AVRUPA VE BİZ İLBER ORTAYLI Giriş Batı Kültürü ve Türkiye Genel Görüş Bugün, Türkiye’de Avrupa Birliği denen iktisadî ve siyasî oluşumun kültürel boyutu çok az tartışılmaktadır. Kültür bir hayat tarzını ve geçmiş kuşakların mirasını ifade ettiğine göre, Avrupa ve Türkiye bir uyum içinde midir? Tarihsel geçmiş, hal ve gelecek açısından bu uyum sorununun tartışılması icab eder. Oysa toplumumuzda hem idare edenler, hem de idare edilenler, Avrupa Birliği’ni sadece iktisadî refah, serbest işgücü dolaşımı konuları etrafında ve bir kısım çevreler de insan hakları gibi kurumlar açısından düşünmekte olup; asıl önemli sorunun tartışılmasından herkes kaçınmakta, belki de hoşlanmamaktadır. Avrupa Birliği’nin Hıristiyan birliği olduğu keyfiyeti, bir dinî inanç veya içimizdeki dinî azınlıkla uyum sorunu olarak ele alınıyor. “Bunu bazı reform kanunları çıkararak çözümleriz” deniyor. Oysa laik Türkiye’nin dinî ideolojiden çok, dinlerin getirdiği kültürel miras ve kültürel tortu ile sorunu vardır. Dinî miras bir hayat biçiminin kültürel sonucudur. Avrupalılar tarafından bazen belli belirsiz ihsas ettirildiği, bu dünyada “bizimkinden” başka ethik değerlerin var olduğu yine aynı çevreler tarafından sık sık tekrarlandığı halde; bizim düşünce dünyamızın bu söylemin üzerine eğilmemesi, bu konuyu tabu haline getirmesi bir deve kuşu tutumudur. Kuşkusuz böyle bir tartışmaya girildiği takdirde, Avrupalıların kendileri için koydukları ve var olduğunu ileri sürdükleri ayırımcı kıstasların da eleştiriye tâbi tutulacağı ve muhtemelen gerçekliğini yitireceğini söylemek mümkündür. Avrupa Birliği’ne pragmatik bir yaklaşımımız var: Türkiye muhtaç olduğu iktisadî hamleyi gerçekleştirmek için birtakım engellerin kalkmasını istiyor. Bu nedenle de Avrupa Birliği ile iktisadî bütünlüğünün sağlanması, bu safhada Türk idarî makamları kadar akademik dünyayı da çok meşgul etmektedir. Meseleye bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sorunları bir ölçüde çözümlenmiştir denebilir. Meselâ hukukî mevzuatın, kanunlarımızın bu dünyaya uyumu açısından bu iddia ileri sürülebilir. Şurası bir gerçektir ki Türk hukuk mevzuatı Avrupa Birliği ile, sadece Birliğin yeni adayları olan eski sosyalist Doğu Avrupa halk cumhuriyetlerinin durumu açısından değil, hatta bir ölçüde kıdemli üye Yunanistan’dan daha fazla uyum içindedir. Türkiye İmparatorluğu aslında 19. asırdan beri hukuk sistemini Romanize ederek Batı Avrupa ile hukukî bütünleşmeye gitmiş ve 1926’da Medenî Kanun’un kabulü ile bu süreç tamamlanmıştır. Daha Tanzimat’la, Ticaret Kanunu (1850 yılı Fransız kaynaklı) Ticaret-i Bahriye Kanunu (1863 yılı); Ceza Kanunu (Mayıs 1840 tarihli kanun 1858’de Fransızların 1810 tarihli metnine göre yeniden düzenlendi); ceza usulü ve idarî sahada Avrupa benzeri kararname ve nizamnamelerle bir hayli yol alınmıştır ve hatta 1293 tarihli Kanun-ı Esasî de (1876) bu sürecin bir sonucudur. Türkiye tarihinde sanayi medeniyetinin temelleri eskiye uzanır, çarpık ve yavaş gelişen bir sınaî yapı, her şeye rağmen teknolojik bilgi birikimi ve usta bir mühendislik temelleri üzerinde gelişmiştir. Dolayısıyla Türkiye ile Avrupa bütünleşmesinde temel sorun sınaî ve teknolojik bilgi ve uyum yeteneği de değildir. Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesi, bütünüyle kültürel yapı, kültürel tercihler gibi sorunlar etrafında biçimlenmektedir. Kültürel yapı ve kültürel biçimlenme birçok yerde teknolojiden ve sanayi medeniyetinin icabı olan alt yapısal unsurlardan ayrılamaz. Yani Ziya Gökalp’in kendi zamanında dahi tenkit edilen hars ve medeniyet ayırımı sun’îdir ve kolaylıkla uygulanabilecek bir ayırım değildir. Bununla birlikte sanayi medeniyetinin kendisi de sanıldığı kadar üniversal ana hatlara sahip değildir. Sanayinin renkleri, yapısı, kuruluşu, işçi-işveren ilişkileri, işçi sınıfının bilinci de her ülkenin tarihî mirası, coğrafyası ve tarihî kültürel yapılanmasından bağımsız değildir. Kaldı ki sanayinin karakteri, bünyesinde büyük ölçüde üniversal hatları barındırsa da kültürel yapı toplumun bilincinin eseridir. Kültürel yapının objektif (en soi) varlığını coğrafî ve tarihî oluşum tayin etse de, onun algılanması ve toplumun bilincinin yerleşmesi ile kültürel yapı somut anlamıyla var olur. Kültürel çevre ve yapıyı algılayamayan bir toplumun yaratacağı kültür (pour soi) yoktur; çünkü onun tarifini yapıp, görünümünü saptayamayan bir toplum kültürel bilince de ulaşamamıştır ve dolayısıyla ortada o topluma has bir kültür yoktur. Tabii böyle bir ideal durum mutlak anlamda var olamaz. Ancak bir ölçüde gerçekleşir. Dolayısıyla bu kültürel bilinç o kültürü saptamak, öğrenmek ve öğretmekle mümkün olur. Bu unsurları öğrenip benimseyemeyen bir toplumun, maalesef kimliği de aslında her toplumda bulunan lisan ve din gibi iki temel ayırıcı unsurun varlığına rağmen yeterince sağlam temellere oturamaz. Zira lisan ve din bir toplumu diğer toplumlardan ayıran iki önemli kimlik tayin edici unsur olsa da, asıl o lisan ve dinin, toplumun tarihî oluşumundaki rolü, bunların etrafında gelişen toplumsal kurumlar ve renkler toplum üyeleri tarafından algılanmadıkça, toplum dış dünyaya karşı yeterli direnç kazanamaz. Her zaman her toplumun yabancı kültürlerle karşılaşması kaçınılmazdır; ama belirttiğimiz durumda bu halin olumlu alışveriş ve sentezlerle sonuçlanması yerine, yerli kurumların zedelenmesi, yıkılması ve yenisi ile ikame edilememesi gibi sarsıntılar olur. Toplumlar dinamizmlerini yitirebilir ve kendilerini yeniden üretecek doğru ve isabetli kültürel değişimlere ulaşamayabilirler. Tarih bilgisi ve bilinci olmadan bir toplumun kültürel kimliğini saptaması son derecede zordur. Dolayısıyla ön planda bugünkü Türk toplumunun mensup olduğu Akdeniz- Ortadoğu bölgesinde İslâm medeniyetinin ne olduğunu bilmek gerekir. Hemen belirtelim ki tarihin gelişimine vakıf olduğumuz zaman, Akdeniz’in doğusu ve batısı arasındaki fark, temel bir medeniyet farkı değildir. Batı’nın rasyonel, Doğu’nun irrasyonel olması gibi temel ayırımlara dayandırılan farklılaşmalar ve kutuplaşmalar sun’îdir. Bundan başka, Doğu-Batı farkı veya Batı dışı coğrafya parçasının geri kalmış, gelişmeye yeteneksiz olması gibi tasnifler de çok ilginçtir. Zira bu gibi tasnifler, bugünkü Batı Avrupa’dan önce, Doğu Akdeniz’in İslâm dünyasının eseridir. Bir örnek verelim: M.S. 11. asırda (1055-1056 yıllarında) demek ki Haçlı Seferleri’nden aşağı yukarı 40 sene evvel, önemli gördüğümüz (ama türünün tek örneği olmayan) bir kitap, Kitâbü’t-Tabakat ve’l Umem Endülüslü Kadı Said bin Ahmed el-Andulusî tarafından kaleme alınmış ve 1930’larda ünlü Fransız oryantalist Régis Blachère tarafından Livre des Catégories des Nations başlığıyla Fransızcaya çevrilmiştir.1 Burada Kadı el-Andulusî diyor ki; “Medeniyete hizmet eden kavimler Ebraniyyun (İbraniler), İraniyyun (İranlılar), Hintliler, Romalılar ve tabii Araplardır.” Yunanlılar ve Arapları temel olarak ayrımlaması ilginç, iki kesim arasındaki tercüme ve kültürel kosmos veya akkültürasyonun bilincinde. Bunların dışında es-Siniyyun ve el-Etrak var; çünkü Çinliler ve Türkler aslında pratik zekâlı, yaratıcı milletlerdir. Ticaret de yaparlar-yapıyorlar; çünkü Çin’den bir sürü şey geliyor. Türkler de at getiriyor, bir sürü silâh satıyorlar; fakat bunların medeniyete katkıları yoktur, “zeki iki millet” diyor. Bunun dışında, şimal halkları ve cenuptaki zenciler ele alınmış, daha doğrusu alınmıyor. Şimaldeki bugünkü Avrupalıların ecdadı için “medenî değildir, coğrafyaları nedeniyle manevî nokta ve zekâları gelişmemiştir, esprileri yoktur, faydasız topluluklardır” diyor. Bu tabii basit bir önyargı değil, pekâlâ coğrafî determinist bilimsel bir tasniftir; vakıalara dikkat edilmektedir. Montesquieu ve Vico 7-8 asır sonra daha iyisini söylemiyorlar. Bu tasnif ve tasvirde dikkatimizi çeken ilk husus, ne Müslüman ne de Arap şovenizminin olmasıdır; çünkü medeniyeti kuran kavimler diye saydığının yarısından çoğu, Mecusî, putperest, Hıristiyan, Yahudi vs. dir. Demek ki burada bir adam bir medeniyet kıstası kullanmıştır. O “Medine”nin, şehrin, şehir medeniyetinin etrafında kurulan örgüyü, tarihî olarak tespit etmiştir, İbni Haldun (1332-1406) bir müddet sonra muhteşem bir tarih yazmıştır.2 Ondan önce Reşidüddin, Câmiü’t-Tevârih3 adlı bir dünya tarihi yazmıştır. (Etrafında tarih yazan bir kadro, içlerinde Çinli ve Avrupalı yardımcıları bile vardı.) İbni Haldun ve Reşidüddin’in bahisleri arasında, Yahudi hahamların bilmediği Yahudi tarihine ait olaylar dahi vardır. Zira haham geleneği, Flavius Josephus gibi laik Yahudi tarihçilerin değindiği birçok vakıaya değinmez. Sonra Müslüman yazar Şehrestanî gibi bir dâhinin Kitâbü’l-milel ve’n nahal adlı dinleri gayet objektif ve şaşılacak zenginlikte anlatan bir eseri vardır. Demek ki Said el-Andulusî gibileri için, bu gibi eserlerden elde edilecek bilgi de vardır. Burada bilimsel bir kategorizasyon vardır ve hükümler de buna göredir. Akdeniz bölgesinde bugün bizim şikâyet ettiğimiz Eurocentrisme benzeri görüşler, Doğu dünyasında da vardır. Birtakım uygarlıklar, kendi kıstasları, kendi referans noktalarıyla insanı, medeniyetleri tasnif etme eğilimindedirler. Bunu Avrupa da yapmıştır; ama başka türlü yapmıştır. Nasıl yapmıştır? Würzburg Sarayı’nın tavanında ünlü İtalyan ressam Tiepolo’nun alegorik bir tavan resmi var. 17. asra ait bu resimde dört kıtayı resmetmiştir. Avrupa bütün şaşaası, bütün renkliliği, bütün üstünlüğüyle kubbenin tam ortasında yer alıyor; yani, dünya Avrupa merkezlidir ve ışık Avrupa’dan yayılır. Yine 18. yüzyılın ünlü filozofu Voltaire, tarihi dört safhaya ayırmaktadır ve dört safhanın birincisi Yunan; ikincisi Roma –bunlar yüksek safhalardır– üçüncüsü Rönesans’tır. Rönesans doğrudan doğruya İstanbul’un fethi ile meydana çıkıyor ve gayet gülünç bir izah var ki, bu tip filozofların her zaman açık kalan noktalarına bir örnektir. Dâhilerin bazen okuyucuyu hayrete düşüren saflıkları da oluyor. Sanki Fatih’in askerleri bir kapıdan giriyor, öbür kapıdan âlimler kitaplarla İtalya’ya gidiyorlar ve Rönesans böyle başlıyor. Bu garip tasvir Voltaire’indir; fakat daha garibi, bizim okul kitapları da bunu almışlardır. Hatırlarsanız, “İstanbul’un fethiyle Rönesans başlar” diye uzun zaman okutulmuştur. Rönesans daha henüz sınırları ve mahiyeti tartışılan bir husustur ve tartışılagelecektir (fakat 18. yüzyılda tarih felsefesi budur). Dördüncü safha ise, Rönesans’tan sonra gelir ve Voltaire, XIV. Louis Asrı’nda [Le Siècle de Louis XIV] ele alıp açıklıyor: “Ülkede artık ilimler, sanatlar, hukuk o dereceye ulaşmıştır ki beşeriyet bundan sonra Fransa’dan kâm alacaktır, onun ışıklarından esinlenecektir” der. Tarih felsefesi deyimini kullandığı bu eserde teleolojik (gaî) yorumla, tarih çizgisi yani beşeriyetin tarihî macerası âdeta XIV. Louis Fransası’nda kilitleniyor. Bu ethnocentrisme (milliyet merkezli bakış) aslında bir Eurocentrisme’in (Avrupa merkezli bakışın) ve dünya görüşünün eseridir. Voltaire tipi “tarih felsefesi” Avrupacı ve ulusalcı bencilik, 19. yüzyılda Hegelci tarih felsefesi ile doruğa ulaşır. Hegel’in tarihî kademelendirmesinin son safhası Prusya devletidir. Bundan sonra Prusya’dan daha üstün bir kuruluş olmayacaktır. Beşeriyet tarihinin doruk noktası odur, insanlar âdeta onun için yaşamıştır. Demek ki bir zamanlar, çok masum, çok tarafsız tarih ve toplum gözlemleriyle Doğu dünyasında, yani bizim mensup olduğumuz medeniyette başlayan bölgeci tutum, zamanla Avrupa’ya da, ama bir siyasî ve medeniyetçi misyonla (!) beraber kaymıştır ve Avrupa’da bu görüş her zaman vardır. 18. yüzyıl Avrupası’nın bu görüşü, çocukluğumuzdan beri bize de telkin edilen, “Âlem aya gidiyor, biz yerimizde sayıyoruz” sloganıyla da etkisini gösterir. 1972’de Paris İlimler Akademisi adına Mousnier şöyle bir beyanname ortaya koyar: “Avrupa kıtası her zaman