Ayet ve Slogan TÜRKİYE'DE İSLAMİ OLUŞUMLAR Ruşen Çakır LİJ METİS YAYINLARI Yaşadığımız Ayet ve Slogan TÜRKÇE'DE \SİAU\ OLUŞUMLAR Ruşen Çakır İÇİNDEKİLER Bu Kitabın Öyküsü 9 Tarikatlar: Çağla Karşılaşan Tarih 17 Türkiye'Cumhuriyeti’nin Ürünleri: İslami Ekoller 77 Yaşanan Dine Karşı "Hakiki" İslam, Düzene Karşı Radikalizm 140 Cemaatten Partiye 214 Güçlenen İslamın Sıradışı Yankılan Modern Çağın Hikmet Avcıları: 232 Müslüman Entelijansiya 251 İslama Karşı İslam 275 Kaynakça 303 Ağabeyim Mehmet Ali için "İslam’ın müsamaha ruhunu katı tabiatlarına feda eden ve tarihte ’Harûri' diye bilinen ilk Hariciler ’Lâ hükme illâ lillâh' (Hüküm ancâk Allah'ındır) sloganını atarak müslümanlarla' savaşmışlardır. Gerçekte bu slogan Kur’an ayetlerinin bir parçasıdır. Fakat slo- ganlaşmış haliyle artık Kur'an’ın bütünü içerisinde ifade etmekte olduğu manasından çıkrçıış, karşı tarafı tekfir (kafir saymak) için bir formül oluvermiştir." HİKMET ZEYVELİ Kelime, sayı 3, Ağustos 1986, s. 24 BU KİTABIN ÖYKÜSÜ "İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” îsmet Özel Ben bir gazeteciyim. Ama "Ayet ve Slogan" son yılların popüler tanım lamasıyla bir "gazeteci kitabı" değil. Çünkü daha önce bir gazete ya da der gide çıkan yazıların, olduğu gibi (ya da ufak telek rötuşlarla) bir araya ge tirilmiş hali değil. Dolayısıyla hiçbir basın kuruluşunun koruyucu kal kanına sahip değil. Sorumlulukları yalnızca yazarına (bana) ait. Bu kitabın hatasız ve eksiksiz olduğunu iddia edecek değilim. Ancak, bütün bunlara rağmen yayınlanmalıydı, yayınlandı. Hatta geç bile kalın dığı söylenebilir. Çünkü böyle bir çalışmanın mükemmelliği yakalayabil mesi, koşullar ne olursa olsun imkânsız. Türkiye'de herhangi bir ideolojik kesimin birçok düzlemde, birçok bo yutta ele alındığı çalışmalar yok denecek kadar az. Bazı katıksız anti- komünistlerin soğuk savaş ruh haliyle döktürdükleri dehşetengiz "komü nist hareketler raporları" ile "içeriden" yazıldığı için tüm hayati noktalara eğilemeyen, yumurta küfelerinin hep sırtlarda hissedildiği "Sol Kendini Anlatıyor" gibi çalışmalar mevcut. 12 Eylül sonrası Türkiye Solu’nu an layabilmekte önemli bir boşluğu doldurduğu kesin olan Rafet Ballı'nın "Sosyalist Sol Konuşuyor''u da yalnız ve yalnız bir gazeteci çalışması ol mak çabasında. 12 Eylül'ün arifesinde Aydınlık gazetesinde yayınlanan "Bilinmeyen Sol" dizisi de esas olarak "doğru sosyalist tavır" adına, tasvip edilmeyen militan grupların, ev krokileri çizmeye varacak ölçüde bir yer lere ihbar edilmesiydi. îslami kesim üzerine bazı akademik çalışmalar ve birkaç dar kapsamlı 10 AYET VE SLOGAN basın dosyası dışında bunlar bile yapılmadı. Bu anlamda, 1985 yılında Nokia dergisinde muhabirlik yaparken bu kesimle ilgilenmeye başladığım da ilk farkına vardığım herkesin acemi olduğuydu. Ben zaten gazeteciliğin acemisiydim, haklarında ürkütücü tablolar çizilen İslamcılarla neyi, nasıl konuşacağımı bilmiyordum. İslamcılar acemiydi. İlk defa kendilerine, ken dilerinden olmayan biri çıkıp "Siz kimsiniz, ne yer, ne içer, nereden gelip nereye gidersiniz?" diye soruyordu. Dergideki sorumlularım, çalışma arka daşlarım acemiydi. İlk defa "gizli Kuran kursu, illegal ayin vs."den değil ama İslamcılardan söz eden haberlerle karşı karşıyaydılar. Toplum ve özel olarak benim yakın çevrem acemiydi. "Aman başına birşey gelmesin" diye samimi bir şekilde uyaranlar; "onların öyle görün düğüne bakma, iktidara gelseler ilk seni, beni keserler" diye kehanetle bu lunanlar; "abi, adamlardaki anti-emperyalist boyut hakikaten çok önemli" diye kestirmeden politik davrananlar ve daha niceleri... Büyük ölçüde o dönem yaygın olan sivil toplum tartışmaları ve bunun en belirgin yansıması olup bugün maalesef yalnızca gülünç yönleriyle hatırlanan panellerden cesaret alarak, İslami kesimle ilgimi kesmedim, hatta ilişkilerimi ilerlettim. Geçen zaman içinde acemiler ustalaştı, han dikaplar öz ve biçim değiştirdi. Bazıları benim "ajan vs." olduğumu iddia edip, İslamcıları zinhar bana "yüz vermemeye" çağırdılar. Hatta içlerinden, benim haber toplayabilmek için kendimi İslamcı gibi tanıttığımı söyleye bilecek kadar hayal güçleri geniş olanlar da çıktı. İslamcılardan bazıları beni ısrarla tebliğe çok açık biri olarak gördü, bu nedenle muhtemel bir çok güzel sohbet heba oldu. Yakın çevremdeki genel eğilim ise, bu sonunculara yakın bir şekilde, benim "modaya uyup hidayete ereceğim" ama bu arada "vakit kazanmak istediğim" şeklindeydi. İçlerinde bizzat benle iddiaya girenler bile çıktı. Bu kolektif sağırlık ortamında nesnel bilgilere ulaşmanın önünde daha bir dizi engel vardı, hep var. Örneğin bir-iki çevre ve çok olağanüstü du rumlar istisna, hiçbir İslamcı bir başkasına olan eleştirilerini (hâlâ İslam cıları birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş yekpare bir güç sananlar var mı?) somut bir biçimde yazıya dökmüyor. Bir araştırmacıyı, alabildiğine imalı yazılmış yazıları sabırla kazımaya mecbur bırakan bu tutum "müslüman kardeşliği... dışarıya sır kaçırmama” gibi "ulvi" gerekçelere yaslanıyor. Ama nedense dedikodu, eleştiriden de öte, sözlü karaçalmalar pek revaçta. İslami dergilerin birçoğunda, özellikle okuyucu mektupları BU KİTABIN ÖYKÜSÜ 11 köşelerinde, editörlerin okuyucuları "her söylenene inanmama"ya çağır maları boşuna değil. Kitapta, ele aldığım çevrelerin yazdıklarından yapılan alıntılar ve kişisel yorumlarım dışında çok az şey var. Bunların içinde dedikoduya yakın gibi görünenler varsa mecburen konulmuş, ama konulmadan önce birçok farklı kaynaktan doğrulatılmış olgulardır. Başkalarına dokunmamaya çalışan İslamcılar kuşkusuz kendi sorun larında da aynı yolu izliyorlar. Şunu belirtmek gerekiyor ki İslamcı yayın organları içinde belli bir cemaate ait olanlar herşeydcn önce kendi bağlı larına hitap ediyorlar. Bu nedenle konumlarının olumlu anlamda abartıl ması, cemaat merkezinin işine gelmediği durumlarda çok önemli konu ların pas geçilmesi ya da çarpıtılması sık rastlanan bir olay. Derginin sa mimi bir şekilde okurlarına içlerini dökmesi nedense genellikle ekonomik sorunlarda yaşanıyor. Dergi paralarını yollamayan Anadolu’daki bayiler okura şikâyet ediliyor... Ayrıca İslami grupların büyük kısmı görüş ve tavırlarını sık sık değiş tirip, bunların değişmiş olduğunu açıkça belirtmeyi de sevmedikleri için, kimi zaman varolmayan bir düşünce istikrarı adına, birbirini tekzip eden yazılar arasında sistematik bir ilinti bulmaya boşuna gayret sarfediyorsu- nuz. v Nesnelliğe ulaşmanın önündeki engeller daha da uzatılabilir. Bu engel ler beş yıl önce de vardı, bugün de var. Ama gidişin iyiye doğru olduğunu sevinerek belirtmeliyim. Yorum anlamında bu kitabın mükemmel olabilmesi için en azından yarısını "İslami Entelijansiya" bölümüne ayırmam gerekecekti. Bunu yap madım çünkü böyle bir tutum çok kaba bir "müslüman aydınlar İslami ce maatlere karşı" tablosu çıkarırdı. Ayrıca, yalnızca İslami keşimin değil, tüm Türkiye'nin yakın geleceğinde önemli bir rol oynayacaklarını düşün düğüm müslüman aydınlar üzerine geniş kapsamlı, ayrı bir çalışmaya daha şimdiden, en azından niyet olarak girişmiş durumdayım. Türkiye'de İslam üzerine düşünce üretiminin kısırlığı aleyhimeydi. Özellikle de küçük yaşta bağlandığım Türkiye Solu'nun ilgisizlik ve bil gisizliği çok ihtiyaç duyduğum tartışmaları yapmamı büyük ölçüde engel ledi. İstisnalar oldu tabii. Onlar kendilerini biliyor, çok teşekkür ederim. Hal böyle olunca tartışmalarımı büyük ölçüde müslümanlarla yaptım. Bundan pek de şikâyetçi değilim. Hele bu tartışmaların bazılarında bazen 12 AYET VE SLOGAN kinıin solcu, kimin İslamcı olduğunun karıştığı düşünülürse! Müslü manlar içinde "ufkumun açılmasında" özel olarak bazı dostlarımın çok büyük katkısı oldu. Bu beş yıllık gazetecilik serüvenimden, en azından bu dostlukları edinmeme yardımcı olduğu için çok memnunum. Kitapla ilgili teknik ayrıntılara gelince: Yüzde 97'sinden fazlasının müslüman olduğu söylenen Türkiye'nin tüm dini haritasını çıkarmak iddi asında, hatta niyetinde değilim. Son bölümde ayrıntılı bir şekilde tartıştı ğım gibi "Elhamdülillah müslümanım” diyenleri kabaca üç kategoride ele alıyorum. İlk olarak çoğunluğu oluşturan, dini inançlarını gündelik ya şamlarının belirleyici gücü olarak algılamayan "sıradan müslümanlar". İkinci olarak, sık sık "İslami kesim", bazen de "İslami cephe" olarak ad landırdığım, dinlerini yaşamlarının en temel belirleyici gücü olarak kabul eden dindar kalabalıklar. Son olarak ise, bu kalabalıklar içinde varolup, İslam'ı yalnızca bir din olarak değil, bir dünya nizamı olarak gören İslamcılar. Kitapta "sıradan müslümanlar" kapsamında olduğunu veya yönlendirici lerinin İslamcı olmadığım düşündüğüm dini cemaatlerden (Örneğin Mev- leviler, Cerrahiler, Rifailer, Rufailer, Kadiriliğin bazı kolları, Nakşi bir gelenekten gelmelerine karşın İslam'ı yalnızca bir muhafazakârlık öğesi olarak gören Işıkçılar...) söz etmedim. Bu çevrelerin bambaşka ve belki bundan daha ilginç çalışmaların konusu oldukları da kesin. ^ İslami kesimin herhangi bir şekilde etkin, önemli veya ilginç tüm çevrelerinden söz etmeye çalıştım. Başta bu kesim içinde yer alıp zamanla onu terkeden Adnan Hoca-Edip Yüksel gibi isimleri ise henüz kopuşları yeni olduğu için kitaba aldım. Türkiye'deki İslami oluşumlar kitapta altı genel bölümde incelendi. İlk bölümde İslam'dan iki yüz yıl sonra Arabistan, İran ve Horasan'da ilk ciddi örnekleri ortaya çıkan İslam tasavvufunun günümüzdeki uzantılarından İslamcı bir çizgiye sahip olanları (en azından böyle görünenleri) ele alındı. Kökenleri Kuran'da ve Hz.Muhammed'in sünnetinde bulunan İslam tasav vufu tarih boyunca çok sayıda tarikat (Allah'a kavuşturan yol) üretti. Günümüz Türkiyesi'nin tasavvufi yapılanmalarının büyük kısmı "şeriat ile tarikat" arasındaki bağı birincisinin aleyhine kopartıp modem hayata iyice eklemlenmiş durumda. İslamcı bir çizgiyi tasavvuf temelinde sürdür mek isteyen tarikatların başında ise Nakşibendilik geliyor. 14.yüzyılın or-