1.-9. BASKİ Can Yayınlan 1983, 1984, 1985, 1986, 1987, 1990, 1991, 1992, 1993 İletişim Yayınlan 303 • Çağdaş Türkçe Edebiyat 26 ISBN 975-470-444-9 © 1994 İletişim Yayıncılık A. Ş. 10.-13. BASKI İstanbul, Ağustos 1994-Aralık 1994 14.-15. BASKI İstanbul, Mart 1995-Ağustos 1995 16.-17. BASKİ İstanbul, Mart 1996-Kasım 1996 18. BASKI istanbul, Ekim 1997 19. BASKI İstanbul, Mayıs 1998 20. BASKI İstanbul, Şubat 1999 21. BASKI İstanbul, Ekim 1999 22. BASKI İstanbul, Haziran 2000 23. BASKI İstanbul, Aralık 2001 24. BASKI İstanbul, Şubat 2003 25. BASKI İstanbul, Haziran 2004 26. BASKI İstanbul, Temmuz 2005 27. BASKI İstanbul, Ekim 2006 KAPAK Hakkı Mısırlıoğlu DİZCI Remzi Abbas UYGULAMA Hüsnü Abbas DÜZELTİ Meliha Öztoprak - Nezihe Abbas MONTAJ Şahin Eyilmez BASKI ve CİLT Sena Ofset İletişim Yayınları Binbirdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cagaloğlu 34122 İstanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58 e-mail: [email protected] • vveb: www.iletisim.com.tr ORHAN PAMUK Sessiz Ev Prvc de la decouverte europeenne, 1991 (Avrupa Keşif Ödülü, 1991) ORHAN PAMUK 1952'de İstanbul'da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğullan ve Kara Kitap adlı romanlarında anlatügına benzer bir ailede, Nişantaşı'nda büyüyüp yetişti. New York'ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul'da yaşadı. Liseyi Robert Koleji'nde bitir di, İstanbul Teknik Ûniversitesi'nde üç yıl mimarlık okudu, 1976'da İstanbul Üni versitesi Gazetecilik Enstitüsû'nû bitirdi. Çocukluk ve gençliğinde ressam olmayı hayal eden Pamuk 1974'den başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğullan 1979'da Milliyet Yayınlan Roman Yanşma- sı'nı kazandı. Üç kuşak İstanbullu bir tüccar ailesini hikaye eden ve 1982'de yayım lanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü de aldı. Aynı yıl ilk baskısı çı kan Sessiz Ev ile 1984 Madaralı Roman Ödülü'nü ve bu kitabın Fransa'da çıkan çe virisiyle de 1991 Prix de la decouverte europeenne'i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985'de yayımlanan ve Venedikli bir köleyle bir Osmanlı âlimi arasındaki ilişkiyi anlatan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk'un ününü yurt içinde ve yurt dışında ge nişletti. Nevv York Times gazetesinin "Dogu'da bir yıldız yükseldi" sözleriyle karşıla dığı bu kitap, belli başlı bütün Bau dillerine çevrildi. 1990'da yayımlanan Kara Ki tap, karmaşıklığı, zenginliği ve doluluğu yüzünden çağdaş Türk edebiyaünın üze rinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlanndan biri oldu. Pamuk'un 1991'de Rüya adım verdiği bir kızı doğdu. Ömer Kavur'un yönetmenliğini yapüğı Gizli Yüz filminin senaryosunu Pamuk 1992 yılında kitaplaştırdı. 1994te yayımla nan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği Yeni Hayat adlı romanı Türk edebiyaünın en çok okunan kitaplanndan biridir. 1998'de yayım ladığı Osmanlı nakkaşlanmn hayat ve sanatlan üzerine Benim Adım Kırmızı adlı ta rihî romanı olağanüstü bir ilgi gördü. Aynı kitap 2001 yılında yayımlandığı pek çok yabancı ülkede yılın en iyi yabancı kitabı olarak karşılandı. Pamuk, gençliğinden beri tuttuğu defterler, dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, denemeler, eleştiri yazılan, röportajlar ve gezi notlanndan yaptığı titiz bir seçme ile daha önce yayımlanmamış "Pencereden Bakmak" adlı uzun hikâyesini 1998'de öteki Renkler başlığıyla kitap- laşurdı. Son romanı Kar, sadece Türkiye'de değil tüm dünyada büyük bir ilgiyle kar şılandı. Kar, kısa sûrede 20 dile çevrildi ve yayımlandığı tüm ülkelerde best-seller listelerinde yer aldı. İstanbul adlı son kitabı, yazann 22 yaşına kadarki hatıralan ile şehir hakkındaki duygu ve düşüncelerinin yaratıcı bir toplamı. Orhan Pamuk'un ki- taplan otuzun üzerinde dile çevrildi ve bütün dünyada iki milyona yakın sattı. 1 "Yemek hazır Büyükhanım," dedim. "Masaya buyurun." Bir şey demedi. Bastonuna dayanmış öyle dikiliyordu. Gittim, koluna girdim, getirip masaya oturttum. Yalnızca mırıldandı. Mutfağa indim, tepsisini alıp getirdim, önüne koydum. Baktı, ama yemeğe dokunmadı. Söylenerek boynunu uzatınca aklıma geldi. Peçetesini çıkardım, kocaman ku laklarının altına uzanarak bağladım. "Ne yaptın gene bu akşam?" dedi. "Neler uydurdun ba kalım?" "İmambayıldı," dedim. "Dün istemiştiniz ya!" "Ûğlenki mi?" Tabağını önüne ittim. Çatalını aldı, söylenerek patlıcanı karıştırdı. Biraz didikledikten sonra yemeye başladı. "Büyükhanım, salatanız da burada," dedim, içeri gittim. Bir patlıcan da kendime aldım, oturdum, ben de yemeye başladım. Biraz sonra, "tuz," diye seslendi. "Recep, tuz nerede?" Kalktım, gittim, çıkıp baktım, elinin altında duruyor. "İşte ya tuzunuz!" "Bu da yeni çıktı," dedi. "Ben yerken niye içeri gidiyor sun?" Cevap vermedim. "Yarın gelmiyorlar mı?" "Geliyorlar Büyükhanım, geliyorlar!" dedim. "Tuz serp meyecek misiniz?" "Karışma sen!" dedi. "Geliyorlar mı?" "Yarın öğleyin," dedim. "Telefon ettiler ya..." "Başka nen var?" Yarım patlıcanı geri götürdüm, temiz tabağa güzelce fasulye koyup götürdüm. Fasulyeyi de tiksinerek karıştırmaya baş layınca içeri gittim, oturdum, ben de yiyorum. Biraz sonra, bu sefer, biber, diye seslendi, ama duymamış gibi yaptım. Sonra meyve, diye seslendi, gittim meyve kâsesini önüne ittim. Kemikli, ince eli şeftalilerin üzerinde yorgun bir örümcek gibi ağır ağır gezinmeye başladı. Sonunda durdu. "Çürük hepsi! Nereden buldun sen bunlan, ağaç altlarından mı topladın?" "Çürük değil, Büyükhanım," dedim. "Olgun. En iyi şeftaliler bunlar. Manavdan aldım. Burada şeftali ağacı kalmadığını siz de biliyorsunuz..." Duymazlıktan geldi, şeftalilerden birini seçti. Ben içeri gittim fasulyemi bitiriyordum ki, "Çöz!" diye seslendi. "Recep, neredesin, çözsene!" Koştum, gittim, peçetesine uzanırken baktım şeftalinin yarısını bırakmış. "Bari kayısı vereyim size Büyükhanım," dedim. "Sonra acıktım, diyorsunuz, gece beni uyandırıyorsunuz." "Teşekkür ederim," dedi. "Daha o ağaç döküntülerini yi yecek kadar olmadım şükür. Çöz şunu!" Uzanıp peçetesini çözdüm, ağzını silerken yüzünü bu ruşturdu, dua eder gibi de yaptı. Ayağa kalktı. "Çıkar beni yukarı!" Bana yaslandı, biraz çıktık, merdivenin dokuzuncu basa mağında gene durduk, nefes aldık. "Odalarını da hazırladın mı?" dedi nefes nefese. "Hazırladım." "Peki haydi," dedi, daha da yüklendi. Gene çıktık, son basamağa varınca, "On dokuz, şükür!" dedi, odasına girdi. "Lâmbanızı yakın!" dedim. "Ben sinemaya gideceğim." "Sinemaymış!" dedi. "Koca adam. Geç kalma bari." "Kalmam." Aşağı indim, fasulyemi bitirdim, bulaşıkları yıkadım. Önlüğümü çıkardım, kravatım yerinde, ceketimi aldım, cüzdanım da tamam. Çıktım. Denizden serin serin esiyormuş, hoşuma gitti; incirin yaprakları da hışırdıyor. Bahçe kapısını kapadım, plaja doğru yürüdüm: Bizim bahçenin duvarı bitince kaldırım ve yeni beton evler başladı. Balkonlarında, küçük, dar bahçelerinde oturuyorlar, televizyonlarını açmışlar haberlere bakıyorlar, dinliyorlar; mangalların başında kadınlar var, onlar da öyle, beni görmüyorlar. Izgaralarda et ve duman: Aileler, hayatlar; merak ederim. Kış gelince ama, kimsecikler kalmaz, o zaman boş sokaklarda kendi ayak seslerimi duyar ürperirim. Üşüdüm, ceketimi giydim, yan sokaklara saptım. Hepsinin aynı saatte televizyona bakarak yemeğe otur duğunu düşünmek tuhaf! Ara sokaklarda geziniyorum. Küçük alana açılan sokaklardan birinin ucuna bir araba yanaştı, içinden İstanbul'dan yeni gelen bir yorgun koca çıktı, elinde çanta evine girdi, sanki haberlere bakarak yenilecek yemek için geciktiği için telâşlıydı. Yeniden kıyıya gelince İsmail'in sesini duydum. "Milli piyango, altı gün kaldı." Beni görmedi. Ses de etmedim. Başı aşağı yukarı inip çıkarak lokanta masaları arasında geziniyordu. Sonra bir masadan ça ğırdılar gitti, eğildi, beyaz elbiseli, saçları kurdelalı bir kıza pi yango destesini uzattı. Kız ağırbaşlı seçiyor, annesiyle babası memnun gülümsüyordu; döndüm artık, bakmıyorum. Ses et seydim, İsmail beni görseydi, topallayarak hızla yanıma gelirdi. Bize niye hiç ugramıyorsun ağbi, derdi. Eviniz uzak İsmail, derdim, hem de yokuşta. Evet, haklısın, derdi, Doğan Bey o parayı bize verdiğinde, ben yokuşta değil burada toprak alsaydım ağbi, derdi, ah, o zaman istasyona yakın diye orada alacağıma deniz kıyısında alsaydım Recep, ben bugün milyonerdim, derdi. Evet, evet: Aynı sözler. Güzel kansı da susar bakar. Niye gideyim? Ama bazan isterim, konuşacak tek kişi bulamayınca kış geceleri isterim ve giderim, ama hep aynı sözlerdir. Kıyı gazinoları bomboş. Televizyonlar açık. Çaycılar yüzlerce boş bardağı yanyana dizmişler, büyük güçlü ampuller altında hepsi tertemiz parlıyor. Haberlerin bitmesini, kalabalığın sokaklara dökülmesini bekliyorlar. Kediler boş masaların altında. Yürüdüm. Mendireğin öte yanına sandallar çekilmiş. Küçük, kirli kumsalda kimsecikler yok. Kıyıya vurup kurumuş yosunlar, şişeler, plastik parçaları... Sandalcı İbrahim'in evini yıka- caklarmış, kahveyi de diyorlar. Kahvenin aydınlık camlarını görünce birden heyecanlandım. Biri vardır belki, kâğıt oy namayan biri, konuşuruz, sorar, nasılsın, anlatırım, dinler, e sen nasılsın, anlatır dinlerim: Televizyonun sesini ve uğultuyu bastırmak için bağrışarak: Arkadaşlık. Belki birlikte sinemaya bile gideriz. Ama kahveye girince hemen keyfim kaçtı, çünkü o iki genç gene oradaydı. İşte: Beni görünce neşelendiler, birbirlerine bakarak güldüler, ama görmedim ben sizi, saatime bakıyorum, bir arkadaş arıyorum. Orada, solda Nevzat oturuyormuş, kâğıt oynayanları seyrediyor. Gittim yanına, sandalyeye çıkıp oturdum. Memnunum, Nevzat'a dönüp gülümsedim. "Merhaba," dedim. "Nasılsın?" Bir şey söylemedi. Televizyona baktım biraz, haberlerin sonunu veriyor. Sonra dönen kâğıtlara ve onlara bakan Nevzat'a baktım, el bitsin diye bekledim, bitti, ama benimle değil aralarında konuştular ve gülüştüler. Sonra gene başladı ve gene daldılar ve gene bitti. Kâğıtlar yeniden dağıtılırken artık bir şey diyeyim bari dedim. "Nevzat, bu sabah verdiğin süt iyiydi." Gözünü kâğıtlardan ayırmadan başını salladı. "Biliyor musun, yağlı süt, iyi oluyor." Gene başını salladı. Saatime baktım, dokuza beş var. Sonra televizyona baktım; dalmışım, gençlerin kıkırdadıklarını çok sonra farkettim. Ellerindeki gazeteyi görünce korkuyla dü şündüm: Aman Allahım, yoksa gene bir resim mi var? Çünkü bir bana, bir gazeteye bakıyorlar, çirkin çirkin gülüşüyorlardı. Aldırma Recep! Ama gene de düşündüm sonra: Bir resim, bazan koyarlar gazeteler; acımasızdırlar; altına da çıplak kadınların ve hayvanat bahçesinde yavrulayan ayıların resmini bastıklarında yazdıkları gibi saçma sapan ve haksız bir yazı yazarlar. Birden Nevzat'a döndüm ve hiç düşünmeden, "Nasılsın?" dedim. Birşeyler mırıldanarak bir an bana döndü, ama aklım re simde olduğu için söyleyecek bir şey bulamadım ve konuşma fırsatını da kaçırdım. Üstelik sonra boş bulunup gene o iki gençten yana baktım. Gözgöze gelince daha da yılıştılar. Başımı çevirdim. Masaya bir papaz düştü. Kâğıt oynayanlar küfür- leştiler ve sevinip üzüldüler. Sonra yeni bir oyun başladı; kâğıtlar ve sevinçler yer değiştirdi: Bir resim mi var? Birden aklıma geldi: "Cemil!" diye seslendim. "Buraya bir çay!" Böylece biraz olsun unutabilmek için oyalanacak bir şey buldum, ama çok sürmedi, aklım gençlerin gülüşerek baktığı gazeteye gene takıldı. Bir daha dönüp baktığımda gazeteyi Cemil'e vermişlerdi, o da gösterdikleri yere bakıyordu. Sonra Cemil, benim huzursuz baktığımı görünce rahatsız oldu ve birden azarlayıcı bir sesle gençlere bağırdı: "Arsızlar!" İşte, ok da yaydan çıktı. Artık farketmemişim gibi yapamam. Çoktan kalkıp gitmeliydim buradan. Gençler kahkaha atı yorlar. "Ne var Cemil?" dedim. "Ne var o gazetede?" "Hiç!" dedi. "Tuhaf!" Merak dayanılır gibi değil. Kendimi tutmaya çalıştım, ama gücüm yok. Büyülenmiş gibi sandalyeden indim, sessizleşen gençlerin yanından geçerek Cemil'e doğru ağır ağır yürü düm. "Versene o gazeteyi!" Gazeteyi saklamak ister gibi bir hareket yaptı. Sonra suçlu suçlu: "Tuhaf!" dedi. "Böyle bir şey olabilir mi? Bunun aslı var mıdır?" Sonra gençlere dönerek, "Arsızlar!" dedi ve sonunda, çok şükür gazeteyi uzattı. Gazeteyi aç kurt gibi elinden kaptım, açtım; yüreğim hızla atıyor. Boğulur gibi, heyecanla gösterdiği yere bakıyorum ama, hayır, yok bir resim. "Nerede?" "Şurada!" dedi Cemil, merakla, parmağının ucuyla do kundu. Gösterdiği yeri hızlı hızlı okudum: Tarih köşesi... Üsküdar'ın tarihî hazineleri... Şair Yahya Kemal ve Üsküdar... Daha altta küçük başlıklar: Rum Mehmet Paşa Camii... Ahmediye Camii ve Çeşmesi... Şemsi Paşa Camii ve Kütüphanesi... Sonra Cemil'in parmağı çekine çekine aşağı indi ve gördüm: Üsküdar'daki Cüceler Evi! Yüzüme kan bastı. Bir solukta okudum: Bunlardan başka, Üsküdar'da bir zamanlar, bir de cüceler evi bulunmaktaydı. Sıradan insanlar için değil, cüceler için yapılmış olan bu evin, hiçbir eksiği yoktu. Yalnızca, odalarının, kapılarının, pencerelerinin, merdivenlerinin boyutları cücelere göreydi ve ortalama bir insanın içeri girebilmesi için iki büklüm olması gerekirdi. Sanat tarihçisi hocamız Prof. Dr. Süheyl Enver'in araştırmalarına göre, bu evi cücelerini çok seven, II. Sultan Mehmet'in zevcesi ve I. Sultan Ahmet'in valideleri Handan Sultan yaptırmıştır. Bu kadının cücelerine olan aşırı düşkünlüğünün Harem tarihimizde önemli bir yeri vardır. Handan Sultan, ölümünden sonra, çok sevdiği bu sevimli dostlarının rahatsız edilmeden, huzur içinde birlikte yaşamalannı arzu etmiş, bunun üzerine Saray'ın başmarangozu Ramazan Usta seferber edilmişti. Doğramalarının ve ahşap işçiliğinin mükemmeliyetinin bu evi küçük bir şaheser haline getirdiği söylenmektedir. Fakat, aynı yıllarda Üsküdar'ı gezen Evliya Çelebi'de sözü edilmediği için, gerçekten böyle tuhaf ve ilginç bir ev olup olmadığını kesinlikle bilemediğimizi
Description: