ebook img

ARAP DİLİNDE GULÜV Giriş haddi aşmaanlamı taşımaktadır. ﻢﻜِﻨﻳد ﻲﻓ اﻮُﻠْﻐَﺗ ﻻ“Dininizde a PDF

19 Pages·2010·0.21 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview ARAP DİLİNDE GULÜV Giriş haddi aşmaanlamı taşımaktadır. ﻢﻜِﻨﻳد ﻲﻓ اﻮُﻠْﻐَﺗ ﻻ“Dininizde a

bilimname XVII, 2009/2, 245 - 263 ARAP DİLİNDE GULÜV Metin PARILDI Dr., Erciyes Ü. İlahiyat F. [email protected] Giriş Gulüv ﻮّ ُﻠﻏُ kelimesi, ﻮُﻠﻐْ َﻳ - َﻼﻏَ fiilinin mastarı olup, kullanıldığı bütün terkiplerde ﻢﻜﻨِﻳد ﻲﻓ اﻮُﻠﻐْ َﺗ ﻻ haddi aşma anlamı taşımaktadır. “Dininizde aşırı gitmeyin!” (Nisâ, 4/171; Mâide, 5/177) ayetinde olduğu gibi dinde aşırı gitmek ya da ًاﻮّ ُﻠﻏُ ﻮُﻠﻐْ َﻳ ﺮﻣَْﻷا ﻲﻓ ﻼﻏَ herhangi bir şeyde aşırı gitmek; اﻮٍّ ُﻠﻏُ و ًاﻮْﻠﻏَ ﻮُﻠﻐْ َﻳ ﻢِﻬْ ﺴﱠ ﻟﺎﺑ ﻼﻏَ ifadesinde ise oku mümkün olduğu kadar uzağa atmak için elini kaldırmak1 anlamına gelmektedir. Belâgat terimi olarak gulüv (hyperbole), mübâlağa (emphasis/exaggeration) sanatı içinde ele alınmaktadır. Belâgatçıların, teblîğ, iğrâk ve gulüv şeklinde derecelen- dirdiği2 mübâlağanın, son aşamasını temsil etmektedir. Bu derecelendirmeye göre mübâlağa, aklen (zihinde tasavvuru) ve âdeten (dış dünyada gerçekleşmesi) mümkün olursa teblîğ; aklen mümkün olup, âdeten mümkün olmazsa iğrâk; hem aklen hem de âdeten mümkün olmazsa gulüv adı verilmektedir.3 Ancak, eski dönem eleştirmen ve belâğatçıların konuyu ele alış biçimlerine bakıldığında, yukarıdaki gibi sistematik bir ayırım görülmemektedir. Dolayısıyla, hem kapsam hem de isimlendirme bakımından farklılıklar bulunmaktadır. Sözgelimi, Ebû Nuvâs’ın (ö.198/814) Hârun Reşîd hakkında söylediği ve sonraki dönem belâğatçılar tarafından gulüv olarak isimlendirilen, ﻖِ َﻠﺨْ ُﺗ ﻢْ َﻟ ﻲﺘِﱠﻟا ﻒُ َﻄﻨﱡﻟا ﻚَُﻓﺎﺨَ َﺘَﻟ - ﻪُﱠﻧإ ﻰﱠﺘﺣَ كِﺮْ ﺸﱢ ﻟا ﻞَﻫْ َأ ﺖَ ﻔْ ﺧَ َأو 1. İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab, Dâru Sâdir, Beyrût, 1410/1990, XV/132. 2. ‘Ali C. Sellûm; Hasen M. Nûru’d-Dîn, ed-Delîl ile’l-belâga ve ‘arûdi’l-Halîl, Dâru’l-‘Ulûmi’l-‘Arabîyye, Beyrût, 1410/1990, s. 179. 3. el-Kazvînî, el-Îdâh fî ‘ulûmi’l-belâga, nşr: Behîc Gazzâvî, Dâru İhyâi’l-‘Ulûm, Beyrût, 1419/1998, s. 340; el-Kazvînî, et-Telhîs fî ‘ulûmi’l-belâga, nşr: ‘Abdu’r-Rahmân el-Berkûkî, Dâru’l-Fikri’l- Arabî, s. 371-372; Yahyâ b. Hamza el-‘Alevî, Kitâbu’t-Tırâzi’l-mutedammin li-esrâri’l-belâga ve ‘ulûmi hakâiki’l-i‘câz, Matba‘atu’l-Muktataf, Mısır, 1332/1914, III, 125; Sa’du’d-Dîn et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-me‘ânî, Dâru’l-Fikr, Kum, 1411, s. 278. 246 Metin Parıldı “Müşrikleri öyle korkuttun ki, henüz yaratılmamış olan nutfeleri bile senden ﺎﻫﻮﻠﺋﺎﻗ قﺮﻏأ ﻲﺘﻟا تﺎﻴﺑﻷا korkarlar.”4 beytindeki mübâlağa için “ifrât”5, “igrâk” ( )6, “gulüv ve ifrât”7, “gulüv”8 “gulüv ve ifrât fi’s-sifa”9 gibi farklı ifadelerinin kullanıldığı görül- mektedir. Dolayısıyla, bu makalede gulüv konusu, genel olarak “aşırı mübâlağa” çer- çevesinde, belli başlı eleştirmen ve belâğatçılara müracaat edilerek ele alınacaktır. Adı ne olursa olsun, ilk dönemlerden itibaren, edebiyat eleştirmenleri ve belâgat alimleri tarafından gulüv (aşırı mübâlağa) konusu hem olumlu hem de olumsuz yaklaşımlarla ele alınmıştır. Özellikle Abbasiler döneminden itibaren yaygınlık kazan- maya başlayan ve çoğu İran kökenli olan zındıklık ve ahlâksızlığıyla tanınan ediplerin şiirlerinde İslam inanç ve ahlâkıyla, Arap örf ve adetleriyle abartılı ifadeler kullanarak alay etmeleri, gulüv hususunda olumsuz bir bakış açısı ortaya çıkarmıştır.10 Olumlu bakanlar ise bu konuya şiir sanatı açısından yaklaşmışlardır. Dolayısıyla edebi zevk ile ahlâk/inanç arasında sıkışan edebiyat eleştirmenlerinden ve belâğatçılarından çoğu da gulüv konusunda ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır. Bu konuda belağatçıların görüşlerini net bir şekilde kategorilere ayırmak kolay görünmemektedir. Dolayısıyla, görüşlerine müracaat edilen belağatçılar kronolojik bir sıra içinde ele alınacaktır. 1. İbn Kuteybe (ö.276/889) Gulüv konusunu ilk defa İbn Kuteybe ele almıştır.11 Doğrudan doğruya gulüv kelimesini kullanmasa da “ifrât” kelimesiyle bunu kastettiği anlaşılmaktadır. İfrat keli- mesini seçmesi bir bakıma olumsuz tavrını da ortaya koymaktadır. Aşırı mübâlağadan dolayı kusurlu bulduğu birçok beyit hakkında “ifrât” ya da “ifrât ve kezib” şeklinde not düşmektedir.12 Sözgelimi, en-Nemir b. Tevleb’in (ö.14/635) aşağıdaki beyti hakkında “ifrât ve kezibdir.” demektedir.13 يدِﺎﻬﻟاو ﻦِ ﻴﻗﺎﺴﱠ ﻟاو ﻦِ ﻴﻋارﺬﻟا ﺪﻌْ َﺑ - ﻪِ ﺑ ﺖَ ْﺑﺮَ ﺿَ نإ ﻪﻨﻋ ﺮُ ﻔِ ﺤْ ﺗ ﻞﱡﻈﺗ “(O kılıçla) kolları, bacakları ve boynu vurursan bunları parçalar geçer, yere 4. Ebû Nuvâs, Dîvân, el-Matba‘atu’l-‘Umûmiyye, Mısır, 1898, s. 62. 5. İbn Kuteybe, eş-Şi‘r ve’ş-şu‘ara’, Dâru İhyâi’l-‘Ulûm, Beyrût, 1407/1987, s. 547. 6. İbn Tabâtabâ el-‘Alevî, ‘İyâru’ş-şi‘r, nşr: ‘Abbâs ‘Abdu’s-Sâtir, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1402/1982 s. 51. 7. İbn Sinân el-Hafâcî, Sirru’l-fesâha, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1402/1982, s. 272. 8. Kudâme b. Ca‘fer, Nakdu’ş-şi‘r, nşr: M. ‘Abdu’l-Mun‘im Hafâcî, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut, ts., s. 91, 92. 9. el-Bâkıllânî, İ‘câzu’l-Kur’an, nşr: Ahmed Sakr, Dâru’l-Me‘ârif, Kahire, 1997, s. 77. 10. İsmail Durmuş, “Mübâlağa”, TDVİA, İstanbul, 2006, XXXI, 426. 11. Hasan ‘Alî ez-Za’bî, “Zâhiratu’l-guluvv fi’ş-şi‘ri ‘inde’n-nukkâd ve’l-belâgiyyîne’l-kudemâ’”, et- Turâsu’l-‘Arabî, Dimeşk, 2008, CIX, 274. 12. İbn Kuteybe, s. 105, 156, 196, 317, 332, 349, 394, 547, 552, 564, 567. 13. İbn Kuteybe, s. 196. Arap Dilinde Gulüv 247 gömülür ve sen onu çıkarmak için arar durursun.”14 İbn Kuteybe’nin beyit hakkındaki bu hükmüne bakılacak olursa, daha sonraki eleştirmen ve belâğatçıların “iğrâk” kapsamına soktuğu sözleri de hoş karşılamadığı, kusurlu bulduğu anlaşılmaktadır. 2. İbn Tabâtabâ (ö. 322/933) İbn Tabâtabâ’nın gulüv terimi için “et-teşbîhâtu’l-ba’îde” (uzak benzetmeler) ifa- desini kullandığı söylenmekte15 ise de verilen örneklerin hepsinin gulüv başlığı altında yer alması zor görünmektedir. İbn Tabâtabâ, “Söyleyenlerin latif, hoş söylemediği; sözlerinin ibarede tatlı ve akıcı bir şekilde yer almadığı türdendir.” şeklinde tarif ettiği “et-teşbîhâtu’l-baîde”ye en-Nâbiga (ö.-/604), Zuheyr b. Ebî Sulmâ (ö.-/609) ve Hufâf b. Nedbe’nin (ö.20/640) aşağıdaki beyitlerini örnek vermektedir.16 رِاﻮﺻِ نِ ﻮُﺘﻣُ ﻰﻠﻋ ﻖَ ﻳﺮِ ﻫُ ﻖٌ َﻠﻋَ - ﺎﻬﻟﺎﺣَ رِ نﱠ ﺄﻛ مٌدُْأ ﻢﻬﺑ يﺪﺨْ َﺗ “Onları öyle boz develer götürür ki, sanki o develerin yükleri yaban sığırlarının sırtlarına akıtılmış kan gibidir.”17 ﻚُﺴُ ﻨﱡﻟا ﻪُ ﺳَأر ﻰﻣﱠدَ ﺮِ ْﺘﻌِ ﻟا ﺐِ ﺼِ ﻨْﻤَ َﻛ - ﺔٍ َﺒَﻗﺮْ ﻣَ سَ أرَ ﻰَﻓوْأو ﺎﻬَ ﻨْﻋَ لﱠﺰَ َﻓ “Şahin oradan sunakların, tepesini kana buladığı, üzerinde Recep ayı kurbanının kesildiği sunak taşına benzeyen, gözetleme kulesinin tepesine indi.”18 نِ ﺎﱠﺘﻜَ ﻟا ﺔَِﻃﻮُﻴﺨُ َﻛ ﺎﻬِﻧﻮُﺘﻣُو - ﺎﻬِﺗاﺪَ َﺘﻋَ ﻦﻣ ءُاﺪﻌْ ﱠﺘﻟا ﺎﻬﻟ ﻰﻘَْﺑأ “Koşmaktan sırtları ve ayakları pamuk ipliğine döndü.” O halde İbn Tabâtabâ, “et-Teşbîhâtu’l-ba’îde” ifadesini gulüvü de içine alacak şekilde geniş çerçeveli olarak kullanmıştır. Ancak, bu başlık altında verilen örneklere bakıldığında sadece sonuncu beyitte gulüv bulunduğu görülmektedir. İbn Tabâtabâ gulüv ihtiva eden beyitleri “el-ebyât elletî ağraka kâilûhâ” (söyleyen- lerin iğrâk yaptığı beyitler) başlığı altında ele almaktadır.19 Üstelik diğer kaynaklardan farklı olarak çok sayıda örnek vermektedir. Aşağıdaki beyitler bunlardan bazılarıdır. en-Nâbiga (ö.-/604): ًاﺮﻬﻈﻣَ ﻚَﻟذ قَ ﻮْ َﻓ ﻮﺟُ ﺮﻨَﻟ ﺎﱠﻧإو - ًﺎﻣﺮﱡ ﻜَ ﺗوَ ةً ﺪَ ﺠْ َﻧ ءَﺎﻤَ ﺴﱠ ﻟا ﺎﻨَﻐْ َﻠَﺑ 14. Sadru’d-Dîn b. Ebi’l-Ferec el-Basrî, el-Hamâsetu’l-Basriyye, nşr: Muhtâru’d-Dîn Ahmed, ‘Âlemu’l- Kutub, Beyrût, 1403/1983, II, 347. 15. Ahmed Matlûb, Mu‘cemu’l-mustalahâti’l-belâgiyye ve tatavvuruhâ, Mektebetu Lubnân, Beyrût, 1997, s. 539. 16. İbn Tabâtabâ, s. 93. 17. en-Nâbiga ez-Zubyânî, Dîvân, Matba‘atu’l-Hilâl, Mısır, 1911, s. 51; en-Nâbiga ez-Zubyânî, Dîvân, يﺪﺨﺗ ﴚتم Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 2005, s. 56. (Burada “ ” fiili “ ” olarak geçmektedir.) 18. Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Dîvân, Daru’l-Ma‘rife, Beyrût, 2005/1426, s. 43. 19. İbn Tabâtabâ, s. 51. 248 Metin Parıldı “Yiğitlik ve şeref bakımından göğe ulaştık. Hatta biz bunun da ötesinde bir yüksekliği (cenneti20) umarız”.21 et-Tırimmâh (ö. 125/743) ﺪﺳأ ﻮﻨﺑ ﻪﻨﻋ ﺖْ َﻴﻔِ ﺧَ ﻪِ ﻘِﻠﺧ ﻦﻣ - ﺔٌ ﻴﻓﺎﺧ ﻦِ ﻤﺣﺮﱠ ﻟا ﻰﻠﻋ ﻰﻔَ ﺨْ َﻳ نَ ﺎَﻛ ﻮﻟ ﺪَِﺗﻮَ ﻟا ةُوَﺬْ ﺟَ ﻪﻴﻠﻋ ﺖْ ﻣَﺎَﻗَأ ﺎـــــﻤَ َﻛ – ﻢْ ــــــﻬُ ُﻟوﱠَأ لﱢﺬﱡ ﻟا رِاﺪَ ﺑ مَﺎَﻗَأ مٌﻮْ َﻗ “Rahman’a bir şey gizli kalacak olsaydı, yarattıklarından Esed oğulları O’nun bilgisi dışında kalırdı. Bunlar öyle bir topluluktur ki, ataları bir ucu yanmış çadır kazığı kalıntılarının ikamet ettiği zillet yurdunda oturdu.”22 Zuheyr b. Ebî Sulmâ (ö.-/609) اوﺪُ ﻌَ َﻗ ﻢْ ﻫِ ﺪِ ﺠْ ﻣَ وأ ﻢﻬِﻟوﱠﺄﺑ مٌﻮْ َﻗ - مٍﺮَ َﻛ ﻦﻣ ﺲِ ﻤﺸﱠ ﻟا قَ ﻮْ َﻓ ﺪْ ﻌُ ﻘْ َﻳ نَ ﺎﻛ ﻮْ َﻟ “Şerefinden dolayı bir kavim güneşin üstünde oturacak olsaydı, atalarıyla veya şerefleriyle onlar otururlardı”.23 İmru‘u ’l-Kays (ö.-/530-540 arasında): اﺮﱠﺛَﻷ ﺎﻬَ ﻨْﻣِ ﺐِ ْﺗﻹا قﻮﻓ رﱢﺬﱠ ﻟا ﻦﻣ - لٌﻮِ ﺤْ ﻣُ بﱠ دَ ﻮﻟ فِ ﺮْ ﱠﻄﻟا تِ اﺮﺻِ ﺎﻘَ ﻟا ﻦْ ﻣِ “Bakışlarını sadece kocalarına saklayan sevgililerdendir; (bu sevgilinin) incecik elbisesinin üzerinde bir yaşındaki karınca (çok küçük bir karınca) yürüse teninde iz bırakır.”24 el-Farazdak (ö.110/728): ﻩﺮُ ﺋاز ﻩُﺮَ ﻜْ ُﻳ تُ ﻮْ ﻤَ ﻟاو ، ﻲﻧﺬَ ﺧُ ﺄَﻴِﻟ - ًﻼﺒِﻘْ ﻣُ تَ ﻮْ ﻤَ ﻟا ىرَأ ﻮﻟ ﻰﱠﺘﺣَ ﺖُ ﻔْ ﺧِ ﺪﻗو ﻩُﺮُ ﻇِ اﻮﻧ مٍﺎﺳَ ﻮﻫو ﻰــﻔَ ﻏْ أ ﻮﻫ اذإ - ﺔً ﻋَ وْرَ نَ ﻮﻫْ أ جِ ﺎـــﺠﱠ ﺤَ ﻟا ﻦَ ﻣِ نﺎﻜﻟ “Öyle korktum ki, ziyaret ettiği kimsenin hoşlanmadığı ölüm, beni almak için geliyor görsem, bu bile gözleri yukarıda uyukladığı (gözlerini kapatarak vereceği cezayı düşündüğü) zamanki Haccâc’dan daha az korkutucu olurdu.”25 Ebû Nuvâs: 20. Rasûlullah (s.a.v) bu beyti dinledikten sonra “mazhar” neresi diye sorar ve “cennet” olduğu söylenir. (bkz: İbn Kuteybe, Garîbu’l-hadîs, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1408/1988, I, 127; ‘Abdu’l-Ganî el-Makdisî, Ehâdîsu’ş-şi‘r, nşr: İhsân ‘Abdu’l-Mennân el-Cibâlî, el-Mektebetu’l-İslâmiyye, ‘Ammân, 1410, s. 109; İbnu’l-Esîr, Ebu’s-Sa‘âdât, en-Nihaye fi garibi’l-hadis ve’l-eser, nşr: Tâhir A. ez-Zâvî; Mahmûd M. et-Tanâhî, el-Mektebetu’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1399/1979, III, 167.) 21. Ebû Zeyd el-Kureşî, Cemheretu eş‘âri’l-‘Arab, nşr: ‘Umer Fârûk et-Tabbâ,’ Dâru’l-Erkâm, Beyrût, ts., s. 235 (Bu beyit en-Nâbiga’nın Dîvânında yer almamaktadır). 22. İbn ‘Abdi Rabb’ih el-Endelusî, el-‘Ikdu’l-ferîd, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1420/1999, V, 267; Ebu’l-Ferec el-Isbahânî, Kitabu’l-Agânî, nşr: Alî Muhennâ-Semîr Câbir, Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts., XII, 56 (İkinci beyit burada bulunmamaktadır.) 23. Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Dîvân, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 2005/1426, s. 43. 24. İmru’u’l-Kays, Dîvân, Daru’l-Ma‘rife, Beyrût, 1425/2004, s. 97. 25. İliyyâ el-Hâvî, Şerhu Dîvâni’l-Farazdak, Dâru’l-Kitâbi’l-Lubnânî, 1983, I, 417-418. Arap Dilinde Gulüv 249 ﻖِ َﻠﺨْ ُﺗ ﻢﻟ ﻲﺘﻟا ﻒُ َﻄﻨﱡﻟا ﻚَُﻓﺎﺨَ َﺘﻟ - ﻪُﱠﻧإ ﻰﺘﺣ كﺮﺸﱢ ﻟا ﻞَﻫْ أ ﺖَ ﻔْ ﺧَ أو Cerîr: ﺎَﺑاﺬَﻟ َاذإ ﺪِ ﻳﺪﺤَ ﻟا ﺚِ َﺒﺧَ ﻰَﻠﻋَ - ﺮٍ ﻴﻤَ ُﻧ ﻲﻨﺑ حُ ﺎﻘَ ﻓِ ﺖْ ﻌَ ﺿِوُ ﻮﻟو ًﺎﺑﺎﻀَ ﻏِ ﻢْ ﻬُ ﱠﻠُﻛ سَ ﺎﻨﱠﻟا ﺖَ ْﺒﺴِ ﺣَ - ﻢٍـﻴﻤَﺗ ﻮﻨﺑ ﻚﻴﻠﻋ ﺖْ َﺒﻀِ ﻏَ اذإ “Numeyr oğullarının kıçları demir cürufu üzerine konulsa, bir de bakmışsın bu cüruf erimiş. Temim oğulları sana öfkelendiği zaman insanların hepsini öfkelenmiş sanırsın”.26 İbn Tabâtabâ bu beyitleri harhangi bir görüş belirtmeden serdetmeye başlıyor ancak, bazı beyitlerin altına düştüğü notlardan gulüvü hoş karşıladığı anlaşılıyor. Söz- ﻰﻔَ ﻏْ أ ﻮﻫ اذإ gelimi, el-Farazdak’ın beyitlerindeki ifadesindeki letafete dikkât çekmekte ve bununla mübâlağanın şiddetinin vurgulandığını ifade etmektedir. Haccâc’ın uyurken bile ölümden daha ürkütücü olması düşünülürse, uyanık halinde nasıl olacağının hayal gücüne bırakıldığını ifade etmektedir.27 3. Kudame B. Ca’fer (ö.337/948) Kudâme b. Ca’fer’in gulüv sanatını ve terimini ilk dile getirenlerden olduğu belirtilmektedir.28 Kudâme, bu konuyu mübâlağadan ayrı bir yerde müstakil bir başlık altında ele almakta ve bu sanata olumlu baktığını kesin bir dille belirtmektedir: “Bence gulüv, iki ekolden (mübâlağalı ve mübâlağasız olandan) en güzel olanıdır. ﻦﺴﺣأ Eskilerden, şiir ve şairlerden anlayanların görüşü de budur. Bunlardan bazılarının ﻪﺑﺬﻛأ ﺮﻌﺸﻟا “Şiirin en güzeli en yalancı olanıdır”. dediklerini duydum. Yunan filozofları da aynı şekilde düşünmektedirler.”29 Kudâme b. Ca’fer, gulüvü tanımlarken “Gulüv, bir şeyin mevcut niteliğini aşmaktır; o şeyin tabiatının dışına çıkarak gerçekleşmesi mümkün olmayana ulaşmak değildir”. diyerek en-Nemir b. Tevleb’in يدِﺎﻬﻟاو ﻦِ ﻴﻗﺎﺴﱠ ﻟاو ﻦِ ﻴﻋارﺬﻟا ﺪﻌْ َﺑ - ﻪِ ﺑ ﺖَ ْﺑﺮَ ﺿَ نإ ﻪﻨﻋ ﺮُ ﻔِ ﺤْ ﺗ ﻞﱡﻈﺗ beytini örnek verir ve şu değerlendirmede bulunur: “Kolları bacakları boynu 26. Muhammed İsmâ‘îl ‘Abdullâh es-Sâvî, Şerhu Dîvâni Cerir, Matba‘atu’s-Sâvî, Mısır, ts., s. 72.; es- Sâvî, Şerhu Dîvâni Cerir, s. 78. 27. İbn Tabâtabâ, s. 53. 28. Ahmed Matlûb, s. 539; İsmail Durmuş, s. 426. 29. Kudâme b. Ca‘fer, Nakdu’ş-şi(cid:1)r, nşr: M. (cid:1)Abdu’l-Mun(cid:1)im Hafâcî, Dâru’l-Kutubi’l-(cid:1)İlmiyye, Beyrût, ts., s. 94. (Kudâme b. Ca‘fer’in Yunan Filozoflarına nispet ettiği, şiirin en iyisinin yalan olduğu şeklindeki rivâyetin gerçeği tam olarak ifade etmediği; muhtemelen Platon’un (M.Ö. 427-347) Devlet adlı eserindeki şâirleri eleştiren ifadelerine ve mantıkçıların şiir sözlerini yalan saymalarına dayandığı belirtilmektedir. Bkz: Halim Öznurhan, Eski Arap Eleştirmenlerine Göre Şiir Anlamlarında Doğruluk Sorunu, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 4, sayı: 2, Temmuz - Aralık 2004, s. 225.) 250 Metin Parıldı kopardıktan sonra toprağa saplanması kılıcın tabiatı dışında değildir, fakat gerçek- leşmesi hemen hemen mümkün olmayacak bir durumdur.”30 Muhelhil b. Rabî‘a’nın (ö.-/531): رﻮﻛﺬﱡ ﻟﺎﺑ عُ ﺮَ ﻘْ ُﻳ ﺾِ ْﻴﺒِﻟا ﻞَﻴﻠﺻَ - ﺮٍ ﺠْ ﺤُ ﻟا ﻞَﻫأ ﻊُ ﻤِ ﺳُْأ ﺢُ ﻳﺮﱢ ﻟا ﻻﻮﻠﻓ “Rüzgâr olmasaydı, Hucrlılara parlak/keskin kılıçların yiğitlerin başlarını vururken çıkardığı şakırtıları duyururdum”.31 en-Nemir b. Tevleb’in: دِﺎــﺑ ﻩﺮُ ﺛإ ﻢٍﻳﺪﻗ ﻒٍ ﻴﺳ دَ ﺎَﺒﺳْأ - ﺮٍ ﻤْ َﻧ ﻦـــﻣ مُﺎﻳﻷاو ثُ داﻮﺤﻟا ﻰﻘﺑأ يدِﺎﻬﻟاو ﻦِ ﻴﻗﺎﺴﱠ ﻟاو ﻦِ ﻴﻋارﺬﻟا ﺪﻌْ َﺑ - ﻪِ ﺑ ﺖَ ْﺑﺮَ ﺿَ نإ ﻪﻨﻋ ﺮُ ﻔِ ﺤْ ﺗ ﻞﱡﻈﺗ “Günler ve olaylar Nemir oymağından parlaklığı kaybolmuş cilalı bir kılıcın izlerini bıraktı. (O kılıçla) kolları, bacakları ve boynu vurursan bunları parçalar geçer, yere gömülür ve sen onu çıkarmak için arar durursun”.32 Ebû Nuvâs’ın: ﻖِ َﻠﺨْ ُﺗ ﻢْ َﻟ ﻲﺘِﱠﻟا ﻒُ َﻄﻨﱡﻟا ﻚَُﻓﺎﺨَ َﺘَﻟ - ﻪُﱠﻧإ ﻰﱠﺘﺣَ كِﺮْ ﺸﱢ ﻟا ﻞَﻫْ َأ ﺖَ ﻔْ ﺧَ َأو beyitlerini eleştirenler, başka bir yerde en-Nâbiga’nın, Hassân b. Sâbit’in (ö.54/674): ﺎﻣَدَ ةٍﺪَ ﺠْ َﻧ ﻦﻣِ نَﺮُْﻄﻘَْﻳ ﺎﻨَُﻓﺎَﻴﺳَْأو - ﻰﺤَ ﻀﱡ ﻟﺎﺑ ﻦَ ﻌﻤﻠﻳ ﺮﱡ ﻐُ ﻟا تُ ﺎﻨَﻔْ ﺠَ ﻟا ﺎﻨﻟ “Kuşlukta parlayan ziyafet kazanları bizimdir, kılıçlarımız ise bir imdat uğrunda kan damlatır”33 beytine, mübâlağasındaki zayıflıktan dolayı yönelttiği eleştiriyi haklı bulanların düştükleri çelişkili durumunu hatırlatır. Bu beyitte Hassân b. Sâbit’in نﺎﻔﺟ فﻮﻴﺳ تﺎﻨﻔﺟ فﺎﻴﺳأ en-Nâbiga tarafından eleştirilmesinin sebebi, yerine , yerine gibi azlık ﻦﻳﺮﺠﻳ نﺮﻄﻘﻳ ﺾﻴﺒﻟا ifade eden çoğullar; (akar) yerine (damlar), tamamen beyazlık ifade eden yerine başka bir renk içinde az beyazlık ifade eden ﻰﺟﺪﻟﺎﺑ ;ﺮّ ﻐﻟا (karanlık gecede) yerine ﻰﺤﻀﻟﺎﺑ (kuşluk vaktinde) kelimelerini kullanarak yeterli mübâlağa yapmamasıydı.34 Kudâme, “ikâu’l-mumteni’” (gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama zihinde tasavvur edilebilen) tabirini kullandığı mübâlağa türünü gulüvden ayırır bunun gulüv ile alâkasının olmadığını belirtir. Ebû Nuvâs’ın: ﻦِ ﻣﺰﻟاو مِﺎﻳﻷا ﻰَﻠﻋَ مْدُ - ًاﺪَﺑأ ﺶْ ﻋِ ﻪﻠﻟا ﻦَ ﻴﻣأ ﺎﻳ (Ey Allah’ın güvenilir kişisi! Ebedi yaşa, zaman durdukça dur!) gibi sözlerin gulüvden sayılamaya- cağını belirtmekte ve şöyle demektedir: “Bunun vuku bulması imkânsızdır. ًاﺪَﺑأ ﺶْ ﻋِ sözü 30. Kudâme b. Ca‘fer, s. 202. 31. Muhelhil b. Rabî‘a, Dîvân, ed-Dâru’l-‘Âlemiyye, Beyrût, 1993, s. 41. 32. el-Basrî, II, 347. 33. ‘Abdu’r-Rahmân el-Berkûkî, Şerhu Dîvâni Hassân b. Sâbit el-Ensârî, el-Matba‘atu’r-Rahmâniyye, Mısır, 1347/1929, s. 371. 34. Kudâme b. Ca‘fer, s. 92; el-Enbârî, Esrâru’l-‘Arabîyye, nşr: Fahr Salih Kaddâre, Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1415/1995, s. 309-310. Arap Dilinde Gulüv 251 ister “emir” olsun isterse “dua”, her iki durumda da caiz değildir, çirkindir. Bu ve benzeri sözler ne gulüvdür ne de ifrât. Aksine gerçekleşmesi mümkün olmayacak, “mümteni” (gerçekte olmayan fakat zihinde tasavvur edilebilen) sınırının dışındadır.”35 4. Ebû Hilâl el-Askerî (ö.395/1005) Ebû Hilâl el-‘Askerî de Kudâme gibi gulüvü mübâlağadan ayrı bir yerde ve daha önce ele almıştır. Belki de bu yüzden Kudâme’nin kendisine kaynaklık ettiği ifade edilmektedir.36 el-‘Askerî, gulüvü “Anlamın sınırını aşma ve o anlamda neredeyse ulaşılama- yacak bir noktaya yükselmedir.” şeklinde ifade etmektedir. ﺮَ ﺟِ ﺎﻨَﺤَ ْﻟا بُ ﻮُﻠﻘُ ْﻟا ﺖِ ﻐَ َﻠَﺑوَ “Yürekler hançereye gelip dayanmıştı.”37 طِ ﺎَﻴﺨِ ْﻟا ﻢّ ﺳَ ﻰﻓِ ﻞُﻤَ ﺠَ ْﻟا ﺞَ ِﻠَﻳ ﻰﱠﺘﺣَ ﺔَ ﻨﱠﺠَ ْﻟا نَ ﻮُﻠﺧُ ﺪْ َﻳ ﻻَوَ Deve, iğne deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecekler.38 ayetlerini ve Teabbata Şerran’ın (ö.-/540) şu beytini buna örnek olarak vermektedir.39 ﺮُ ﺟﺎﻨﺤﻟا بَ ﻮﻠﻘُ ﻟا ﺲﱠ ﻣَ ﺪﻗو ﺖَ ﻔَْﻄﻋَ - ﺔٍ ﻔَْﻄﻋَ و ﻦِ ْﻴَﺘﻜَ ْﻴﻌَ ﻟا مِﻮْ ﻴﻛ مٍﻮْ ﻳو “Ayketan’daki çatışma günü gibi nice günler ve yaptığın nice hücumlar vardır ki hançereler yüreklere değmişti (kalpler korkuyla dolmuştu)”.40 el-‘Askerî, en-Nâbiga’nın (ö.-/604) رِاﻮﺻِ نِ ﻮُﺘﻣُ ﻰﻠﻋ ﻖَ ﻳﺮِ ﻫُ ﻖٌ َﻠﻋَ - ﺎﻬﻟﺎﺣَ رِ نﱠ ﺄﻛ مٌدُْأ ﻢﻬﺑ يﺪﺨْ َﺗ ve Hufâf b. Nedbe’nin (ö.20/640) نِ ﺎﱠﺘﻜَ ﻟا ﺔَِﻃﻮُﻴﺨُ َﻛ ﺎﻬِﻧﻮُﺘﻣُو - ﺎﻬِﺗاﺪَ َﺘﻋَ ﻦﻣ ءُاﺪﻌْ ﱠﺘﻟا ﺎﻬﻟ ﻰﻘَْﺑأ “Koşmaktan sırtları ve ayakları pamuk ipliğine döndü.” beyitlerini örnek vererek, bu tür beyitlerin bu işin erbabına göre hoş karşılanan kusursuz beyitler olduğunu, hatta bunların üstünlüğünü bile söyleyenlerin bulun- duğunu ifade etmektedir.41 5. el-Bâkıllânî (ö.402/1013) el-Bâkıllânî, nitelemedeki “gulüv” ve “vasıfta ifrât”ın bedî’î sanatlardan olduğunu zikrederek örnekler vermektedir.42 en-Nemir b. Tevleb: 35. Kudâme, s. 201-202. 36. George J. Kanazi, Studies in the Kitab as-Sina’atayn of Abu Hilal Al-‘Askari, BRILL, Leiden, 1989, s. 160. 37. Ahzab, 33/10. 38. A‘raf, 7/40. 39. Ebû Hilâl el-‘Askerî, Kitâbu’s-Sinâ‘ateyn: el-Kitâbe ve’ş-şi‘r, nşr: ‘Alî Muhammed el-Becâvî – Mu- hammed Ebu’l-Fadl İbrâhîm, el-Mektebetu’l-‘Asriyye, Beyrût, 1406/1986, s. 357. 40. Teabbata Şerran, Dîvân, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 1424/2003, s. 27. 41. Ebû Hilâl el-‘Askerî, s. 257. 42. el-Bâkıllânî, İ‘câzu’l-Kur’an, s. 77-78. 252 Metin Parıldı دِﺎــﺑ ﻩﺮُ ﺛإ ﻢٍﻳﺪﻗ ﻒٍ ﻴﺳ دَ ﺎَﺒﺳْأ - ﺮٍ ﻤْ َﻧ ﻦــــﻣ مُﺎﻳﻷاو ثُ داﻮﺤﻟا ﻰﻘﺑأ يدِﺎﻬﻟاو ﻦِ ﻴﻗﺎﺴﱠ ﻟاو ﻦِ ﻴﻋارﺬﻟا ﺪﻌْ َﺑ - ﻪِ ﺑ ﺖَ ْﺑﺮَ ﺿَ نإ ﻪﻨﻋ ﺮُ ﻔِ ﺤْ ﺗ ﻞﱡﻈﺗ en-Nâbiga ez-Zubyânî: ﺐِ ﺣِ ﺎَﺒﺤُ ﻟا رَﺎﻧ حِ ﺎﻔﱠ ﺼﱡ ﻟﺎﺑ ﺪُ ﻗِﻮُﺗو - ﻪُ ﺠُ ﺴﻧ ﻒﻋَ ﺎـﻀَ ﻤُ ﻟا ﻲﱠ ﻗِﻮُﻠﺴﱠ ﻟا ﺪﱡ ﻘَُﺗ “(Kılıçlar) çift katlı dokunmuş Selûkî43 zırhlarını yarar, taşlar üzerinde kıvıl- cımlar çıkarır.”44 el-Buhturî (ö.284/898): ﺮﺒﻨﻤﻟا ﻚﻴﻟإ ﻰﺸﻤﻟ ﻪﻌﺳو ﻲﻓ - ﺎﻣ قﻮﻓ ﻒﻠﻜﺗ ﺎﻗﺎﺘﺸﻣ نّ أ ﻮﻟو “Özlem duyan (bir varlık), gücünün özerindekini yapabilseydi, minber sana doğru gelirdi.”45 el-Bâkıllânî Kur’an’daki şu ayetlerin de bu türden olduğunu söyler: ﺪٍ ﻳﺰِ ﻣﱠ ﻦﻣِ ﻞْﻫَ لُﻮﻘَُﺗوَ تِ ْﻸََﺘﻣْا ﻞِ ﻫَ ﻢَ ﻨﱠﻬَ ﺠَ ِﻟ لُﻮﻘُ َﻧ مَﻮْ َﻳ “O gün cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da “Daha var mı?” der.” (Kâf, 50/30) اﺮً ﻴﻓِزَوَ ﺎًﻈﱡﻴﻐَ َﺗ ﺎﻬَ َﻟ اﻮﻌُ ﻤِ ﺳَ ﺪٍ ﻴﻌِ َﺑ نٍ ﺎﻜَ ﻣﱠ ﻦﻣﱢ ﻢﻬُ ْﺗَأرَ اذَ ِإ “Cehennem ateşi uzak دُ ﺎﻜَ َﺗ bir yerden onları görünce onun öfkesini ve uğultusunu işitirler.” (Furkân, 25/12) ﻆِ ْﻴﻐَ ْﻟا ﻦَ ﻣِ ﺰُ ﱠﻴﻤَ َﺗ “Cehennem, öfkesinden neredeyse çatlayacak”.( Mülk, 67/8) el-Bâkıllânî’nin gulüv hakkında açıkça bir hükmüne rastlanmamaktadır, fakat yukarıdaki ayetleri de bu konuya örnek vermesinden, tutumunun olumlu olduğu anlaşılmaktadır. 6. İbn Reşîk (ö.463/1071) İbn Reşîk, gulüvü mübâlağadan ayırarak daha sonra ayrı bir başlık altında ele almakta ancak, mübâlağa konusu içinde gulüve de kısaca değinmektedir. “Ehline göre mübâlağanın en güzel ve farklı olanı, şairin bir şeyin tasvirinde mümkün olduğunca uç noktaya ulaşmasıdır.”46 diyerek mübâlağadan yana tavır koymakta ve Amr b. el-Eyhem et-Taglibî’nin (ö.100/718) şu beytini örnek vermektedir: ﻻﺎﻣ ﺚُ ْﻴﺣَ ﺔَ ﻣَاﺮَ ﻜَ ْﻟا ﻪُ ﻌُ ﺒِْﺘُﻧو - ﺎﻨَﻴﻓِ مَادَ ﺎﻣَ ﺎَﻧرَﺎﺟَ مُﺮِ ﻜْ ُﻧوَ “Aramızda olduğu müddetçe komşumuza ikram ederiz. Aramızdan ayrılıp her nereye giderse gitsin, ikramı peşinden götürürüz”.47 43. Yemen’de bir yer adı. 44. en-Nâbiga ez-Zubyânî, Dîvân, Matba‘atu’l-Hilal, Mısır, 1911, s. 14. 45. el-Buhturî, Dîvân, Matba‘atu Hindiyye, Mısır, 1329/1911, I, 212. 46. İbn Reşîk el-Kayravânî, el-‘Umde fî mehâsini’ş-şi‘r ve âdâbih, nşr: Muhammed Muhyiddîn ‘Abdu’l- Hamîd, Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1401/1981, II, 55. 47. ‘Abdu’l-Kâdir el-Bağdâdî, Hizânetu’l-edeb, nşr:Muhammed Nebîl Tarîfî-Emîl Bedî’ el-Ya’kûb, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1998, VIII, 115; İbn Hicce el-Hamevî, Takiyyu’d-Dîn Ebû Bekr, Hizânetu’l-edeb ve gâyetu’l-ereb, nşr: ‘İsâm Şaîtû, Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut, 1987, II, 8. Arap Dilinde Gulüv 253 İbn Reşîk, verdiği örnekle mübâlağada kabul ettiği sınırı da ortaya koymakta- dır. Bu sınır, âdeten mümkün olmasa da aklen mümkün olabilirliktir. Yukarıda da belirtildiği gibi, mübâlağanın bu türü, sonraki dönem belâğatçıların sınıflandırmasına göre iğrâk adını almaktadır. İbn Reşîk, bu sınır aşıldığında mübâlağayı kabul edilemez bulmaktadır: “Mübâlağayı inkar edenlerin inkar ettiği tür gulüvdür, bunun dışındakiler değil. Eğer mübâlağanın tamamı iptal edilirse ve kusurlu bulunursa, teşbih iptal edilmiş olur; istiare kusurlu bulunmuş olur. Dolayısıyla, söz sanatlarının bir çoğu bu duruma düşer.”48 Buna göre, İbn Reşîk yukarıda sınırını belirlediği mübâlağayı sadece kabul etmekle kalmamakta, aynı zamanda da söz sanatları açısından zorunlu görmektedir. Daha sonra “gulüv” başlığı altında da şunları söylemektedir: Gulüve iğrâk ve ifrât da denir. Bazıları, “Şairin üstünlüğü ancak iğrâk ve gulüv vecihlerini bilmesindedir.” şeklinde görüş belirtmektedirler. Ancak ben bunu, hakikate aykırılığından, vacip ve müteâref olandan (olması gerekenden ve mu- tat olandan) çıkmasından dolayı muhal görmekteyim. Çünkü bu işin erbabı, “Sözün en hayırlısı, hakikatlerdir; ya da en azından, hakikatlere yakın ve mü- nasip olanlarıdır.” demişlerdir.”49 İbn Reşîk’in burada bahsettiği doğruluk kavramı, edebî açıdan olmayıp, daha çok itikadî açıdandır. “Benim nazarımda en doğru söz delile dayanan ve Allahu Teâlâ’nın kitabından da bu hususta şahidi bulunandır.”50 diyerek bunu açıkça ortaya koymaktadır. Şairin bir takım şartlara uyduğunda nadir olarak iğrâka başvurmasını da kabul edilebilir bulmaktadır: “Şair mutlaka iğrâk yapacaksa bunu nadir olarak yapsın; bir kasidede bir beyit gibi olabilir. el-Mütenebbi’nin yaptığı gibi, bunu adet haline ﻻﻮﻟ - ﻮﻟ – نّ ﺄﻛ - دﺎﻛ getirmesin. İğrâkın en güzeli de şairin içinde gibi kelimeleri kullandığı sözlerdir. Zuheyr’in şu beyiti bunun çok hoş bir örneğidir.”: اوﺪﻌﻗ ﻢﻫﺪﺠﻣ وأ ﻢﻬﺑﺎﺴﺣﺄﺑ مﻮﻗ - فٍ ﺮَ ﺷَ ﻦْ ﻣِ ﺲِ ﻤْ ﺸﱠ ﻟا قَ ﻮْ َﻓ ﺪُ ﻘُ ﻌْ َﻳ نَ ﺎﻛ ﻮْ َﻟ “Şerefinden dolayı bir kavim güneşin üstünde oturacak olsaydı, soylarıyla veya şerefleriyle onlar otururlardı”.51 48. İbn Reşîk, II, 55. 49. İbn Reşîk, II, 60. 50. İbn Reşîk, II, 61. نَ ﺎﻛ ﻮْ َﻟ 51. İbn Reşîk, II, 64 (Bu beyit Zuheyr’in Dîvânında ve Dîvân şerhinde farklı olarak geçmektedir: اوﺪُ ﻌَ َﻗ اذإ ﺎﻣًﻮْ َﻳ ﻢْ ﻬُ ُﻟوّﻷ مٌﻮْ َﻗ - مٍﺮَ َﻛ ﻦْ ﻣِ ﺲِ ﻤْ ﺸﱠ ﻟا قَ ﻮْ َﻓ ﺪُ ﻌُ ﻘْ َﻳ Dîvânu Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Daru’l-Ma’rife, Beyrût, اوﺪُ ﻌَ َﻗ ﻢﻫِ ﺪِ ﺠْ ﻣَ وأ ﻢﻬِﻟوﱠَﺄﺑ مٌﻮﻗ - ﻢُ ﻫِ ﺪِ ﺠْ َبمِ ،مٌ اﻮَ ْﻗَأ ﺪُ ُﻠﺨْ َﻳ نﺎﻛ ﻮﻟ 2005/1426, 2. Bs., s. 43. Şerhu Dîvâni Zuheyr, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrût, 1424/2004, s. 205.) 254 Metin Parıldı 7. İbn Sinân el-Hafâcî (ö.466/1073) İbn Sinân el-Hafâcî gulüv hakkında net bir görüş belirtmez, daha çok başkala- rının görüşlerini aktarır: İnsanlar gulüvü övme ve yerme hususunda farklı gruplara ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları gulüvden yanadırlar ve şiirin en güzeli en yalancı ola- nıdır görüşündedirler. Buna da en-Nâbiga’nın ﻦﻣ ﻚﺤﺿو ،ﻪﺑﺬﻛ ﺪﻴﺠﺘﺳا ﻦﻣ سﺎﻨﻟا ﺮﻌﺷأ ﻪﺌﻳدر “Yalanı iyi ve güzel bulunan, kötüsü güldürendir.” sözünü delil getirir- ler ve şiirde Yunanlıların da yolu budur derler. Diğerleri de imkânsızlık derecesine çıkan gulüv ve mübâlağayı iyi karşılamaz, gerçeğe ve doğruluğa yaklaşanı tercih ederler. Dolayısıyla Ebû Nuvâs’ın: ﻚَُﻓﺎﺨَ َﺘَﻟ - ﻪُﱠﻧإ ﻰﱠﺘﺣَ كِﴩْ ﱢ ﻟا ﻞَﻫْ َأ ﺖَ ﻔْﺧَ َأو ﻖِ َﻠﺨْ ُﺗ ﻢْ َﻟ ﻲﺘِﱠﻟا ﻒَُﻄﻨﱡﻟا beytini, gerçeğin dışına çıkaran gulüv ve ifrâttan dolayı ku- surlu bulurlar.52 دﺎﻛ Kendi görüşüne göre bu tür beyitlerin doğruya daha yakın olması için ve ben- zerinin kullanılması gerekir. Ebu ‘Ubâde el-Buhturî ve Ebu’t-Tayyib el-Mutenebbî’nin دﺎﻛ aşağıdaki beyitlerinde gulüv olmasına rağmen içlerinde gelen kelimesinin bu beyitleri doğruya yaklaştırdığını ifade eder:53 ﺎﻤﱠﻠﻜَ َﺘَﻳ نْ أ دَ ﺎﻛ ﻰّﺘﺣ ﻦِ ﺴْ ﺤُ ْﻟا ﻦَ ﻣِ - ًﺎﻜﺣِ ﺎﺿ لُﺎﺘﺨْ َﻳ ﻖُ ْﻠﱠﻄﻟا ﻊُ ﻴﺑِﺮﱠ ﻟا كَﺎﺗَأ “Tatlı bahar güzelliğinden dolayı gülerek kibirli bir halde sana geldi; neredeyse konuşacaktı.”54 ﻊُ ﻘََﺗ ﻢْ ﻬِِﺋﺎَﻴﺣأ ﻰﻠﻋ دَ ﺎﻜَﺗ ﻰﺘﺣ - ﻢِﻬِِﻠْﻛأ لُﻮُﻃ ﻢْ ﻬِﻴﻓ ﺮَ ْﻴﱠﻄﻟا ﻊُ ﻤﱢ َﻄُﻳ “(Seyfu’d-Devle savaşlarda Rumları öldürmeye devam etti) ve kuşlar onla- rın ölülerinin etlerini yemeye öyle alıştı ki neredeyse onlardan canlı olanlara da saldıracaktı.”55 8. İbn Ebi’l-İsba‘ (ö.654/1256) İbn Ebi’l-İsba‘ gulüv ve iğrakın birbirine karıştırıldığını belirtmekte ve şunları söylemektedir: “Gulüv ile iğrâkı ayırdetmeyenleri ve her ikisini de aynı babta zikredenleri (İbn Reşîk el-Kayravânî’yi kastetmektedir) gördüm. Bana göre bunların isimleri gibi anlamları da ayrıdır. Ancak iğrâkın aslı “yayı sonuna kadar germe”dir. Gulüvün aslı ise “oku uzağa atmak”tır. Atıcı vurmak istediği bir hedef diker, sonra onu vurmak maksadıyla belirli bir uzaklığa kadar gider. Eğer belirli bir hedef gözetmez ve okun 52. İbn Sinân el-Hafâcî, Sirru’l-fesâha, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût, 1402/1982, s. 271-272. 53. İbn Sinan el-Hafâcî, s. 272. 54. el-Buhturî, Dîvân, Matba‘atu Hindiyye, Mısır, 1329/1911, II, 234. 55. Abdu’r-Rahmân el-Berkûkî, Şerhu Dîvâni’l-Mutenebbî, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrût, 1407/1986, II, 334.

Description:
Muhtasaru'l-me'ânî, Dâru'l-Fikr, Kum, 1411, s. 278. “Atın toynakları, (toynakların) üzerinde öyle çok toz topladı ki, bu at onun üze- rinde koşmak
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.