ebook img

Antikçağ - Bertrand Russell PDF

621 Pages·1969·7.19 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Antikçağ - Bertrand Russell

Bertrand Russell Batı Felsefesi Tarihi İlkçag Çeviren Muammer Sencer Bu çevirinin kimi sıkıntılarını benimle paylaşan annemin anısına ÇEVİRİ ÜZERİNE Çeviride dilin, olduğunca Türkçe olmasına çalışılmıştır. Doğruluğa öncelik tanındığı için, bu belki “güzel Türkçe” anlamına gelmez. Fakat yabancı sözcüklerden arınmış bir Türkçedir. Kim ne derse desin, dilimiz arılaşmaya doğru gitmekte. Bir soruşturma yapılsa, aydın ve okuyan kuşakların tuttuğu dilin, Türk Dil Kurumu “melez” dil olmadığını kanıtlayacak araştırmaları gerçekleştirse, kendisine karşı 1 girişilen saldırılara en güzel karşılığı vermiş olacaktır ( ). Günümüzde, Dil Kurumu’nun Türkçecilerin, yenilikten, devrimlerden yana çıkanların yağısı kesilen ve kendilerini güçlü sanan bir öbek insan var. Diyorlar ki: 1. Yeni sözcükler uydurmadır. Sözgelimi yukardaki “örneğin” sözcüğü bilinmeden Ermeniceden alınmıştır. 2. Dil bir organizmadır, kendi kendine oluşur. Dili halk yapar. Bu savlara kısaca karşılık vermek istiyoruz: 1. Dil Kurumunca ileri sürülen yeni sözcükler, Divanü Lu-gat-it-Türk, Kutadgu Bilik gibi eski Türk kaynaklarına ve halk arasında yaygın olan kullanılışlara dayanması açısından, dilimizin yapısına uygundur ve Türkçenin ad yapma eklerinden yararlanılarak ortaya konulmuştur. “örneğin” sözcüğü, Ermenice değildir. “Örnekleyin” deyişinin, kısaltılmış biçimidir. Bu tür kısaltılmış kullanışlar ve hece düşmeleri her dilde görülebilir. Nitekim, Türkçemizde de “biribirine” yerine “birbirine”, “üzere” yerine “üzre”, “meselen” yerine “meselâ” “galatasarayı” yerine “galatasaray” “beşiktaşı” yerine “beşiktaş” türünden pek çok hece ve harf düşmesine rastlanmaktadır. Yazılışta da böyle özel kullanışlar vardır. “İle” beraberlik ekinin ilişkin olduğu, sözcüğe birleşmesi, “hal’’, “bu”, “ki”, sözcüklerinin “halbuki” biçiminde yazılması ilk akla gelenler. Sözcük türetme konusunda, Dil Kurumu’nun ve bu arada elinizdeki kitabı çevirenin hangi kaynaklardan yararlandığını görmek üzere, Kurumca 1934 yılında yayınlanan Tarama Dergisi’nin ve Milli Eğitim Bakanlığınca, 1941 yılında yayımlanan Türk Dili Grameri’nin (Jean Deny’nin yazdığı bu yapıtı Ali Ulvi Elöve çevirmiştir) önsözlerine bakmak yeter. Bunlar, Türkçenin eski kaynakları demektir. Ayrıca 2671 sayfalık Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü (tanıklar XIII. yüzyıldan günümüze değin yazılmış yapıtlardan toplanmış ve Dil Kurumunca 1943 yılında yayımlanmıştır), 1589 sayfalık Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi (TDK, 1947). Türk Dilinde, ekler ve kökler (B. Atalay, 1942), sözcük türetme kaynaklarımız arasındadır. Yine de çabalarımıza, yaygın kullanım kapsamına girmeyen ürünleri nedeniyle karşı çıkarlar. Örneğin “belki” zarfından, ad yapma ekiyle “ihtimallik” karşılığı olarak “belkilik”i ileri süreceğiz, “zarftan ad olmaz” diyecekler. Kandelik, beraberlik, hiçlik, nitelik türünden, bir bölümü kullanılan örnekler sıralıyacağım, “anlaşılmanın koşulu tanım değildir” diyecekler. “Halk zihni” adında bir zihin varmış da, bilimsel sözcükleri gereksinirmiş ve yaratırmış mı imdi? Sınırlıdır konuşma dili, teknik terimleri kapsamaz herkesin bildiği gibi. Dolayısıyla, “belkilik” gibi bir sözcüğü türetmekle ilgilenmez. Felsefesel dili temsil edecek sözcükler bulmakta, Almanca çok başarılıdır. “Logos”, “arche”, “eudomonia”, “apeirion” v. ö. türünden pek çok teknik terimin Almancası var. Sahne’ye “Schauplatz” der Alman. Siz kalkın, bizim mürşitlere “gösterim yeri” deyiverin bakalım! Çiçero, Latinceyi felsefe dili durumuna getirip O “to egomonikon lemma” yerine “propositio”, “e proslipsis” yerine “assumptio”, “dilemmate” yerine “complexio’’, Boethius, “aakolusia” yerine “conseuentio’’, Priscianus, “prosegoria” yerine “appellation” dediğinde birtakım kişiler kendilerini sustursaydı, Avrupa dillerinin, bugün işi güçtü. Her eski için, onun yeni olduğu bir başlangıç gerek. II. Mahmut döneminde sarığı çıkarıp, “gavur işidir” diye (Viyana kökenli olduğundan) fesi giymiyenler, Cumhuriyet döneminde, aynı gerekçeyle, fesi çıkarıp şapkayı giymek istememişlerdir. Yapısı gereği, var olanı korumak eğilimindedir toplum. Yeniye açıklık, kısmen yaradılıştan, kısmen de eğitimden gelme bir erdem. Önemli olan usal (rasyonel) davranışı geliştirici yöntemler. Yenilik karşıtlarının “uydurulmuş” gerekçesiyle yüklendiği sözcükler arasında -sal, -sel son ekini taşıyanlar başta geliyor. Haydi “kutsal” bir yana bırakalım. “Uysal” la 2 “kumsal” a ne diyeceğiz? Üç yıl önce 106 yaşında ( ) ölen bir İstanbullu, her iki sözcüğü de çocukluğundan tanıdığını söylemişti. Hiç değilse 150 yıllık geçmişi olan bir ekten niye yararlanmıyalım şimdi? “Dünya” gibi kimi sözcüklerin de Çinceden geçtiğini söylerler. Bu savdakilerle yapmış olduğum görüşmelerde herhangi bir kanıt verildiğine rastlamadım. Bugünkü Çincede kullanılan dünya sözcüğü “şüci”dir. Tutuculara bunu anımsattığım zaman “ne malum, ‘dünya’ eski Çince bir sözcük olamaz mı? yanıtı aldım. Ne malum, eski Çincede ‘dünya’ diye bir sözcük varsa bile bu Türkçeden Çinceye geçmiş olamaz mı? biçimindeki sorum karşılıksız kalmıştı. Öteki anım da şu: Dil Kurumu’nun, katsayı yerine İngilizce ve Fransızcadaki “coefficient” tan bozma “kafçıyan sayı” gibi komik bir karşılık önerdiği dönemlerin acısından yakınmaktaydı bir öğretim üyesi. Bu kişiye göre güya, bir matematikçiden, matematik terimlerinin karşılığını bulması istenmiş, o da “emsâl” karşılığına bir sözcük bulunmadığı için “coefficient”ı el yazısıyla yazıp bırakmış. Dil Kurumu’nda bunu “kafçıtan” gibi okumuşlar v.d. Bunun üzerine Dil Kurumu’nun 1938 tarihli Belleten’ini buldum. “Matematik Terimleri” bölümünde emsal karşılığı “kafçıtan”, “mafçıtan” diye bir şey yok, düpedüz “koefficiyant” vardı (s. 53). Durumu gören öğretim üyesi, hiç bozuntuya vermedi ve kendi deneyimi gibi anlattığı olay için “demek sonradan düzeltmişler olayı, o zamanki matematik öğretmenimizden duymuştum” dedi. 3 Dil Kurum karşıtları ( ) bir yandan “doğa” gibi temiz ve cana yakın bir sözcüğü kullanmayı “cinayet”le tanıtlar, Türkçe deyim kullananlara ellerinden geleni yapmaya çalışırlarken, bir yandan da, teknik sözcüklere, Türkçe karşılıklar bulunabileceğini ileri sürerler. Fakat bu laftan ibarettir. Kendilerinin, değişen dünyaya adım uyduramadıkları gerçeğini gizlemek ve yenilik düşmanlığına paravan çekmek için... 2. Dilin, organik bir yapıya sahip olduğu, kendi kendine oluşacağı, bireylerin ona karışma hakkı bulunmadığı yolundaki görüşlerse XIX. yüzyıl sosyolojisinde görülen yanlış bir sorunu anımsatıyor. Birey mi, topluma etki eder, yoksa toplum mu bireye? Bilindiği gibi Auguste Comte, Spencer, Tönnies, Spann bireyci karşıtı, Tard, Mill, Ward, Giddings’se, bireyci görüşü savunmuştu. Bireye karşı olanların görüşü, bireyden ayrı bir toplumun ve bir toplumsal olayın varlığını içeriyor. Bu bakımdan, onları, Durkheim ve Cooley okuluyla birleştirebiliriz. Zaten Auguste Comte’un izleyicisi Durkheim. Durkheim ve Cooley toplumsal olayların, bireye indirgenemeyeceği görüşünü savunmuşlardır. Böylece, “toplumsal zihin”, “toplumsal bilinç” gibi kavramlara gidilir. Fakat, bu kavramlar ne anlatır? Onlar bireylerin bütünü mü demektir? Eğer öyleyse bireyin rolünü nasıl ortadan kaldırabileceğiz? Değilse onlara “bütün”, “birlik” demek, onların tanımlarıyla çelişmelidir. Çünkü 4 “birlik” olsun “bütün” olsun parçayı içerir ( ). “Canlı varlık”, “kendi kendine oluşma” kavramları da bir bölünebilmeyi, değil engellemek, bölünmeyi gerektirmek yolunda bir anlama sahiptir. Bölünemiyen bir bütünün özellikleriyse birer birer, onun kendisini dile getirmeye yetenekli olmalıdırlar. Yani, onda, bireyi içerecek herhangi bir yüklem bulunmamalı. Birey, bütünü dışarda bırakmalı. Bu da, her şeyden önce, varlık olarak insanın yadsınması ya da bireyle, metafizik bir bütünün özdeş sayıldığı toplumda insan-üstü etmenlerin belirleyici rol oynamasıdır. Bütün, organik niteliğe sahip ve toplumsal olayın özünü dile getirir sayılıyorsa, bunun kanıtlanması gerekir. Önce, onun, bir toplum olayınca sahip olunan bütün özellikleri taşıyıp taşımadığını araştırmaya, sadece, toplumsal bir görüntü olan dile yol açması durumunda, ne dili ne de organizmayı tanımladığını ileri sürmeye hakkımız vardır. Özcesi, bir boş-deyiş’ten (totolojiden) öteye geçemeyiz, “organik bütün” kavramıyla. Yoksa o organizma, toplumsal olaydan (burada dil. görüntüsünden) ayrı mıdır? Ayrıysa, o zaman onun tek başına süren varlığını saptamalı. Kanıtı isteneni kanıtlanmış saymaktır böylesi. Toplumsal gidişe bireyin etkiyemediği, onun âdeta bir töz olduğu görüşü tutucu. Fakat, nasıl olup da bu tözün değiştiği bir türlü anlatılamıyor, daha doğrusu, o tözün değişmesinde hangi etmenlerin rol oynadığı bir türlü açıklanmıyor. Kimbilir, açıklanırsa, birey ortaya çıkar. Zaten, tözün değişmesini kabul etmek, ona karışmayı reddeden tutumla çelişme yaratır. Eğer dille, insanüstü bir etkenin bağlantısından söz ediliyorsa (dil oluştuğuna göre, bu oluşumu sağlayan böyle bir etken gereklidir), bağımsız bir insanüstü etken varsayılıyor demektir. O zaman, bu bağımsız etkenin kökenini araştırmaya hakkımız vardır. Bu, sonsuza değin gider. “Dil insanüstü bir organizmanın ürünüdür” biçimindeki önermenin yükleminde “insanüstü” niteliğiyle “organizma” niteliğinin nasıl birbirine bağlandığı araştırmaya değer. Çünkü onlar uyuşmaz kavramlardır. Öte yandan, insanların konuştuğu dili, insanüstü etkenlere bağladık mı, onu hem insansal, hem de insanüstü saymış oluruz. Böyle bir önermenin kurulması gözlem yoluyla olmaktaysa, insanüstü etken gözlenebilir demektir. Kuram yoluyla oluyorsa onun gözlemsel bir kanıtı istenir. Zaten, “oluşum”, “gelişim”, “yenilenme” kavramları insan dışında nasıl açıklanacatır? İnsanüstü etken, toplum olayından başka bir şey değilse, gözlenmeli ve tanımlanmalıdır. Mademki, dil toplum olayıdır, öyleyse o da, insanüstü etkendir. Bireyler dışında, kendi kendine oluşum, başka türlü açıklanamaz. Öte yandan “dil toplum olayıdır” demek yeterli bir açıklama değildir, ardından bazı yüklemlerin gelmesini ister. Bu tür yüklemlerin, metafizik bir organizmaya ilişkin olacağı kuşkuludur. Dolayısıyla, dilin tözsel bir organizmaya bağlanması doğru olmayacaktır. Çünkü böyle bir organizma, kısmen de olsa, dilin yapısı hakkında bilgi vermez. Hem böyle bir organizmayı kabul etsek bile, onun kendisinin bireysel olmadığını ispat etmek sanırım olanaksız kalacaktır. Tutucuların bu düşünceleri kabul edilirse, dil gibi her toplumsal olay için ayrı bir kolektif etmen arayacağız. Böyle bir çokcu görüş, toplumda bireysel bilinçlerin egemen olduğunu ileri sürmekle özdeştir. O zaman yine, mantıksal öncelik sorununu da kapsayan kaynak tartışmasına dönülecektir. Kendi kendine varlığını sürdüren bir tözün kabulü durumunda, daha da çıkmaza düşülecektir, nedensellik ilkesi açısından. Dil oluşumunun nedeni böyle bir varlıksa, onun da nedeni olan başka bir varlık aramamızı engelleyecek yoktur. Toplumsal görünümler için “o biçimde ortaya çıkmaları zorunludur” dememiz gerekir yoksa. (Nedensellik ilkesini dikkate alıyoruz.) Zorunluk alanında da evrimi ve istemi yadsımaya götürür bu da. Çevirinin dili konusunda bir başka diyeceğim de şu; Özel adlar, ilişkin oldukları dildeki asıl yazılışlarıyle yazılmış ve Fransız öykünmeciliği (taklitçiliği) bir yana bırakılmıştır. “Aristo” yerine “Aristoteles”, “İskender” yerine “Alexandros”ta olduğu gibi. Bu yazılarda, “ks” sesi karşılığı “x”, “f” sesi karşılığı “ph” kullanılmıştır. Okul (felsefe okulları) adlarını Türkçeleri verilmiştir elden geldiğince. Çevirisini sunduğumuz yapıt, Batı Felsefesi Tarihi adıyle klasik olmuş ve 1946’dan 1965’e değin dokuz kez basılmıştır. Onu, başka felsefe tarihlerinden ayıran özellik, felsefenin politik ve sosyal koşulların fonksiyonu biçiminde ele alınması ve Russell’in ortaya eleştirici bir filosof olarak

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.