ebook img

Şah & Sultan - İskender Pala PDF

394 Pages·2014·1.47 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview Şah & Sultan - İskender Pala

1958. Uşak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi (1979). Divan edebiyatı dalında doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu. Divan edebiyatının halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları kalabalık dinleyici kitleleri tarafından takip edildi. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak tanınan İskender Pala, Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü’nü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü’nü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü’nü (1996) aldı. Hemşehrileri tarafından “Uşak Halk Kahramanı" seçildi. Babil’de Ölüm İstanbul'da Aşk ve Katre-i Matem adlı romanlarının baskıları yüz binlere ulaştı, pek çok ödül aldı. Türk Patent Enstitüsü tarafından marka ödülüne layık görüldü ve adı tescillendi. Evli ve üç çocuk babası olan Pala, halen Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir. www.iskenderpala.net www.iskenderpala.com ŞAH&SULTAN İskender Pala Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandığı, size de kendi kazandığınız. Siz onların işlerinden sorulacak değilsiniz. (Bakara Suresi; 134, 141) "Çaldıran Sahrasındaki o zorlu günün cengâverleri! Ruhunuz şad olsun!.." Şah&Sultan'ı yazarken pek çok kişiden teşvik ve yardım gördüm. Bunlardan; Konuyla ilgili İran seyahatimi kolaylaştıran İran İstanbul Başkonsolosluğu Kültür Ataşesi Mahmud Sıdkızade'ye, İran hudutlarındaki Çaldıran'da beni konuk edinip yardımlarını esirgemeyen Çaldıran Fermandarlığı yetkilileri Caferzâde, Necefi, Ayseferi beylere ve Tebriz'de bana bir hafta boyunca rehberlik eden taksici Hüseyin'e, Alevilikle ilgili yetkin görüşlerini benimle paylaşarak kalemime rehberlik eden Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Doç. Dr. İlyas Üzüm'e, Yazdıklarımı okuyarak Alevilikle alakalı görüşlerini bildiren asistanımız değerli Kayhan Şahan'a ve Şah İsmail üzerine yüksek lisans tezi hazırlayan öğrencim değerli Nilüfer Kotan'a, Yazdıklarımı okuyup tarihi açıdan eleştirilerini esirgemeyen değerli dostlarım Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu'ya, Şah&Sultan'\n ortaya çıkması için daima işlerimi kolaylaştıran Alfa Yayın Grubu'nun mürüvvetment sahibi, aziz kardeşim Faruk Bayrak ile yayınevi çatısı altında kitaba emeği geçen herkese, Ve nihayet, yazdıklarımın her zamanki ilk okuyucusu ve ilk eleştirmenim, biricik eşim F. Hülya Pala'ya teşekkür ederim. 1 KAMBER Hıtayî hâl çağında Hak gönül alçağında Kabe yapmaktan yeğdir Bir gönül al çağında Hıtayî Bu bab, Erdebil yakınlarında bir yerlerde yıldız toplayan çocuğun sevgiyle tanışması beyanındadır. Ağustos 1501, Kamber söz perdesini açanda: Ilık yaz akşamlarında, meşe dallarının yaprakları arasından göz kırpan yıldızlara doğru uçup gittiğimi düşünmek, tekdüze ömrümün en heyecanlı eğlencesi haline gelmişti. Bahardan bu yana gözlerimi karanlıkta yıldız aramaya alıştırmıştım. Babaydar’ın son günlerde iyiden iyiye artan dalgınlık hallerine ve “Ey yolcu, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!” diye bana duyurmak ister gibi kendi kendine mırıldanmasına aldırmadan yıldızlarımı topluyordum. Artık cırcır böceklerinin ritmik seslerine yetişebiliyor, onların her ötüşünde yeni bir yıldıza daha gidiyor, uçsuz bucaksız göklerde el değmemiş bir yıldızımın daha olmasından haz duyarak elimdeki çakıllardan birini daha yıldız torbama doldurabiliyordum. Sessizliğin en koyu vaktinde bir yıldızda tek başına olmak ve her şeye hükmetmek bir çocuk için sultanlık değil de nedir!?.. Babaydar benim tek akrabamdı. Yahut ben öyle zannediyordum. Kış gelince köydeki kerpiç evimizin eşyasız odasındaki ocak başında, yaz günlerinde ise şu yaşlı meşenin dalları arasına çattığımız yüksek duldamızda birbirimizin varlığına güvenerek yaşayıp gidiyorduk. Bana okuma yazma öğrettiği son bir yılın kuşluk saatlerini hariçte tutarsak hayatımız derin bir sıradanlıkla kuşatılmış gibiydi. Gerçekte benim neyim olurdu, bilmiyordum. Babaydar diyordum ama babam mıydı, dedem miydi, yoksa beni yanma almış hayırsever bir ihtiyar mıydı, hâlâ benim için bir muammadır. Varlık ve sahiplenme düşüncesinin kerpiç bir ev ile bir duldadan ibaret olduğunu ve köyün karşısındaki dağın arkasında dünyanın son bulduğunu düşünen sekiz yaşındaki yalnız bir çocuk için, o gün bunların fazla da önemi yoktu zannederim. Ona annemi sorduğum bir gece, ta sabaha kadar yorganımın altında ağlamama yol açacak öyle azarlayıcı sözler işitmiştim ki bir daha annem veya babam hakkında bir tek kelime edemedim. Bu konuda zihnimdeki soruları dile getirirsem beni terk edeceğinden korktum hep. O gece, -her zamanki gibi- dizlerinin çok ağrıdığından, bostan işleri yapmak için artık yaşlandığından, duldaya inip çıkarken bir gün bu ağaç merdivenden düşüp öleceğinden şikâyete başladığında, ikimiz de gerçekten çok yorulmuştuk. O gün bostan sulama günümüzdü çünkü. Yaz gününde serin sularla bostan sulamanın keyfini anlatamam size. Babaydar çaydan ayırdığı bir kol suyu arklardan akıtarak bostanm her karışına ulaştırmak için elinde kürek, oflayıp puflayarak suya yol açarken ben, tarlamıza -neden böyle dediğimi bilmiyorum, bizim tarlamız olduğundan şimdi şüphedeyim- akıp gelen, sonra da kızgın toprağın emdiği suların son birikintilerinde zıplayan balıkları toplardım. O gün bereketli geçmiş ve küçük sepetimiz ağzına kadar irili ufaklı balıklarla dolmuştu. Hiç şüphesiz, hayatımın en yorgun ama en mutlu akşamlarından biriydi. Söğüt dallarına geçirip kor ateşte pişirdiğimiz balıkları birer ikişer midemize indirirken Babaydar her zamanki durağanlığının aksine beni karşısına oturtup önemli şeyler anlatacağını söylemişti. Ürpermiştim. Her gecekinden farklı bir gece olacağını düşündüğüm için benliğime tesir eden bir titreyişle ürpermiştim. Henüz sekiz yaşımdaydım ve çocuk ruhuma ağır gelecek bir hakikat adına ürpermiştim. Elbette cümlelerine yine “Nefes aldığın her saniyede sevgiye yürü babacım, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!” diye başladı. Sonra tane tane ve emreder gibi söylemeye devam etti: “Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli ‘ilgi’den doğar, ilgiyi 'sevgi’ takip eder. Sonra ‘tutku’, ‘aşk’, ‘şevk’ ve ‘kulluk’ diye devam edip ebedi ‘dostluk’ta nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama gülme... Hepsi sevginin etkileri ve hâlleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her hâlden üzülecektir. Akıllı insan kendisine zarar verecek sevgiyi istemez. “Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik’ten doğar ve bütün güzeller O’nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Büyüyünce bu dediklerimi çok daha iyi anlayacaksın, ama şimdilik sevgiyi bir su farz et. Ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana!..” Babaydar’ın daha sonraki sözlerini anlamakta hakikaten zorlanmaya başlamıştım. Bilmediğim bir dilden sırlar aktarıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz olduğu bir zamanı hatırlamıyordum. Ne kadar çok şey bildiğini görmekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybetle oturuyor -belki de söylediklerinden dolayı ben onu her saniyede daha heybetli görüyordum-ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu. Her cümlesine kulak kesilmiş ezberlemeye çalışıyordum. Bazılarını yorumlayacak ve anlayacak kadar tekrarlayamıyordum ama yine de hafızama yerleştirmek için dikkat ediyordum. Dedim ya, Babaydar’ı hiç böyle görmemiştim. Görevini yapmak üzere bütün benliğiyle işine kilitlenmiş insanların saygınlığını taşıyordu üzerinde. “Bir madde, tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Gökler sevgiyle dönerler, yıldızlar sevgi sayesinde yerlerinde durabilirler. Tıpkı kalbimizdeki sevgi yıldızları gibi... Bu yüzden dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgilisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir.” Beni kucaklayıp bağrına basarken “Anladın mı babacım!” demişti sesinin bütün şefkatiyle. Cevap vermedim. Çok sonradan anladım ki hakikat benim için sevgi dolu o geceyi hatırlamaktan, o gecenin sevgisini cihanın bütün sevgileriyle hatırlamaktan, sevginin başlangıcını sonucu ile hatırlamaktan ibaret olacaktı ve hiçbir hakikat, sevgiden daha öte bir değer ifade etmeyecekti. Çocuktum, girift düşünceler ve fikir dilemmaları içinde kalmıştım. Babaydar’ın her kelimesi zihnime kıymık gibi saplanıyor, acıtıyor, geri çekiliyordu. Bu arada gece ilerliyor, yıldızlar yerlerini belirliyor, sessizlik büyüyordu. Erdebil’deki başka yaz gecelerinin aksine hiç rüzgâr esmiyor, yaprak kımıldamıyordu. Uzaktan kurt ulumaları, köyden de köpek havlamaları geliyordu. Dimağımdaki ağırlığı çözmem, beynimde zonklayıp duran kelimelerin esaretinden kurtulmam gerektiğine karar verdim. Babaydar’ın sözlerini zihnime kazır kazımaz başka şeyler düşünmeye başladım. Kurtların geceyi dolduran ulumalarındaki devamlılığa kendimi hapsettim ve bu ulumaların uzunluğunu ölçmeye çalıştım. Bir kurt neden ulurdu? Her zaman duymadığımız bu ulumaların bu gece çoğalmasının bir sebebi var mıydı? Babaydar bana kurt sesinden ziyade tavşan, sansar, çakal, kaplan ve ayı seslerini ayırt etmeyi öğretmişti. Bir de küçük kemirgenlerin seslerini. Zihnimdeki yoğunluğu dağıtmak için kemirgenleri düşünmeye başladım. Onlar bostanımıza dadandıkları zaman dalları arasında duldamızın bulunduğu meşe ağacının uç yapraklarını sallayarak onları nasıl kaçırttığımızı hatırlayıp güldüm. Zıplayarak kaçışları benim için çok heyecanlı oluyordu çünkü. Hatta bazen Babaydar iki dudağının arasına koyduğu parmak boyundaki demir kopuzun çelik yayını titreterek tiz sesler çıkartır, daha olmazsa duldadan iner, uzun sopasıyla hepsini kovalar, ben de neşeyle onları seyrederdim. Nadiren bostanımıza tehlikeli hayvanlar da gelirdi. Böyle zamanlarda bulunduğumuz ağacın dallarından inmeden onları kovmamız gerekiyordu. Babaydar’ın kamış bir kavalı vardı. Onunla çeşitli hayvanların seslerini taklit edebilirdi. İleride bu marifetini bana da öğretecek, üstelik kaval da benim olacaktı. Hatta bir gün bana “Bak babacım!” demişti. “Tavşan sansardan korkar, sansar çakaldan, çakal ayıdan.” Sonraki gecelerde bostan nöbeti tutarken kendimi daha emniyette hissettim. Tavşanlar gelince Babaydar’ın kavalını eline alıp sansar sesi, sansarlar gelince çakal sesi, çakallar gelince kaplan sesini taklit ederek hepsini kaçırtabilmesinden keyif alıyordum. Ama günün birinde ayılar gelmesin diye de hep dua ederdim. Kaç kez “Babaydar!.. Ayılar gelirse ne yapacağız?” diye sormak istedim, ama buna cesaret edemedim. Babaydar, sevgi üzerine söylediklerinden sonra benim için bir ermiş heybetine bürünmüştü. Bir an onun bu derunî hâlinin birkaç zamandır devam edegeldiğinin farkına vardım. O gece zaman donmuştu sanki. Karşılıklı, gözlerimizin içine bakarak ne kadar oturduğumuzu bilemiyorum. Bir ara başımı okşadı. Sonra elini uzattı, duldamıza çıkan merdiveni yukarı çekerken “Bu gece hikâye yok babacım! Hatta nöbet de yok. İkimiz de çok yorgunuz. Artık bostanımızı Hak- Muhammed-Ali korusun; canavarları Hüseyin’in ruhu kovsun!” diye mırıldandı. İçimden “Allah Allah...” dedim. Dua ettiğimiz zaman “Amin!” mânâsında böyle demem gerektiğini bana o öğretmişti. Gece, bütün*hüznüyle beni kuşatmış gibiydi. Diğer gecelere benzemiyordu. Bir şeyler bu geceye farklılık veriyordu. Lâkin o şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Üstelik benim şimdi yıldızlarımı bir bir saymam, yerlerinde durup durmadıklarını iyice kontrol etmem, birilerinin onları oradan çalıp çalmadığını öğrenmem gerekiyordu. Kaybolan yıldızım varsa onun kaybolduğunu, beni koruyan meleklere, Ali Efendimiz’in ruhuna, Hüseyin Efendimiz’in hayaline haber vermeliydim. Aklıma takıldı; beni koruyan meleklerim de acaba sevgiyi biliyorlar mıydı? Ali Veliyyullah Efendimiz de sevgiyi biliyor muydu? Peki, ya Hüseyin Efendimiz? Belki yıldızlarıma gidersem bütün bunları öğrenebilirdim. Bunun için dikkatimi toplayıp gözlerimi karanlığa

See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.