ÇAĞDAŞ DÜNYA YAZARLARI Sue Miller AŞAĞIDAKİ DÜNYA Yayın Yönetmeni İlknur Özdemir Yayına Hazırlayan Pınar Savaş Dizgi Gülay Yıldız Düzelti Fulya Tükel Montaj Mine Sarıkaya Kapak Düzeni Semih Öze an Kapak Baskı Çetin Ofset İç Baskı Özal Basımevi Cilt ZE Ciltevi 1. basım: 2003 İngilizce aslından çeviren DİLEK ŞENDİL CAN YAYINLARI LTD. ŞTİ. ISBN 975 - 07 - 0259 - X e 2001 by Sue Miller/ Kesim Telif Hakları Ajansı Can Yayınları Ltd. Şti. (2001) Hayriye Caddesi No. 2, 80060 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0 - 212) 252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 http: //www.canyayinlari.com e - posta: [email protected] Sue Miller 1943’te Chicago’da dört çocuklu bir ailenin kızı olarak doğdu. Okulu bitirdikten kısa bir süre sonra yirmi yaşındayken evlendi. 1968 yılında oğlu doğana dek irili ufaklı işlerde çalıştı. 1971’de kocasından boşandıktan sonra Massachusetts eyaletinin Cambridge kentinde, geçimini yaşlılar yurdunda çalışarak, evini pansiyon olarak kiralayarak kazandı. Oğlunu tek başına yetiştirirken, piyano derslerini ve yazmayı ihmal etmedi. Sue Miller’ın ilk öyküsü 1981’de yayınlandı. 1983-84 döneminde Radcliffe’te kazandığı Bunting Bursu ona ilk romanı The GoodMother’ı yayınlatma yolunu açtı. 1986 yılında yayınlanan The Good Mother’ı bir dizi kısa öykü izledi. 1990’larda Family Pictures, For Love, The Distinguished Guest ve While I Was Gone’ın ardından 2001 yılında Aşağıdaki Dünya yayınlandı. Sevgili masalcı anneannem Marguerite Mills Beach’in anısına BBB BİRİNCİ BÖLÜM BBB Bir Gözünüzün önüne getirin bir: Kuru bir hava, serin bir gün, yükseklerde birikmiş kümülüs bulutları kuzeybatıdan güneydoğuya süzülürken, gölgeleri de peşleri sıra, bu yıl içinde son kez biçilecek olan saman tarlaları boyunca ilerliyor. Aşağıda, tarlalar arasındaki toprak yolda bir at arabası, içinde yan yana oturan iki ihtiyar, yıpranmış pazar giysileriyle yetişkin kızlarının cenazesine doğru kasabanın yolunu tutmuşlar, ikisinin de ağzını bıçak açmıyor, ama onlara bakan, yaşlı kadının durmaksızın dudaklarını oynattığını görebilir, arka arkaya sürekli aynı sözcükleri mırıldandığını duyabilir. Kızı hasta yatağında haftalar boyu ölümü beklerken, kadıncağızın tek dileği torunlarını içine düştükleri bu durumdan, annesiz kalmaktan kurtarmak olmuştu. Onları çiftliğe, yanına alacaktı. Şimdi de bunu nasıl açıklayacağının provasını yapıyordu, farkında olmaksızın dökülüyordu sözcükler dudaklarından; kocası da fark etmemişti. Bir de şunu getirin gözünüzün önüne: Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen aynı gün ikindi saatlerinde üç torundan ikisi, büyük olanlar, kızlar, kahkahalarla gülüyor. Nasıl oldu da böyle yanlış bir fikre kapıldı diye yaşlı kadınla, anneanneleriyle alay ediyorlar saygısızca. Pek kaba sayılmazlar aslında. Ne de olsa ikisi de çocuk daha. Bütün çocuklar gibi düşüncesiz onlar da. Ama daha önemlisi, bu tuhaf günün büyük bölümünü, annelerinin gömüldüğü günü kahkahalarla geçirmeleri. Kahkahalarına engel olamıyorlar bir türlü; gülmeleri biraz da histeri nöbetini andırıyor, ne düşüneceklerini, ne hissedeceklerini bilememelerinden kaynaklanıyor. En kolayı kahkaha atmak. Kendilerini bekleyen bütün karanlık duygularla baş etmenin tek yolu. Gün ağarmadan kalkmışlardı yataklarından, babalarıyla küçük kardeşleri daha uyanmadan, anneanneleriyle dedeleri daha kasabaya doğru yola koyulmadan, üstlerine düşecek onca tatsız işin ağırlığından neredeyse sersemlemiş olarak. Kilisedeki törenin ardından yenecek yemeğin kusursuz olması gerekiyordu -yumurta ezmesi, jambon, fırında patates, top ekmek, üç çeşit salata, tatlı ve kurabiye-, ikisinin de elinde yerine getirilecek uzun bir görev listesi vardı. Geceliklerini çıkarmadan, yalınayak, mutfakta çalışırlarken gökyüzünden süzülen sabahın ilk ışıkları yavaşça içeriye doluyordu. Evin kâhyası Bayan Beston geldiğinde, giyinsinler diye hemen odalarına gönderdi onları. Bayan Beston’ın yapacak çok işi olduğundan bir gün önceden kendileri ütülemişlerdi elbiselerini. Yatak odasında kapının arkasına astıkları giysiler buram buram kola kokuyordu, kızgın ütünün kokusu bile duyuluyordu belli belirsiz, hani o tatlı, yakıcı koku. Elbiselerini giyerlerken, uzun saçlarını örmek için birbirlerine yardım ederlerken gülmekten katılıyorlardı, hapşırık gibi bir geldi mi insanın hiç kurtulamadığı türden bulaşıcı bir kahkaha tufanıydı bu. Arada sırada böğürürcesine sesler bile çıkarttılar, saygısızca. Dinmedi bir türlü. Birbirlerine ya da saçları dimdik, pijamalarıyla onların odasına gelip yataklarına oturarak ablalarını seyretmeye koyulan erkek kardeşleri Freddie’ye bakmaları bile yetiyordu kahkahaları koyvermelerine. Belki şimdi anlamışsınızdır, günün daha sonraki saatlerinde babaları, anneannelerinin fikrinden söz edince neden makaraları salıverdiklerini: neden gene aynı isteri nöbetine tutulduklarını. Kadınla alay ettiler düpedüz. Dedesiyle birlikte at arabasına atlayıp gelmelerine güldüler; babalarının ezelden beri bir otomobili vardı çünkü, öyle geliyordu onlara (yedi yıl olmuştu otomobil alınalı). Anneannelerinin ağzında topu topu sekiz dişi kalmasına, bundan ötürü gülümserken elini ağzına götürmesine güldüler, bu tuhaf, çekingen hareketi güzelce taklit edebiliyordu ikisi de. Başında kabarmamış bir pandispanya gibi duran hasır şapkasına, bütün önemli günlerde giydiği eski moda elbisesine güldüler. Bir de babalarının gitmelerine razı geleceğini düşünmesine. *** “Onlar daha çocuk,” diyordu yaşlı kadın damadına. “Çocukluklarını yaşamaları gerek.” Selâmlaştıktan sonra birlikte salona gitmişlerdi; ihtiyar, konuşacaklarının gizli olduğunu söyleyince babaları sürgülü kapıları kapattı. Kapılar öyle uzun zaman açılmamıştı ki üstleri bir parmak tozla kaplıydı. Dul kalan erkekle ölen kadının annesi içeride gözlerini birbirlerinden kaçırarak oturdular, kadın konuşmak için zorluyordu kendini, damadına planını anlatmaya çalışıyordu. İyi bir konuşmacı değildi, bırakın böyle güç bir konuda konuşmayı, daha kolay koşullar altında bile beceremezdi bunu. Hoş, ilk sözlerinin ardından neler söyleyeceğini düşünmemişti. Aslında başka diyeceği de yoktu.
Description: