BARKVIK CİNAYETLERİ Ingvar Ambjornsen Norveççe aslından çeviren: Deniz Canefe Polisiye / Serüven CanGençlik Yayınları: 9 Yayına Hazırlayanlar Ali Ünal İshak Reyna Logo ve Genel Tasarım Tut Ajans Dizgi Neşe Pirlioğlu İç Baskı ve Cilt Özal Matbaası Kapak Baskı Azra Matbaası 1. Baskı: Ekim 2010 (2000 adet) Kapak Fotoğrafı: © iStockphoto.com Drapene i Barkvik (Fillip Mobergs Eventyr 1) Ingvar Ambjornsen Copyright Cappelen Damm AS, 2005 © Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., 2010 Bu eserin Türkçe yayın hakları Onk Ajans Ltd. Şti. aracılığıyla alınmıştır. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ. Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray-İstanbul Telefon: (0212) 245 82 58 - 59 Fax: (0212) 292 54 99 http://www.cangenclikyayinlari.com e-posta: kitap©cangenclikyayinlari.com Ingvar Ambjornsen Beyaz Zenciler'in yazarından Norveççe aslından çeviren: Deniz Canefe Polisiye / Serüven 1. Bölüm: Görev Gözlerimi yumdum, eski kolt tabancanın namlusunu ağzıma soktum. Makine yağı ve metal kokuyordu. Hoşçakalın pislik çuvalları, diye düşündüm ve tetiği çektim. Karanlıkta zayıf bir tıkırtı. Yaşamda tek başınaydım ve kim bilir ne zaman aptalın teki bu tabancanın namlusuna erimiş kurşun dökmüştü. Ve sonra da Ernst Amca’ya o yılın en iyi Norveççe polisiye romanını yazdığı için onur ödülü olarak vermişti. Ernst Amca’nın adının ödüller ve onurlarla birlikte anıldığı günler çok geride kalmıştı. Şimdilerde genelde ünü giderek kötüye gidiyordu. Amcamın doruklarda olduğu sıralarda ben daha bebek beziyle dolaşıyordum. Ernst Amca’yı seviyordum çünkü kaybettiğinde sızlanan biri değildi. Arada sırada şöyle şeylerin aklıma geldiği oluyordu: Benim babam sen olmalıydın! Ya da daha iyisi: Benim babam aslında sen olmalısın kesinlikle! Ama hayır. Annemin o taraftan gelmiş baskıya ya da cazibeye karşı koyamamış olmasını beklemek çok fazla şey ummak olurdu. Bildiğim kadarıyla annemin polisiye romanlarla bile arası iyi değildi. Kolt tabanca elimden yere düştü, yattığım yerde tavana bakmaya başladım. Yaklaşık yedi yüz milyon sigaradan sonra sarı kahverengi olmuştu. Odadaki mum kokusundan Ernst Amca’nın yazı masasındaki mumun yanıp bittiğini anladım. Ortalık yarı karanlıktı. Yalnızca kitaplıktaki ayaklı lambanın ve ekran koruyucusu devreye girmiş bilgisayar ekranının ışığı vardı. Neredeyse hiç ses yoktu. Mosse Yolu’ndaki araba trafiğinin uzaktan gelen sesleri yağmur oluklarından birinden gelen şıkırtılara karışıyordu. Yağmur yağıyordu. Çok rahattım. Yaşamımın geri kalanını bu divanda yatarak geçirebilirdim pekâlâ. Ama insan böyle düşünmemeli, çünkü o zaman telefon çalıyor. Benim durumumda çalan Ernst Amca’nın cep telefonuydu. Ayağa kalkıp telefonu açtım. "Ernst Moberg’in telefonu!" "Selam Fillip, ben Terningvold!" Zaten telefonun ekranında görmüştüm. Yani arayanın Terninger olduğunu. "Merhaba," dedim. "Sana herhangi bir konuda yardımcı olabilir miyim?" "Olabilsen hiç şaşırmazdım. Telefonu Ernst’e vermeye ne dersin? Sesini duymak gerçekten çok güzel ama aslında ben şimdi onunla konuşmayı düşünmüştüm." "Sanırım bu biraz zor olacak," dedim. "Yatmaya gitti. Yani daha doğrusu henüz kalkmadı." "Elbette. Saatin kaç Fillip?" "Yediyi birkaç dakika geçiyor," dedim. "Akşamın yedisinden mi söz ediyoruz yoksa sabah yediden mi? Benim bulunduğum yerde saat akşamın yedisi. Evet, yani burada, Majorstua’da." "Bir deneme yapayım," dedim. "Hayır öyle bir şey yapma sakın! Senin yapman gereken şey hemen şu anda telefonu Ernst’in eline vermek! HEMEN ŞU ANDA! Anlaşıldı mı?" Böyle bir ruh durumundayken onunla konuşmakla uğraşmadım. Telefonu gömlek cebime koyup ikinci kata çıkan dik merdiveni tırmandım. Ernst Amca’nın yatak odası kapısı açıktı. Yatağın üzerinde çaprazlama, çıplak olarak yatıyordu. "Terninger arıyor," dedim. "Cehennemin dibine gitmesini söyle," dedi amcam. "Sana cehennemin dibine gitmeni söyleyecekmişim," dedim telefona. Ernst Amca bir anda doğrulup oturdu. Terningen güldü. "Amcana sor bakalım bundan böyle faturalarını nasıl ödemeyi düşünüyormuş," dedi ve telefonu kapadı. "Salak şey!" diyen Ernst Amca telefonu elimden kaptı. Canımı sıkmamı gerektirecek bir şey yoktu. Her zaman böyleydi onlar. Aşağı indim, kahve makinasını çalıştırdım, sonra öğlen yemeğinden kalanları buldum. Haşlanmış et ve patates. Bunları demir tavada biraz ısıtırken amcamın mutfak masasında bıraktığı paketten ipincecik bir sigara sardım. Eski Ronson çakmak ve kibrit masada duruyordu. Camın önüne gittim. Dışarısı iyice kararmıştı. Yalnızca yaşlı elma ağaçlarının ve komşu bahçedeki çamların siluetleri görünüyordu. Bir şeyler vardı... Niye olduğunu bilmiyorum ama birden silkindim. Terningen’in sesinde bir gariplik mi vardı? Hayır. Her zamanki ekşi sesti işte. Ya amcam? Şimdi duşa girdiğini duyabiliyordum. Ve ıslık çalmıyordu oysa hep böyle yapardı. Bu sabah saat beşte sendeleyerek eve geldiği göz önüne alınırsa bence bu da çok dikkat çekici bir şey sayılmazdı. Böyle durumlarda ayağa kalkmaya zorlanınca insanın canı ıslık çalmak istemezdi elbette. Saat akşamın yedisi olsa bile. Ama Terningvold’la konuşmalarının çok kısa sürmüş olduğunu düşündüm. Terningen amcamın çalıştığı derginin editörü olduğuna göre bunun anlamı bence... Elbette. Amcamı ve beni bir kavga bekliyordu. O yüzden orada huzursuz bir şekilde duruyordum. Çok fazla ciddiye almasam da bu kavgalardan hoşlanmıyorum. Bana unutmuş olmayı tercih edeceğim birtakım şeyleri anımsatıyorlar. Arkamda bırakmak istediğim şeyler. Merdivenlere çıktım, bir kibrit yakıp karanlığın içine savurdum. Bir yıldız kaydı. Kısa bir süre sonra Ernst Amca ikinci kattan aşağı indi. Islık çalma havasında değildi hâlâ, üstelik de biraz dalgın görünüyordu. Başka bir deyişle işe gitmek üzereydi. Terningen’ den yeni bir görev almıştı. "Yemek hazır," dedim. "Yemek ve kahve. Bir şeyler ye de öyle yola çıkalım." Son söylediklerimi duymazdan gelmeyi yeğledi. Cep telefonunu bıraktı, eti ve patatesleri derin bir tabağa doldurdu. "Sen yemeyecek misin?" Kahvesini doldurdum. "Ben saatler önce yedim." Esnedi. "Ne kadar kötü arkadaşlarım var benim Fillip! Ne zaman eve dönmeye hazırlansam ne diyorlar biliyor musun? Gevşe birazcık! diyorlar hemen. Böyle böyle saat sabahın dördü oluyor." "Neredeyse dört buçuk," dedim. "Terningen ne istiyordu? Bir ileri banka falan mı soymuş?" Sıcak yemeğini üfledi. "Yok çok daha kötüsü. Yaşlı bir armatör dövülerek öldürülmüş. Barkvik’te." "İyi," dedim. "Gidip eşyalarımı toplayayım!" Yemeğini çiğnerken bana oturmamı işaret etti. İstediğini yaptım. "Bu kez sen evde kalıyorsun! Üzgünüm ama bu bir cinayet davası. Ve sen on altı yaşındasın." "Tamam, olur," dedim. "Ben de Skipper Caddesi’ne gidip orada takılanlardan kendime yeni arkadaşlar bulurum. Sen bizi hiç düşünme, sen yokken evi de toplayabiliriz. Bahçenin çimlerini biçeriz. "Şayet benim sözümü dinlemezsen burada kalamazsın Fillip! Hepsi bu kadar. O zaman annenin ya da babanın yanına taşınman gerekir." "Tamam olur dedim ya!" "Yalnızca bir iki günlüğüne gidiyorum. Anladığım kadarıyla suçluyu ele geçirmişler bile." "O zaman beni yanında götürmenin niye bu kadar sorun olacağını anlayamıyorum," dedim. "Orada deli bir katil, baltasını sallayarak ortalıkta dolaşmıyorsa." Keskin bakışlarla bana baktı. "Nereden biliyorsun bunu?" "Kruuse’nin bir baltayla öldürüldüğünü mü?"