ebook img

Bir Garip Aşk Öyküsü - Carl-Johan Vallgren PDF

351 Pages·2014·1.37 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Bir Garip Aşk Öyküsü - Carl-Johan Vallgren

Carl–Johan Vallgren BİR GARİP AŞK ÖYKÜSÜ Çeviren: Ali Arda metis Carl–Johan Vallgren, 1964’te İsveç’in Linköping kentinde doğdu. Barmenlik ve orman işçiliği de yapan yazarın ilk kitabı Nomaderna 1987’de yayımlandı. Söz ve müziği çoğunlukla kendisine ait şarkıları içeren beş albümle müzik alanında da adını duyurmuş olan Vallgren, Malmö, Madrid, Kopenhag ve Berlin’de yaşadıktan sonra Stockholm’e yerleşmiştir. Yedinci ve son romanı Bir Garip Aşk Öyküsü yayımlandığı 2002 yılında August Strindberg adına verilen İsveç’in en önemli edebiyat ödülü August’u kazandı. İsveç’te başka edebiyat ödülleri de kazanan ve aralarında Almanca, Flemenkçe, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Japonca ve Rusçanın da bulunduğu çeşitli dillere çevrilen Bir Garip Aşk Öyküsü yazarın Türkçedeki ilk kitabıdır. Metis Yayınları BİR GARİP AŞK ÖYKÜSÜ Carl–Johan Vallgren İsveççe Basımı: Den vidunderliga kärlekens historia, Albert Bonniers Förlag, 2002 © Carl–Johan Vallgren, 2002 © Metis Yayınları, 2006 Bu kitap İsveç Enstitüsü’nün çeviri yardımıyla yayımlarımıştır. İlk Basım: Ekim 2006 Edebiyat Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen Kapak Resmi: Francisco Goya, Sardin’in Cenaze Töreni, 1812–19 Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. ISBN 975–342–592–9 ...Sandığınızdan daha yakın bir akrabanızdan, Bayan F... West Tisbury Martha's Vineyard, Mass, ABD 15 Temmuz 1994 Sevgili Bayan Fågel, Her şeyden önce bende derin anılar bırakan ziyaretiniz için teşekkür ederim. Umarım bu ziyaretinizle sizi meşgul eden soruların bir kısmına yanıt bulmuşunuzdur. Diğer birçok uğraş alanı gibi isim araştırması da benim ufkumun epeyce uzağında kalır. Ama sizin durumunuzda, anne tarafının soyadını koruduğunuz için, bir sonuca ulaşmak daha kolay. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi benim soyadım atalarımın Alman adının İngiliz diline uyarlanmış hali. İyice yaşlandım, neredeyse ilk Barefoot'un vardığı yaştayım. Tabii bunun yalnızlık denilen bir bedeli var. Eğer tahminleriniz doğruysa siz, baba tarafından yaşayan en yakın akrabam olmalısınız. Chilmark bölgesinde ona ait anılara sahip bir tek ben kaldım. 1914'te, dünya savaşı başlamadan çok kısa bir süre önce, kabakulak nedeniyle öldü. Öldüğünde saygı duyulması gereken bir yaşa, yüz bir yaşına ulaşmıştı. O yaz ben de sekizime basmıştım. O zamanlar, yaptığınız kısa ziyarette sizin de gördüğünüz Martha's Vineyard adasının, ziyaretçi akınına uğrayan bir açık hava müzesine dönmesine daha çok vardı. Ben ona büyükbaba diyordum. Gerçi bu doğru bir adlandırma değildi; o bütün çocuklarından daha uzun süre yaşamıştı ve gerçekte benim büyükbabamın babasıydı. Mektuba ilaveten gönderdiğim notlar onun, akrabalarımız, her şeyden önce ablalarım ve benim hakkımda birinci elden anlattıklarına dayanıyor. Diğer bir kısmı ise onun hakkında, yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncesine dayanan benim araştırmalarım. Ayrıca Almanya'daki arşiv bilgilerinin hizmetinize hazır olduğunu belirtmeliyim. Königsberg'deki belgelerin size özellikle ilginç geleceğinden eminim. Fakat sizin de tahmin edeceğiniz nedenlerle orijinal belgeler savaşın hercümercinde kaybolmuş durumda. O yaşarken, ben henüz onun öyküsünün ayrıntılarını anlayamayacak kadar gençtim; en çok hatırladığım yüzü bez bir maskeyle kaplı, dost canlısı küçük bir adam olduğu, bir de işaret dilinde uzman olmasıydı. Ziyaretine gittiğim bir gün, dudaklarını hiç kıpırdatmamasına rağmen, içimde fısıltı gibi bir ses duydum: Susarak bir soytarı gibi görünmek, konuşarak bu konuda duyulan bütün şüpheleri yok etmekten iyidir. Daha sonra bu sözün, bir zamanlar buluşmuş olduğu Lincoln'a ait olduğunu öğrendim. Sağır ve dilsiz ilk kişi Martha's Vineyard’a 1790’lı yıllarda gelir. Akraba evliliğine bağlı olarak bu illet bütün çevreye yayılır. Benim gençliğimde adadaki her evde bir sağır–dilsiz vardı. Tisbury ve Chilmark bucaklarında yaşayanların neredeyse üçte biri sağır–dilsizdi. Bazı köylerde halkın önemli bir kısmının duyma sorunu vardı. Bu nedenle bütün ada halkı işaret dilini öğrenmişti. Benim gibi duyma sorunu olmayanlar iki dili birden öğrenmişti. Ben, annem ve babam sağır olduğu için, İngilizceden önce işaret dilini öğrenmiştim. Sağırlık sorunu o kadar olağandı ki, bu yörelerde sağırlık diye bir kavram yoktu. Biz sağırları sağır olarak görmüyorduk. Onlar bizim aramızda değil, biz onların arasında yaşıyorduk. Adanın kültürünü sağırlar şekillendirmişti; onların dünyası bizim dünyamızdı. Bu baskın gen, etkisini ancak ellili yıllarda kaybetti ama biz yaşlıların bir kısmı işaret dilini koruduk. Bunu müstehcen şeylerden bahsetmek (bu hiç de olmaz değildi) ya da ziyaretçi ve turistleri özel konuşmalarımızdan uzak tutmak için değil de, adanın ortak dili olduğu için yaptık. Bu dil İngilizce kadar yaygın ve ayrıca deyimler açısından konuşma dilinden daha zengin bir dil. Bugünlerde, National Geographic'in bir sayısında, Batı Hint Adaları'nın Providence Island bölgesini anlatan bir makale okudum; oradaki halk kendi aralarında konuşurken eski Maya işaret dilini kullanıyormuş. Size bu makalenin bir kopyasını yollayacağım, belki bir faydası olur. Notlarımda, Barefoot'un hayatının Avrupa'da geçen ilk yarısına yoğunlaşsam da, doğal olarak ben onun Amerika’daki tarihine daha aşinayım. Aile arasındaki bir efsaneye göre, iki ayrı kadından dört çocuğu olmasına rağmen, sizin büyükannenizin büyükannesine o kadar bağlıymış ki, o öldükten sonra hiçbir kadına gerçek bir bağlılık duymamış. Ben ve kız kardeşlerim, sülalenin duyma sorunu olmadan doğan ilk üyeleriyiz. Kendinize bir sesin ne olduğunu hiç sordunuz mu, Bayan Fågel? Birçok nedenin yanı sıra, bilincimizle kurduğumuz ilişkinin kör noktalarını göstermesi açısından da ilginç bir soru bu. Ses havadaki molekülleri dalgalar halinde yayan bir titreşimdir. Normal bir insan yirmi ila yirmi bir bin hertz titreşimindeki sesleri duyar. Saniyede yirmi frekansın altındaki dalgalara bildiğiniz gibi ses altı denir, yirmi binin üzerindekilere de ses üstü. Yarasalar yalnızca ses üstü dünyasında yaşar, yani tıbbi olarak duymazlar, daha çok hissederler. Ses altı dünyasında timsahlar, balinalar, Pampa devekuşları ve kasuarlar yaşarlar. Burada da duymak anlamsız bir kavramdır. Çünkü bu hayvanlar bizim anladığımız anlamda “duymaz”lar. Örneğin timsahların kulağı yoktur. Onlar bedenleriyle dinlerler. Dış dünyadaki titreşimleri karın derilerinin alımdaki sinirlerle kaydederler. Beni ziyaret ettiğinizde Barefoot'un hangi dünyada yaşadığını sordunuz. Bana göre o, bizim bildiğimiz duyu dünyasının dışında yaşadı. Bilimin henüz bilmediği bir frekansta “duydu”. Ölümünden hemen sonra yapılan otopside birçok şaşırtıcı fizyonomik paradoksa rastlandı. Örneğin kalbi çok büyüktü; Barefoot bir cüce olmasına rağmen, kalbi normal bir insanın kalbinin iki katıydı. Tıbbi kayıtlarında bu dikkat çekici ayrıntıya rastladığımda, bunu sembolik olarak yorumladım; onun hayatı, tıpkı sizin büyükannenizin büyükannesininki gibi, bir aşk öyküsüydü. Doktor onun kayıtlarına “tüm arazlarına rağmen yaşadı” diye yazmış; daha çocukluğunun ilk yıllarında durması gereken bir kalple, tek böbrekle, yalnızca biri çalışan akciğerle ve o zamanın uzmanlarına göre yaklaşık yarım yüzyıl midesini kemiren bir tümörle. Ama otopsi sırasında ortaya çıkan en büyüleyici şey işitme organının durumuydu: İnsanda denge sağlayan vestibüler yoktu. Bu durumda yürüyememesi, hatta hareket edememesi gerekirdi. Ölümünden bir ay sonra, Boston'daki teratoloji kliniğinde, ceset üzerinde daha kapsamlı bir araştırma yapıldı. Otopsi uzmanı, –çarpık doğumlar konusunda uzmandı– sağ kulağının, çekiç kemiğinin biraz katılaşmış olmasına karşın, çocukluğunun ilk dönemlerinde –tahminen iki yaşına kadar– sağlam olabileceğini iddia etti. Bu iddia ilk yapılan otopsi sonuçlarıyla çelişiyordu. Eğer bu sonuçlar doğruysa, çocukluğunun ilk yıllarında, çok az da olsa duyabiliyor demekti. İşte bu onun ebedi sırrını, sağır-dilsiz bir adamın nasıl olup da böylesi müthiş bir müzik yeteneğine sahip olduğunu açıklayabilirdi. Titiz araştırmaların ima ettiği gibi belki de çocukluğunda –işitme yeteneği bütünüyle yok olmadan önce– ton ve ses kavramını öğrenmeye vakit bulmuştu. İşitebilen insanların, sağırların dünyasını zihinlerinde canlandırabilmesi oldukça zordur. Bunun için sesin hiç olmadığı bir dünyayı tahayyül edebilmek gerekir: rüzgârın sesini, konuşmaları ya da sevdiklerinin kahkahalarını duyamadığın bir dünyayı; sesin ne olduğunun tahayyül edilemediği bir dünyayı. Sağır olarak doğan biri, sessizlik ya da sesin eksikliği hakkında konuşmaz. Sağırlığından şikâyetçi de olmaz. Tıpkı kör olarak doğmuş birinin görme yeteneği olmadığı için yakınmaması gibi, çünkü görmenin nasıl bir şey olduğunu zihninde canlandıramaz. Tıpkı sizin, Bayan Fågel, hiç yaşamadığınız bir şeyin, tanımadığınız bir insanın ya da varlığını bilmediğiniz bir şeyin eksikliğini duymamanız gibi. Bütün bunlar –körlük, sağırlık– olsa olsa birer metafordur. “Sözcükler, düşünceleri doğururken ölürler,” diye yazar ünlü arazbilimci Lew Wygotski. Bununla, düşünce ve dilin birbirini aştığını ima eder. “Düşünce sözcükleri giyer giymez ölür,” diye iddia eden Schopenhauer'la aynı çizgidedir. Sözcükler yalnızca tecrübelerimize gönderme yapar; konuşmanın amacı insanlar arasındaki ortak çağrışımları açığa çıkarmaktır. Ama belki bu sonucu elde etmenin başka

Description:
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, filozof Kant’ın da doğum yeri olan Königsberg’deki bir genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.