ebook img

100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki PDF

320 Pages·1980·4.99 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki

1 0 0 s o r u d a / jö n tü r k le r JÖN TÜRKLER ve ittih ve a t ve İTTİHAT VE TERAKKİ t e r a k k i DOÇ DR. / d o ç SİNA AKŞİN . d r . s in a a k ş in 100 SORUDA JÖN TÜRKLER VE İTTİHAT VE TERAKKİ Doç. Dr. Sina Akşin 100 SORUDA DİZİSİ : 49 Birinci Baskı : Mart 1980 Kapak: Sait Maden Kapak baskısı: Reyo Ofset Dizgi ve Baskı: GÜL Matbaası DOÇ. DR. SİNA AKŞİN 100 SORUDA JÖN TÜRKLER ve İTTİHAT VE TERAKKİ gercek81w inb/I Cdğaloğlu Yokuşu, Saadet İş Hanı, Kat 4 İstanbul GİRİŞ Soru 1 : OsmanlI toplum yapısı hakkında neler söylenebilir? Klâsik Osmanlı toplumu (1450—1550) bir statü toplumu görün- tüsündedir. Ayrıcalıklı sınıf olarak askerî sınıf yani yönetenler, öbür yanda reaya yani yönetilenler vardı. Askerî sınıf, başında bulunan padişahla birlikte ülkeyi yönetiyor, buna karşılık kendisine refah içinde yaşamasını sağlayan olanaklar veriliyordu. Ayrıca, bu sınıf vergi de ödemiyordu. Askerî sınıf ikiye ayrılıyordu: bir yanda icraî askerî zümre, öte yanda ulema zümresi. İcraî asKerî zümre yöne* tim ve askerlik gibi yürütme işlerine bakardı. Bunlar padişah kulu idiler, yani padişahın buyurduğunu gözü kapalı yerine getirmekle yükümlüydüler. Padişah herhangi birinden hoşnut kalmazsa onu az­ letmek, yargılamadan cezalandırmak, hattâ öldürtmek (siyaseten ka­ til) yetkisine sahipti. En küçük sipahiden, yeniçeriden, koca sadrı- âzama kadar bütün icraî askerî zümre kuldu. Bunların, ya da ata­ larının bir çoğu Hıristiyanlıktan devşlrilmlş kimselerdi. Devletin yük­ sek mevkilerinde bulunan kullar, büyük servet biriktirecek durumda olurlardı. Onun için, öldüklerinde, mal varlıklarına devlet elkoyardı (müsadere). Onlar da buna karşılık, çare olarak, müsadere edile­ meyen vakıflar kurarak çocuklarını servetlerinden yararlandırma yoluna giderlerdi. Ulemaya gelince, din, adalet, eğitim işlerine bakarlardı. Bunlar kul olmadıkları İçin, yargılanmadan cezalandırılmazlar, malları da müsadereye tâbi değildi. Ulemanın kökeni -onlarda devşirme söz ko­ nusu olmadığı için- genellikle Türk ve muhakkak Müslümandı. Mü­ sadere söz konusu olmayınca yüksek ulemanın biriktirdiği büyük ser­ vetler, öldüklerinde, vârislerine geçerdi. Böylece ortaya çıkan büyük ulema ailelerinin aristokratik bir kimliği bulunduğu söylenebilir. Zira bunlar yalnız serveti geçirmekle kalmıyorlar, adetâ yüksek ulemalık mesleğini de oğullarına geçiriyorlardı: Özellikle gerileme döneminde ulemalık kademelerini çabuk atlayabilmeleri için daha küçükten oğul­ larını ilmiyye mesleğine girmiş sayıyorlardı (beşik ulemalığı). Yönetilenlere gelince, bunlar ya tarımla uğraşan çiftçiler ya da 5 esnaflık (dükkâncılık, zanaatkârlık) yapanlardı. Ayrıca, az sayıda ol­ duğu anlaşılan şehirlerarası ve uluslararsı ticaret yapanlar vardı. Amerika kıtasından gelen değerli madenlerin etkisiyle, önemli ölçüde parasal olmayan bir iktisadiyata göre ayarlanmış timar dü­ zeni sarsıldı, yerine devletin tarımsal vergileri iltizam usulüyle aldı­ ğı bir düzen geldi. Klâsik döneminde merkezî bir feodalite ya da As­ ya Üretim Biçiminde bir devlet olan OsmanlI Devleti, toprak üzerin­ deki sıkı denetimi iltizam usulü yüzünden yitirdiği ölçüde ademi- merkezî bir feodaliteye doğru dönüştü. Yavaş yavaş, taşra eşrafının içinden yöre ve bölgelerin güçlü adamları olan âyaniar türedi. Âyan- lığın toprak ve bölge egemenliğinin kökeninde çok kez zorbalık (mü- tegallibelik) ya da tefecilik yatıyordu. Tarımsal sömürüye dayalı bu yeni grup, klâsik Osmanlı toplum düzeninin yönetenler sınıfına yeni bir unsur olarak ekleniyordu. Öte yandan, Avrupa'da kapitalizmin ve özellikle sanayi devrl- minin göz kamaştırıcı gelişmeleri ticaret biçiminae gitgide artan bir baskıyla Osmanlı ülkesini etkilediği oranda yem bir sınıf doğdu. Zaten iltizam sisteminin işleyebilmesi için gerekli olan borçları sağ­ lamak üzere sarraflık kurumu -ki özellikle Ermeni ve Rumların elin­ deydi- geniş ölçüde palazlanmıştı. Avrupa ticaretinin büyük geliş­ mesi ve bu arada biraz da Osmanlı Devletinin düşkünleşmesi sonucu, Avrupa tüccarlarının Osmanlı ülkesindeki işlerini yürütmek ya da onlarla iş yapmak suretiyle zenginleşen bir Müslüman olmayan bur­ juva sınıfı ortaya çıktı. Gerek Müslümanların, gerekse AvrupalI iş­ adamlarının isteksizliği sonucunda bu iki taraf arasında öyle bir işbirliği pek olmuyordu. Bu üçüncü sınıf, Osmanlı Devletinin düş­ künleşmesi sonucunda Büyük Devletlerden birinin vatandaşlığına ya da himayesine girmek yolunu bularak, keyfî işlemlere karşı doku­ nulmazlık kazandığı gibi, bu sayede birçok ayrıcalıklar ve Osmanlı uyruğundakilere karşı haksız rekabet imkânları elde etti. Soru 2 19. yüzyılın sonlarında yönetenler sınıfının durumu neydi? Bu dönemde padişahın, klasik dönem padişahlarına göre çok daha lüks bir hayat sürdüğünü söylemek mümkün görünüyor. Zira Os­ manlI Devleti, en düşkün yüzyılı olan 19. yüzyılda çok geniş bir sa­ ray yaptırma faaliyetine girişmiştir. Kâgir olarak yaptırılan ve Av­ rupa üslubunda döşenen bu saraylar, Topkapı Sarayına ve o güne dek yaptırılmış saray ve köşklere göre çok lüks yerlerdir. Topkapı 6 Sarayı geniş bir alanı kaplamakla birlikte yalın ve gösterişsiz bir yapıya sahiptir. Üstelik, Türk evinde ve Topkapı Sarayında mobilya kavramının bulunmamasına karşılık, 19. yüzyılda yaptırılan saraylar alafranga olup bu yüzden mobilya ve çeşitli süs eşyaları ile doludur. İlk büyük alafranga saray olan Dolmabahçe Sarayı, Osmanlı Devle­ tinin İngiltere ve Fransa ile Kırım Savaşında müttefik olduğu bir sırada, 1853'de Abdülmecit tarafından yaptırılmıştır. 1854’de Av­ rupa’dan ilk borçlanmanın yapılmış olması, yoksul duruma düşmüş bir imparatorluktaki bu sefahat ve tantananın açıklamasıdır. Bundan sonra daha bir dizi saray yapılmıştır: Abdülaziz döneminde Çıra- ğan, Beylerbeyi, Yıldız gibi önemli sarayların inşa edildiğini görüyo­ ruz. Alafranga saraylı ve mobilyalı bu pahalı yaşama üslubu alafran­ ga aile hayatını getirebilseydi, hiç değilse o yönden bir tasarruf sağ­ lanmış olurdu. Oysa alafranga bina ve mefruşatla birlikte eski ha­ rem hayatı olduğu gibi sürdürülmüştür. Siyasal alanda II. Mahmut döneminde kökten dönüşümler oldu­ ğunu görüyoruz. 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılması, öte yandan Mehmet Ali Paşa dışında güçlü ayanlara karşı yürütülen başarılı mü­ cadele, vakıflara devletin el koyması girişimi gibi olaylar, Sarayın gücünü uzun zamandır görülmemiş bir zirveye ulaştırmıştır. Vaka-i Hayriye ile askerler, 1876’daki kısa süren bir istisna dışında 1908'e değin sürecek olan bir siyaset sahnesinden silinme dönemine girdi­ ler. Mustafa Alemdar Paşa’nın yeniçeriler tarafından öldürülmesi ve ondan sonraki mücadelelerle, egemenliklerini İstanbul’a değin uzat­ mış olan âyanlar dahi başkentteki siyaset sahnesinden önemli ölçü­ de itilmiş durumdaydılar. Artık Saray, karşısında hiçbir frenleyici gücün bulunmadığı bir 'kadir-i mutlak' olmuştu. Ne var ki bu güç kı­ sa süreliydi. Nizip yenilgisi (1839), II. Mahmut'un bütün çağdaşlaş­ tırma çabalarının -ki, bu konudaki gayretleriyle onun Büyük Petro’- nun benzeri olduğu haklı olarak söylenmiştir- boşuna olduğunu, Os­ manlI Devletinin Mehmet Ali Paşanın gücünü sınırlandırabilmek için yabancı devletlere muhtaç olduğunu ortaya koymuştu. Böylece Sa­ ray mutlakiyeti, zirveye ulaştıktan pek kısa bir süre sonra yıkıldı. Artık en büyük güç, İngiltere ve Fransa’nın etkin desteği sa­ yesinde, Tanzimatın Fransızca bilen. Tercüme Odasından yetişmiş hariciyeci Paşalarının eline geçti. Bu Tanzimat Paşalarının ileri ge­ lenleri, daha çok İngiliz desteğine sahip olan Mustafa Reşit Paşa ve daha çok Fransız desteğine sahip olan Âli ve Fuat Paşalardır. Fuat Paşa, durumlarını şöyle anlatmıştır: «Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hâsıl et­ 7 meye imkân yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.» Paşanın dediği gibi, «aşağıdan» kuvvet alınamazdı, çünkü bu takdirde taşra adına konuşacak olan âyanlara söz hakkı verilmiş olacaktı. Bunun ötesinde, Tanzimatçıların doğrudan halkla temas kurmaları her hal­ de beklenemezdi. Kaldı ki, yüksek bürokrasinin gitgide şiddetini art­ tıran alafrangalaşma hastalığı bunların halktan yabancılaşmasına, onunla bağ kurulmasının imkânsızlaşmasına yol açıyordu. Sivil Tanzimat Paşalarının gücünü arttıran başka bazı gelişme­ leri de anmak gerekir. 1826'da II. Mahmut, o güne değin devletin, devlet adamlarının ölümlerinde servetlerine elkoymasını sağlayan müsadere usulüne son vermişti. Tanzimat İse padişahların siyase- ten katı yetkisine son vermişti (son olarak II. Mahmut M. Reşit Pa­ şanın koruyucusu Reisülküttap Pertev Efendiye karşı bu yetkisini kullanmıştı). Daha önce askerî sınıftan ulema zümresinde olduğu üzere, can güvenliğine sahip olup servetini mirasçılara bırakma hak­ kının bürokrasiyi ve özellikle üst bürokrasiyi ayrıca güçlendirdiği şüp­ hesizdir. Öte yandan, 19. yüzyılın ortasından itibaren Avrupa serma­ yesinin Osmanlı ülkesinde yoğun olarak giriştiği borçlandırma ve demiryolu, madencilik, bayındırlık, belediyecilik alanlarındaki yatırım­ larının en çok yüksek bürokrasiye komisyon, spekülasyon, idare mec­ lisi üyeliği, hatta rüşvet gibi daha da zengin olma olanakları sağla­ dığı biliniyor. Fakat 1871'de Âli Paşanın ölümü ve Fransa’nın Prusya'ya ye­ nilmesi üzerine durum değişmeye başladı. Demokratik Fransa’nın he­ zimeti. hem kendisini yenen yetkeci Prusya’nın, hem kendisinin da­ ha önce Kırım Savaşında yendiği mutlakiyetçl Rusya’nın Avrupa si­ yaset sahnesinde sivrilmesine yol açtı. Bu da demokrasinin zayıf­ laması, mutlakıyetin güçlenmesi olarak yorumlandı ve Osmanlı si­ yaset hayatında etkisini gösterdi. Zaten Âli Paşanın ölümüyle yü­ reklenmiş olan Abdülaziz, Rus elçiliğine yaslanan, fakat kendisine fazla direnmeyen Mahmut Nedim Paşayı sadrıazam yaptı. Gerçi Rusçu ve Abdülazlzcl bürokratların karşısında Mütercim Rüştü, Hü­ seyin Avnl, Mithat Paşalar gibi İngilizciler de varsa da bunlar sonuç olarak yenileceklerdir. 1875'de Osmanlı Devleti, hemen hiçbir İkti­ sadî alana yatırılmamış olan dış borçlanmalar sonucunda iflasla karşı karşıya kalmış bulunuyordu. Babıâli, 6 Ekim 1875'de dış borç faizlerini yarı yarıya İndirmek kararını almak zorunda kalınca, borç tahvillerinin başlıca müşterisi olan İngiliz ve Fransız tasarruf sahip­ lerinden son derecede öfkeli tepkiler geldi. Bu durumda Hersek, Bul­ garistan isyanları da çıkınca, Osmanlı Devleti Rusya karşısında ya­ S payalnız kaldı. Abdülaziz'in tahttan indirilmesi, I. Meşrutiyetin ilânı da bu durumda para etmedi: Osmanlı-Rus 93 Harbi (1877-78) patlak verdi. Meşrutiyetin ve İngilizciliğin bir yarar sağlayamaması karşı­ sında Abdülhamit, başta Mithat Paşa olmak üzere İngilizcileri ve Meş­ rutiyeti tasfiye etmekte ve mutlak, hattâ müstebit bir yönetime git­ mekle bir zorluk çekmedi. Bu koyulaşan istibdatla birlikte Vükela Meclisi (Bakanlar Kurulu) gerçek bir karar uzvu olmaktan çıkmış, Saray en ufak sorunlarda dahi son karar mercii olmuştur. Sarayın bu üstünlüğü ve Babıâli Paşalarının gölgede kalışı 1908'e değin sür­ müştür. Subayların durumuna gelince, yeniçeri ocağının kaldırılmasına ve düzenli bir ordu kurmak yönündeki çabalara rağmen, askerlik mesleğinin itibarı yükselmiş değildi. Zira yeniçerilerin, iç savaşlar dahil, karşılaştığı arka arkaya başarısızlıklar, yeni orduların kurul­ masıyla sona ermiş değildi. Bu durumda Devletin ayakta kalabil­ mesi dış desteğe bağlı olduğundan, bu konuda başlıca görev dip­ lomatlara düşüyordu. Nitekim hükümetin de esas itibariyle hariciyeci Paşaların elinde olduğunu gördük. Hariciye mesleğinin yanında subaylık mesleği kesinlikle ikinci sınıf bir meslek durumundaydı. Mekteb-i Ulum-u Harbiyenin, yani Harbokulunun 1834'de kurulma­ sına rağmen, mektepli subaylar orduya sayıca egemen olmaktan uzaktı. Subayların -ve bunların arasında en yüksek rütbelerde Pa­ şalar da vardı- önemli bir bölümü alaylı idi. Bu, erlikten yetişmek demekti. İstidatlı görülen erler erbaş yapılıyor ve göze girebildikleri ölçüde bu yoldan yavaş yavaş yükselebiliyorlardı. Bunlarda yetenek aranmakla birlikte, üst makamların bir lutfu olarak yükselebildikleri için daha sâdık, ve keyfiliğe daha kolay âlet oluyorlardı. Nitekim, bunu bildiği için Abdülhamit, Sarayda ve İstanbul'da bulunan I. Or­ duda alaylı subayları tercih ediyordu. Devrimci suDaylar genellikle mektepliler arasından -daha Harbiye sıralarındayken- çıkıyordu. Fa­ kat Abdülhamit gibi müstebit bir Padişahın bu gerekçeyle askerî okul­ ların gelişmesini kösteklemesi zordu. Zira Devleti ayakta tutabil­ mek için iyi yetişmiş, bilgili subaylara ihtiyacı vardı. Bunları, başta Makedonya olmak üzere -çoğunlukla İstanbul dışında- kendilerine en çok ihtiyaç duyulan yerlere yolluyordu. Böylece hem bu ‘tehlikeyi’ savuşturmuş, hem de ihtiyacı karşılamış oluyordu. Ondan sonra da terfi ve ödüllendirmelerde bunları unutuyor ve yakınındaki sadık alaylı subay bendelerini daha da sâdık kılmak İçin onları ihsanlara boğuyordu. Özellikle bu ‘gözden ve gönülden ırak’ subayların yılda ancak 6 ay maaş alabildikleri de eklenirse, tablo tamamlanmış olur. 9 Soru 3 19. yüzyılın sonunda dünya ne durumdaydı? Dünya tarihinde ilk kez kapitalist düzeni toplumda egemen kıla­ cak olan Batı ve Orta Avrupa, 16. yüzyılın başından itibaren adım adım yeryüzündeki üstünlüğünü kurmaya yöneldi. Keşiflerle dünya ticaretinin aracısız, deniz yolundan işlemesi, Yeni Dünya servetle­ rinin ve değerli madenlerinin yağmalanması sağlanaı. Bu olanaklar, yıpranmış ve soysuzlaşmış feodal sınıfın yanında, özerk kentlerde yuvalanıp gelişebilmiş olan burjuvaziye büyük bir atılım gücü verdi. İktisadî üstünlüğü ele geçiren burjuvazi, artık siyasal egemenliği de ele geçirmeye yöneldi. Bu, ilk kez İngiltere'de Cromvvell devrimiyle oldu (1646). Kıta Avrupası 1,5 yüzyıl kadar sonraki Fransız Devrl- miyle aynı yolun yolcusu oldu. Fakat İngiliz burjuvazisinin almış ol­ duğu bu ön, onun Sanayi Devrimini başlatmasını ve I. Cihan Sava­ şına değin dünyanın en güçlü ülkesi olmasını sağladı. Avrupa’nın ticareti kolaylaştırmak ve geliştirmek için kurmağa başladığı de­ nizaşırı sömürge imparatorlukları, işgücü (köle) sağlamak bakımın­ dan ve yerleşme alanları olarak da önem kazandı (Kuzey Amerika, Güney Amerika, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda gibi). Sa­ nayi devriminin gelişmesi, sömürge imparatorluklarının daha da ge­ lişmesini zorunlu kıldı. Zira sanayiin geniş çaptaki üretimine rahat pazarlar ve bu sanayiin ihtiyacı olan ham maddelerin rahatça sağ­ lanabileceği kaynaklar gerekiyordu. Bu uğurda sömürgelerde yollar, limanlar yapıldı, ticaret merkezleri geliştirildi, madenler işletildi, çift­ likler kuruldu ya da köylüler sınaî bitki üretimine itildiler. Sömürge halkının sanayi ürünlerine müşteri olabilmesi için yerli lonca sana­ yileri, bazan zorla, söndürüldü. Sömürgelerin anayurt yöneticilerine, kilise adamlarına, işsiz ve maceraperestlere mevki ve iş alanı sağ­ lama işlevinin de önemli olduğunu unutmamak gerek. 19. yüzyılın son çeyreğine geldiğimizde, kapitalist ülkelerde yeni bir gelişme göze çarpmaktadır. Çelik, elektrik, petrol, sentetik kim­ ya, içten yanmalı motor gibi yeni alanların ortaya çıkmasıyle 'ikinci' bir devrim geçiren sanayide, tekelleşme başlamıştır. Küçük şirket­ lerin yerini tekel ya da yarı-tekel niteliğinde dev şirketler almaktay­ dı. Bu sürecin sömürge edinme çabasını hızlandıracağı açıktı. Fakat dünyada sömürge olmaya aday olup henüz elkonmamış ülkeler (bun­ lar geri, kapitalizme geçememiş ülkelerdi) azalmış olduğu için, bu bir yarış halini almıştı. Siyasal birliklerini kurmaları zaman al­ mış olduğu için bu yarışa geç katılmış olan Almanya ve İtalya bakımından bu özellikle önemliydi. 1878-1914 döneminin sonun­ 10

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.