaresizlik üzüyor. Tıp bize yüzde yüz bir çözüm öneremezken, elimizdeki yöntemlerin çocuklarımızı tamamen iyileştirmeye yetmeyeceğini bile bile çabalamak çok zor. Benim de en çok tıkandığım yer burası oldu. İşte bunun için yazıyorum zaten; tamamen çaresiz olmadığımızı hatırlatmak için… Hepimiz gibi benim de kabullenmem biraz zaman aldı. Önce kendimi topladım, sonra “Ne yapabilirim?” diye araştırmaya başladım ve yola koyuldum. Zaman zaman yoruldum, hatta bıktım. Yolumuzun ne kadar uzun ve zorlu olduğunu fark ettiğimde yaptıklarımın işe yarayacağından şüphe ettim, her şeyi bırakmak istedim, birkaç kere de bıraktım. Sonra tekrar kendimi topladım, devam ettim. Bu yazdıklarımı bir yolculuk olarak görüyorum çünkü sekiz yıl önce başladığım nokta ile bugün geldiğim yer arasında büyük farklılıklar var. Bu farklılık çoğu aile için yeterli görünmeyecektir, benim için de değil. Önümüzdeki yol hâlâ çok uzun ve hedefe varıp varamayacağımızdan şüpheliyim. Ne var ki, artık eskisi kadar zorlu değil. İlk çocuğumuz Ömer, dördüncü evlilik yıldönümümüzde doğdu. Benim zaten öyle yıldönümü saplantım filan yok, ilk üç yılda bile iki kere unutmuştum. O günden sonra da yıldönümümüzün pabucu dama atıldı tabii ki, şimdi Ömer’in doğum gününün yanında lafı bile edilmiyor. Her anne baba aynı şeyi yaşar mı, bilemiyorum; Ömer dünyaya geldiğinde biz biraz şaşkındık. İkimiz de pek hazır değilmişiz sanırım. Çocuklar doğana kadar klasik bir ev düzenimiz olmamıştı, evliliğimizin ilk üç yılında doğru düzgün yemek bile pişirmemiştim. On beş yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ iyi ev hanımı tanımına uygun olduğumu sanmıyorum. Hep başka hedefler için hazırlanmıştım. Bir gün anne olmayı istiyordum tabii, ama yirmi üç yaşında aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bu yüzden hamile olduğumu öğrendiğimde biraz tepetaklak hissettim kendimi. Bebeğin plasentası rahime yapışık olduğu için doğum başlamadan sezaryen yapılması gerekiyordu, bu yüzden Ömer dokuz ayını tamamlamasına yaklaşık iki buçuk hafta kala dünyaya geldi. Bir bebeğin doğumunu hastanede yedi kişi birden bekler mi? İki ailenin de ilk torunuysa bekler işte. Doğum yapacağım gün, bir ay öncesinden belliydi ama o gün geldiğinde yine de herkesin heyecandan eli ayağı titriyordu. Doğuma girmeden yarım saat önce, babamla eşim odamda volta atmaya başlamışlardı bile. Doktorumun başıyla onları gösterip bana “Seninkilerin haline bak,” der gibi gülümsediğini hatırlıyorum. Ameliyathaneye giderken ben gülüyordum, onların yüzleri ise biraz ifadesiz. Güya bana heyecanlı olduklarını göstermeyecekler. Gülüyorum, ne de olsa kurtuluyorum artık; hamilelik ki hem de en sıkıntılısından, bitiyor. Birazdan bebeğimin yüzünü göreceğim. Hamileliğimin başından beri korku peşimi bırakmamıştı. Üçüncü ayda başlayan kanamalar ve düşük tehlikesi kâbusum oldu. Düşük tehlikesini atlattıktan sonra da başka sıkıntılar yaşadım. Ömer yapışık olduğu için kendini sağ böbreğimin üstüne park etmişti, yer değiştiremiyordu. Muayene olduğum ürolog “Böyle giderse böbreğini çürütebilir, operasyonla bebekle böbrek arasına küçük tüpler yerleştirebiliriz,” dedi, ameliyatta bebeğimin başına bir şey gelir diye korktum “İki böbreğim var,” deyip kabul etmedim. Kanamalar hamileliğimin sonuna kadar devam etti. Hipogliseminin ne olduğunu yine o zaman öğrendim; şeker dengesizliğim vardı. Yedinci ayda değişik bir cilt reaksiyonu göstermeye başladım, ne olduğunu anlayamadık. Zaten hamilelik insanın psikolojisini çarpıtmaya yeter, bir de üstüne bu sorunlar eklenmişti. Her kanamada biraz daha korkuyordum. Aklım hep bebeğimdeydi; “Acaba sağlıklı doğacak mı?” Mecburen işten rapor almıştım, sürekli yatak istirahatindeydim, başka ne düşünebilirdim ki? Aylarca içimden “Dayan oğlum,” dedim.“Dayan, güçlü ol! Yüzünü görmek istiyorum. Bana benziyorsan zaten inatçısın demektir. İnat et, tutun.” Ömer dayandı, tutundu ve doğdu... Bembeyaz, tombik bir bebek. Çok güzel ve en önemlisi sağlıklı. Parmaklarını saymadım, tam olduğunu biliyordum. Doğum sonrası muayenesini sordum; tüm veriler iyiydi. Kâbus bitmişti. Oğlumun yüzünü görmüştüm ve Allah dualarımı kabul etmişti; bebeğim sapasağlamdı. Sağlıklı olduğuna ne kadar sevinmiştim anlatamam. Oysa erken sevinmişim. Yıllarca otizmin, yolumuzun üstüne kurulup bizi beklediğini bilmedim. O kelimeyi duyduğum andan itibaren de her şey değişti. ******************* Ne zaman Ömer’in ilk çocukluğunu hatırlasam pişmanlıklarım içimi kemirmeye başlıyor. Bilseydim o çok gerekli diye diretilen aşıları yaptırmazdım. Asla süt içirmez, buğday içeren hiçbir şey yedirmezdim. Susacağını bilseydim, konuşmasının tadını çıkartırdım.Söylediği her kelimeyi filme kaydederdim. Bu geçişi anlatmak çok zor… Bir buçuk yaşına kadar tamamen sağlıklı görünen, her şeyiyle normal gelişen, zamanında konuşmaya başlayan bir çocuktu. Hep gülerdi, oyuncuydu. Bir yıl sonra ise adını söylediğimizde bakmıyordu. Gülmüyordu. Normal oyun oynamıyordu. Bir iki şeye takılmıştı, bütün hayatı onların üzerine kurulu gibiydi; ayıcığı, biberonu, arabaları ve televizyon. Yürümeye başlayan her sağlıklı çocuk keşfetme merakı yüzünden annesinin canını çıkarır ya; bebekken her gün yeni bir şeye bakmak isteyen Ömer, iki yaşından sonra keşfetme isteğini kaybetmişti. Hepimizden kaçıyordu. Sevmeye çalıştığımızda ağladığı bile oluyordu, çok zor durdurduğumuz, çoğu zaman çaresiz kaldığımız ağlama krizleri başlamıştı. Dünyayla arasına kocaman bir duvar örmüştü, hep orada kalmak istiyordu. En büyük gereksinimi sevdiği birinin kucağında güvende olmaktı. Her şeyden korkuyor gibiydi. İnat edip doğmuştu ama devamını getirmek istemiyordu sanki. İnat deyince İnatçılık meziyet mi? Kararlılık meziyet tabii ki ama dozunu kaçırınca inatçılık onun yerini alıyor, onun da meziyet olduğundan hiç emin değilim. Biraz inat biraz da kendine güvenin karışımı, dışarıdan bakınca çok da akla yatmayan birçok karar aldım bugüne kadar. Mesela yirmi yaşımda, üniversite öğrencisiyken, evlendim. Çok da iyi yaptım; harika bir okul hayatım oldu. Annem okulun son iki yılında her sabah uyandırıp derse yollayabilmek için işkence edemedi, ben de okula gitmedim. Her dönem ilgimi çeken bir iki ders oluyordu, onları kaçırmıyordum ama hepsi o kadar. Öyle kolay bir bölüm de değil, İktisat Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler okuyorum. El âlem dönemde yedi sekiz ders alırken biz on üç on dört, bazen on altı ders alıyoruz. Aman, zor olsun ne olacak? Lise boyunca okuldan kaçmak için her fırsatı kullanmışım, son iki yıldır annemle her sabah kahvaltı niyetine “Niye okula gitmiyorsun?” sohbeti yapmışız. Bazı günler ben kazanmışım, bazı günler yenik düşüp kös kös okula gitmişim. Özgürlük elime geçmişken bırakır mıyım? Birkaç hafta sonra annemin nöbetini eşim devraldı ama sabrı yetmedi, ilk dönemin sonunda “Ne halin varsa gör,” deyip bıraktı. Sanırım okulu bitiremem diye endişeleniyor. Bitiremezsem sorumlusu o olacak, kolay mı? Son dönem herkes çalıştığı işten çıkıp tüm vaktini okula verirken ben part-time bir işe başlıyorum. Mantığın sesi sınıf arkadaşım Murat yine üç ayda bir yaptığı, neredeyse geleneksel “Delirdin mi ya?” konuşmalarından birini çekiyor bana, ama olsun, iş çok eğlenceli. Sonunda bölüm birincisi olarak mezun oluyorum ki öncelikle ailemi biraz da okulu şaşırtıyorum. Hocaların çoğu kim olduğumu bile bilmiyor. Zaten sınıfta üç tane Pınar var. Görüştüğüm hocalar da en yüksek notları alan Pınar’ın, bu dizleri yırtık jeanlerle dolaşan, dağınık saçlı, arada bir, o da belli ki ders notu toparlamak için gözüken dalgacı olamayacağı kanaatindeler. Okul bitti ya, sırada iş bulmak var. Hayatımdaki asıl mantığın sesi, hiçbir zaman hiçbir sorumluluğunu boşlamamış adam, eşim. “Ne işi kızım? Birkaç ay dinlen, zaten hayatın boyunca koşturacaksın.” diyor. Olur mu? Yazın bir ayda sıkılıyorum. Bütün arkadaşlarım tatilde, ailem yazlıkta, kardeşim yurtdışında, eşim işte. Yine biraz inattan herhalde, benim derhal işe başlamam lazım. Birkaç sınavdan sonra 1 Ağustos’ta o dönemin önemli bir bankasında Management Trainee olarak işe başlıyorum. Tabii ki zaman eşimi haklı çıkarıyor. O gün bugündür hep bir koşturmacam var; önce Krediler, sonra İnsan Kaynakları Uzmanı olarak, ardından da Reklam ve Pazarlama Yöneticisi olarak. Ama hayatın kariyer planı yok; şimdi hiç tahmin etmediğim yeni bir işim var: Otizmli çocuk annesiyim. Bebek bakmak kolay mı? Ömer’le ilk sekiz günümüzü hastanede geçirdik. O çok sağlıklıydı, erken doğmasına rağmen üç buçuk kilonun üstündeydi ama ben zor bir doğum geçirmiştim. Doğum sırasındaki aşırı kanama devam ediyordu. Ayağa kalkmam neredeyse iki ayımı aldı. Önce annem kendi evinde baktı bize. Sonra da bizim evimizde ikinci annem. İkinci annem eşimin annesi; aramızdaki ilişkiyi hiç kayın...-gelin ilişkisi olarak görmediğimiz için bu kelimeleri kullanmayız. Şimdi açıklayıcı olmak için “k.” ile başlayan kelimeyi yazarsam kitap basıldığında başımı fena halde derde sokmuş olurum. Anneler genelde hamileliklerinde bebeklerine nasıl bakacaklarına karar vermiş olurlar. Bebeğe süt mü verecek, mama mı? Süt verecekse dört saatte bir mi emzirecek, bebek her istediğinde mi? Kucağına mı alacak, yatağında mı uyutacak? Ben kararımı bebekten yana kullanmıştım. İşten altı ay ücretsiz izin aldım. Eh işim zaten bebek olmuş, tabii ki onun canı her istediğinde süt vereceğim, her canı sıkıldığında kucağıma alacağım, kucağımda uyutacağım. Ama Ömer kolay bir bebek değil. Çok iştahlı tamam ama diğer yandan sürekli gaz sancısı çekiyor ve hiçbir zaman kolay uyumuyor. Bir türlü Ömer’e yetişemiyorum. Eşim terfi edeli bir yıl olmuş, işinin çokluğu bahanesiyle pek ortada yok, bir de “Bebek geldi, benim değerim düştü. Evdeki sandalyeden farkım yok, niye benimle ilgilenmiyorsun?” gibi kıskançlık krizleri de var. Mecburen onu denklemden çıkarıyoruz. Pek de yalnız sayılmam aslında; annelerim var. Ömer’le birlikte bir de Gülbahar Hanım hayatımıza girdi. Sekiz yıl bize annelik yaptı. O dönemde haftada bir iki gün o da geliyor, Ömer’e bakmasa bile diğer işleri toparlıyor. Babam ne zaman bir bahane uydursa bizde. Yine de Ömer’e yetişmekte zorlanıyoruz. Tamam, tecrübesizlik dizboyu, ben o yüzden beceremiyorum. Hadi annemlerle de bir sürü fikir ayrılığımız var. “Panason asla veremeyiz, rezene çayı lazım. Bakın kitaplarda ne yazıyor. Gazı öyle çıkartılmaz. Yıkamadan önce dereceyle banyo suyunun ısısını ölçmem gerek, pişik kremi çinkolu olmalı. Ay asla sterilize edilmemiş kullanamam. D vitamini gecikti,” gibi bir sürü tantana yapıp onları şaşkına çeviriyorum, onlar da bu yüzden yeterince etkili olamıyorlar. Ama sonuç ortada; Ömer çok zor bir bebek. Kendi oğlu da otizmli olan Amerikalı doktorumuz oğlunun bebeklik ve ilk çocukluk dönemini anlatırken, “İki çocukluk bakım istiyordu” diye yazmış kitabında. Bizim ki de aynen öyle. İlk üç ay çok güzel kilo aldı, boy attı. Gelişim istatistiklerinin üstünde gidiyor. Babam adını “Kavun” taktı. Amcası ise “Limon” diyor, çünkü Ömercik sarışın. Dördüncü ayında sağlık sorunlarımız hafiften başladı. Sütüm bizim limonun iştahına yetmeyince mama takviyesine başladık ve sonuç Ömer’in boynuyla göğüsünün yarısını kaplayan, kocaman ve ona acı veren bir kızarıklık oldu. Zaman zaman beyaz oluyor. Cildi pulpul. Bebeğim hep ağlamaklı, geceleri iki saat uyuyup ağlayarak uyanıyor. Bir dermatoloğa başvuruyoruz, önerdiği kremler her uygulayışımızda durumu bir iki saat için kurtarabiliyor sadece. Bir başka uzmana götürüyoruz, bu seferki ilaçlar daha iyi geliyor. İz kayboldu ama cildinin kuruluğu devam ediyor. Bir zaman sonra katı gıdalara başladığımızda durum tekrarlıyor. Üstüne kabızlık sorunu da eklendi. Pediatristimiz Ömer’in süte ve buğdaya allerjisi olabileceğini ancak bu yaşta bunu testlerle kesin olarak saptayamayacağımızı söyleyince mamasını değiştirip, ek gıdalarını buğdaysız seçiyoruz; durum düzeliyor. Allerji belirtileriyle aynı zamanda bir de orta kulak enfeksiyonu başladı. İlk antibiyotiğini dört aylıkken aldı. Kulak ağrısı üç ay hemen her gece pusuya yatan düşman gibi peşimizdeydi. Üç saat rahat uyusa, o da bir ihtimal, dördüncü saat ağlamaya başlar, küçücük elleriyle kulaklarını tutardı. Yapılan araştırmalarda otizmli çocukların çoğunun bebekliklerinde orta kulak enfeksiyonları, gıda alerjileri, kabızlık ve onu takip eden ishal dönemleri gibi sindirim sistemi sorunlarının ortak olduğu görülmüş. Konunun uzmanları, otizm tanısını alan çocukların içinde bu belirtileri gösteren bir alt grup olduğu konusunda hemfikirler. Allerjik cilt reaksiyonları ve orta kulak enfeksiyonları aynı zamanlarda ortaya çıkıyorlar çünkü ikisi de aynı rahatsızlığın belirtisi. Buğday ve süt proteinini tolere edemeyen bu çocuklar, söz konusu besinleri dışlayan bir diyete başladığında normale doğru daha hızlı bir gelişme gösteriyorlar. Normale doğru hızlı gelişme bir yana, bana göre her şeyden önemlisi çocukların diyete başladıklarında sağlıkları için çok zararlı olabilecek etkenlerden uzaklaştırılmış olmaları. Çünkü ciddi yiyecek toleranssızlıklarına rağmen diyet yapmayan kişilerin ileride karaciğer kanserine yakalanma riski olduğu da gerçek.* Türkiye’deki bazı uzmanların bu araştırmaları göz ardı etmeleri bana çok doğru gelmiyor. Otizmin artık çok bilinen ve yaygın biçimde uygulanan biomedikal tedavi yöntemleri var ve diyet de bu yöntemlerden biri. Hatta bu yöntemlerin bir araya gelerek bir bütün oluşturduğunu da söylemek mümkün. Uzmanlık alanım tıp değil, bu yüzden bu konuda çok kesin ifadeler kullanırsam tepki çekeceğimi biliyorum. Yine de, tepki çekme pahasına da olsa bildiklerimi anlatacağım çünkü amacım otizmin artık on yıl önceki kadar çözümsüz olmadığını ailelere göstermek. Elli yıl önce inanıldığı gibi, otizmin tamamen psikolojik sebeplerden kaynaklanmadığını biliyoruz. Tek yumurta ikizlerinin sadece birinin otistik olduğu vakalar da olduğu için otizmin sebebini salt genetik nedenlere yüklemek mümkün değil. Bu rahatsızlığın sebebi, genetik bir yatkınlığı takip eden çevresel faktörlerle tanımlanıyor. Otizm vakalarında doksanların ikinci yarısından itibaren görülen olağanüstü artış da bu çevresel faktörlerin önemini vurguluyor bence. Otizm hızla yaygınlaşırken (doksanların sonunda her beş yüz doğumdan birinde görüldüğü düşünülürken son yıllarda bu oranın iki yüz ellide bir olduğu saptanmış. Bu artışın daha kolay tanı konulmasına bağlanmasının yanı sıra, artan olumsuz çevresel faktörlerin genetik yatkınlığı tetikleyerek otizmin görülme sıklığını arttırdığı da düşünülmekte**) çare arayışları da artıyor. Bu araştırmaların ve onların ışığında başlanan tedavilerin çoğu en fazla on beş yıllık geçmişe sahip, bu yüzden de alternatif yöntemler olarak görülüyorlar. *Biological Treatments for Austim and PDD: William Shaw ** 2007 Aralık itibari ile yine California’da yapılan araştırmanın sonucu her 166 çocukta 1 çocuğun otizm spektrumunda yer aldığı yönündedir. Maalesef bu kitabın ilk baskısının yapıldığı 2005 yılından beri, otizmin görülme sıklığı artmaya devam etmiştir.

Description:
bir bebek. Kendi oğlu da otizmli olan Amerikalı doktorumuz oğlunun bebeklik ve ilk çocukluk .. gülümsemeyle günde bir iki saat yuvaya gidiyor ama sınıfa katılmaya karşı direniyor. Ayrıca magnezyum, molibden, manganez,.
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.