UTOPİA Thomas More (Mina Urgan’ın incelemesiyle) İÇİNDEKİLER THOMAS MORE’UN YAŞAMI VE UTOPIA’NIN İNCELENMESİ Giriş Thomas More’un Yaşamı Utopia’nın Birinci Bölümü Üstüne Utopia’nın İkinci Bölümü Üstüne Platon’un Devlet’i ile More’un Utopia’sı Utopia’nın Günümüzde Değerlendirilmesi Kaynakça UTOPIA I.Bölüm II.Bölüm Utopia Şehirleri ve Başkent Amaurote Üstüne Yönetim Görevlileri Bilimler, Sanatlar, Uğraşlar Utopia’lıların Yaşayışları ve Karşılıklı İlişkileri Utopia’lıların Gezileri ve Başka Konular Köleler, Hastalar, Evlenme ve Çeşitli Başka Konular Savaş Üstüne Utopia’da Dinler GİRİŞ On altıncı yüzyılda tüm Avrupa’yı etkileyen Rönesans, Hümanizm ve Reformasyon, Batı dünyasının ilk sosyalisti Sir Thomas More’un kişiliğini de yoğurdu. İç içe örülü olan bu üç akımı birbirinden ayırmanın yolu olmadığı gibi, bunları More’un kişiliğinden ayırmanın da yolu yoktur. Thomas More, Rönesans’tan ve Hümanizm’den yanaydı; Reformasyon’a, yani dinsel reforma karşı çıkışı ise, ölüm cezasına çarptırılmasına neden oldu. Rönesans, eski Yunan ve Roma uygarlığının kalıtımını koruyan İtalya’da on dördüncü yüzyılda başlayıp, on altıncı yüzyılda tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı. Rönesans sözcüğünün anlamına gerçekten uygun olan bu “yeniden doğuş“un başlıca nedenlerinden biri, Hıristiyan dünyasını egemenliği altında tutan Katolik Kilisesi’nin, ortaçağın bitmesiyle baskı gücünü kısmen yitirmiş olmasıydı. Bu baskının hafiflemesiyle birlikte, doğrudan doğruya Kilise’nin öğretilerine bağlı kalan; doğayı ve insanları kalıplaşmış geleneklerin ve dar kafalı bir mantığın sınırları içine hapseden skolastik dünya görüşü gözden düşmüştü. Tüm bilim dalları, dinbilime değil, felsefeye bağlanıyordu artık. O güne dek nasıl düşüneceklerini, nasıl davranacaklarını Katolik Kilisesi’nden ezbere öğrenen insanlar, gözetim altında yaşamaktan kurtulunca, bilgiye ne denli susamış olduklarını anladılar. Kendi iç dünyalarını da, dış dünyayı da sonsuz bir merakla incelediler. Thomas More doğmadan bir yıl önce, yani 1477’de William Caxton’un İngiltere’de ilk matbaayı kurması, bilginin yayılmasına yardımcı oldu. Nicholas Koppernik’in astronomi alanında görüşleri ve uzak denizlere açılan yolcuların bilinmedik dünyalar, bilinmedik ülkeler bulmaları, Rönesans adamının yalnız iç dünyasına değil, içinde yaşadığı evrene de yeni boyutlar kazandırdı. Bu yolculuklar sayesinde ufku genişleyen Rönesans adamı, içinde yaşadığı toplumdan bambaşka toplumların da var olabileceğini düşündü belki de. Uzaklara giden bu yolcuların, More’un hayal gücünü de etkilediği kuşkusuzdur. Çünkü ileride göreceğimiz gibi, onun sözcüsü olarak Utopia adasını bize anlatan gemici, Amerika’yı Colombus’tan önce bulduğunu ileri süren Amerigo Vespucci ile uzun yolculuklara çıktığını, ondan ayrıldıktan sonra da, yolculuklarını sürdürüp, sonunda sözde Utopia’ya vardığını söyler. Bize kalırsa, More o sıralarda Amerigo Vespucci’nin çok ünlü olan yolculuk anılarını da okumuştu. Hatta bu anılarda, Vespucci, Utopia’lılar gibi özel malı mülkü olmayan, ülkelerinde altın bulunduğu halde altına önem vermeyen, her şeyi ortaklaşa paylaşan, özgürlük içinde kralsız yaşayanlardan da söz eder. Ne var ki, bu adamlar, More’un Utopia’lıları gibi uygar değildirler. Rönesans’ta Katolik Kilisesi’nin baskısından doğan bağnazca dinsellik gücünü yitirince, insanlar, ruhlarıyla birlikte bir de bedenleri olduğunun; ruhla bedenin birbirine bağlı kaldığının; ruhun yücelmesi için bedenin ille ezilmesi ve acı çekmesi gerekmediğinin; tam tersine, beden ne denli sağlıklı olursa, ruhun da o denli sağlıklı olacağının bilincine vardılar. Bu bilinç, Rönesans adamının yaşama karşı benimsediği tutumda büyük bir değişikliğe neden oldu: Bedeni önemsemeyen, dinibütün ortaçağ adamı, mutluluğu ancak öldükten sonra, öteki dünyada beklerdi. Hatta bu dünyada ne denli acı çektiyse, öteki dünyada o denli sevineceğine inanırdı. Oysa Kilise’nin boyunduruğundan kurtulup, hem aklın egemenliğini her şeyden üstün tutan, hem de yaşamaktan coşkun bir haz duyan Rönesans adamı, yalnız gelecekte ve öteki dünyada değil, bu dünyada ve hemen mutlu olmak istiyordu. Rönesans’a özgü bu tutumu, Hümanistler’in, eski Yunan klasiklerini yeni bir açıdan incelemeleriyle açıklayabiliriz ancak. Üstelik Hümanizm ile Rönesans öylesine özdeşleşmiştir ki, bu iki akımı birbirinden ayırmanın, Rönesans’ın mı, yoksa Hümanizm’in mi daha önce başladığını saptamanın yolu yoktur. Hatta klasik Yunan kültürüne yöneliş o sıralarda başladığı için, birçok kişi bu çağa “Klasik Rönesans” ya da “bilginin yeniden doğuşu” adlarını verir. Ortaçağda, eğitim görenlerin çoğu Latince biliyordu. Ama Yunan uygarlığı Roma uygarlığından kat kat üstün olduğu halde, Yunanca bilenlerin sayısı hem çok azdı; hem de Yunanca çalışmaları Aristoteles’in yapıtlarını yorumlamaktan kimi zaman yanlış yorumlamaktan ileri gidemiyordu. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru ve özellikle on altıncı yüzyılın başlangıcında, Yunan düşüncesine ve Yunan yazınına karşı büyük bir merak uyandı. Bilgiye susamış birçok Avrupalı, Yunan kültürünün mirasçısı olan ve bizler İstanbul’u aldıktan sonra çok sayıda Yunanlı bilginin oraya sığınmasıyla Yunanca çalışmalarına büsbütün önem veren İtalya’ya gidip Yunanca öğrendi. Bu meraka kapılanlara Hümanist denilmesinin nedeni de şuydu: Katolik Kilise’nin öğretisine bağnazca bağlı kalan ortaçağ adamı, doğayı ve insanı önemsemezken, eski Yunanlılar, doğayla ve özellikle insanla ilgili gerçeklerden hiçbir zaman kopmamışlardı. Tüm bilim dallarını skolastik dinbilimin sınırları içine hapsetmek