ebook img

İnka Altını PDF

436 Pages·2017·1.72 MB·Turkish
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview İnka Altını

Clive Cussler İnka Altını Başlangıç Milattan Sonra 1533 Unutulmuş bir Deniz GÜNEYDEN geldiler. Sabah güneşiyle birlikte. Pırıl pırıl denizin üzerinde ilerlerken, göllerdeki seraplar gibi titrek bir görünüm yansıtıyorlardı. Sallardan oluşan filonun dikdörtgen biçiminde kesilmiş, pamuklu kumaştan yelkenleri, koyu mavi ama sakin gökyüzünün altında cansızdı. Tayfalar küreklerini esrarlı bir sessizlik içinde suya daldırıp çıkarırken hiçbir komut duyulmuyordu. Tepede bir atmaca dönüp yükseliyor, sanki dümencileri iç denizin orta yerinden fışkırmış gibi görünen çıplak adaya doğru yönlendiriyordu. Sallar birbirine tutturulmuş kamış demetlerinden yapılmış, uçları yukarıya doğru kıvrılmıştı. Bu demetlerin altı tanesi bir sal oluşturmuş, sonra kenarlar ve kirişler bambuyla sağlamlaştırılmıştı. Yükselen burun ve kıç, köpek başlı yılan biçimindeydi. Aydedeye uluyormuş gibi kalkık duran başta, çene hafif aralıktı. Filonun komutanı olan kişi, en öndeki salın sivri burnuna konmuş taht gibi bir sandalyede oturmaktaydı. Pamuklu bir tunik giymişti. Üzerinde turkuaz pullar işliydi. Sırtına renk renk işlemeli bir pelerin atmıştı. Başını tüylü bir miğfer, yüzünü de altın bir mask örtüyordu. Kulaklarındaki çeşitli süsler, boynundaki kocaman gerdanlık, kollarının yukarılarına kadar çıkan bilezikler, güneşin altında sarı sarı parlıyordu. Pabuçları bile altından yapılıp biçimlendirilmişti. Bu görünümü daha da şaşırtıcı kılan şey, tayfaların süsünün de ondan pek geri kalmayışıydı. Denizin çevresine yayılmış verimli topraklarda yaşayan yerli toplum, bu yabancı filo kendi sularına girerken korku ve dehşet içinde bakıyorlardı. Ülkelerini bu işgalcilere karşı korumak gibi herhangi bir girişimde bulunmadılar. Basit insanlardı bunlar. Avlanır, tuzakla tavşan yakalar, balık tutar, tohumlu bitkilerle fıstık türü ürünler toplarlardı. Çok eski bir kültürleri vardı. Doğuda ve güneyde yaygın imparatorluklar kurmaya kalkan komşularına benzemezlerdi. Tanrılara koca koca tapınaklar dikmeden, sessizce yaşar ve ölürlerdi. Şu anda da suların üzerinde sergilenen o zenginlik ve güç gösterisini hayranlıkla izlemekteydiler. Gelen filoyu, ruhlar dünyasından çıkma savaşçı tanrıların, bir mucize sonucu görünür hale dönüşmesi olarak yorumlamışlardı. Esrarengiz yabancılar kıyılara biriken insanlara hiç aldırış etmeden, çala kürek kendi hedeflerine doğru ilerlediler. Kutsal bir görevleri vardı onların. Akıllarını dağıtabilecek şeyleri görmezden geliyorlardı. Teknelerini çok kararlı biçimde yönlendiriyorlardı. Kıyıdaki seyircilerine bakmak için bir tanesinin bile başı yana dönmedi. Deniz yüzünden 200 metre yükselen, üzeri kaya dolu, dağa benzer adacığa doğru gitmekteydiler. Boştu o ada. Üzerinde pek bitki de yoktu. Kıyıda yaşayan insanlar orayı "ölü dev" diye bilirlerdi, çünkü alçak dağın doruğu, uykuya yatmış bir kadının vücudunu hatırlatacak biçimdeydi. Güneş de ona garip bir ışık vererek katkıda bulunuyordu. Çok geçmeden süslü tayfalar teknelerini adanın ufacık kumsalında karaya oturttular. Çakıllı bir kumsaldı, arkası da dar bir boğaza doğru giriyordu. Doğaüstü hayvanların koca koca figürleriyle süslü yelkenler indirildi. Bu simgeler de seyreden yerlilerin o sessiz korkusunu ve saygısını beslemekteydi. Yabancılar kamıştan örülen sepetleri, seramik küpleri teknelerden kumsala indirmeye koyuldular. Upuzun gün boyunca, yükler çok büyük, ama çok düzenli bir küme halinde yerleştirildi. Akşam olup güneş batıya doğru düştüğünde, ada artık karanlıkta görünmez olmuştu. Ama ertesi gün şafak sökerken, yabancı filo hala adanın kıyısındaydı, koca yükler de yerinden kıpırdatılmamıştı. Adanın tepesinde taş işçileri koca bir kayayla uğraşıyor, harıl harıl çalışıyorlardı. Altı gün, altı gece boyunca ellerinde tunç çubuklar ve sivri çekiçlerle uğraştılar, kaya yavaş yavaş hırçın bir kanatlı pars biçimine dönüştü. Yılan başlı bir pars. Son kesme ve yontmalar bittiğinde iğrenç yaratık, yontulduğu kayadan atlamaya hazırmış gibi görünüyordu. Taşçılar işlerini görürken, sepetlerden ve küplerden oluşan yükler de kıyıdan yavaş yavaş içeriye taşınmış, kumsalda hiçbirinin izi kalmamıştı. Derken bir sabah yerli halk uyanıp adaya baktığında orayı boş buldu. Güneyden gelen esrarengiz insanlar filolarıyla birlikte yok olmuş, gece karanlığında yelkenlerini açıp gitmişlerdi. Orada yalnızca o yılan başlı pars kalmış, küçük iç denizin ötelerindeki uçsuz bucaksız toprakları, tepeleri, dişlerini göstererek seyrediyordu. Yerlilerin duyduğu merak kısa zamanda korkularına üstün geldi. Ertesi gün öğleden sonra, kıyıdaki en büyük köyden dört erkek, önce cesaretlerini artıracak sihirli iksirden içtikten sonra bir kanoya atlayıp küreklere asıldılar, adayı incelemeye gittiler. Kıyıdakiler onların küçük plaja çıkıp dağın içine giren boğazda kayboluşunu gözleriyle izlediler. Dostları ve akrabaları o gün akşama kadar, ertesi gün de uzun süre onların dönmesini kaygıyla bekledi. Ama o dört adamı bir daha gören olmadı. Kumsala bıraktıkları kano bile gözden kaybolmuştu. Yerel halkın ilkel korkusunu, o sırada patlayan fırtına büsbütün artırdı. Gökyüzü kimsenin hiç görmediği kadar kararırken, güneş de gözünü son bir iki kere kırpıp kayboldu. Korkunç karanlığa, korkunç çığlıklar atan rüzgar eşlik ediyor, deniz köpürerek kabarıyor, kıyı köylerini harap ediyordu. Sanki göklerde bir savaş patlamıştı. Kıyılar inanılmaz bir öfkeyle dövülüyordu. Yerliler artık yılan başlı parsın gökyüzü ve karanlık tanrılarını da peşine takarak onları meraklarından ötürü cezalandırmaya kalktığından emin olmuşlardı. Adaya çıkacakların lanetleneceğine ilişkin bir şeyler fısıldaşıp duruyorlardı. Derken fırtına, nasıl apansız çıktıysa, yine öyle apansız ufka doğru yuvarlanıp gitti, rüzgar da yerine şaşırtıcı bir sessizlik bırakarak öldü. Güneş eski sakin haliyle denizin üzerinde pırıl pırıl parlamaya başladı. Ardından martılar ortaya çıktı, doğu kıyılarına vurmuş bir şeyin tepesinde dönüp dolaştılar. İnsanlar plajın ıslak kumlarında yatan o şeyi görünce kuşkuyla yaklaşıp sonra durdular, ardından bir daha harekete geçip yanına sokuldular, eğilip onu incelediler. Bunun güneyden gelen yabancılardan birinin cesedi olduğunu görünce şaşkınlıktan solukları boğazlarına tıkandı. Üzerinde yalnızca işlemeli bir tunik vardı. Altın mask, miğfer ve bilezikler yok olmuştu. Bu karanlık olayın tanıkları, cesede şok içinde baktılar. Esmer derili, simsiyah saçlı yerlilere hiç benzemeyen bu adamın derisi bembeyaz, saçları sarıydı. Görmeden bakan gözleri ise masmaviydi. Ayağa kalksa, kendisini inceleyenlerden en az yarım kafa daha uzun olurdu. Korkudan titreyerek, onu incitmeksizin kaldırdılar, bir kanoya götürüp içine yatırdılar. Sonra en cesurlardan iki kişi seçildi, cesedi adaya götürmekle görevlendirildi. Kumsala varınca cesedi çabucak oraya bırakıp son hızla kürek çekerek geri döndüler. Bu inanılmaz olayın tanıkları öldükten yıllar sonra bile, o beyaz adamın iskeleti hala adanın kumsalında görülebiliyor, sanki meraklı yabancıları adadan uzak durmak üzere uyarıyordu. Altın savaşçıların koruyucusu olan kanatlı parsın, kendi yuvasına ayak basan meraklıları yediği fısıldanıyordu. Hiç kimse adaya çıkıp onun öfkesini coşturma cesaretini göstermez olmuştu. Adanın esrarengiz bir niteliği, hemen hemen hayalet gibi bir etkisi vardı artık. Kutsal bir yer olmuştu orası. Ondan ancak fısıltıyla söz ediliyor, hiç kimse, hiçbir zaman oraya gitmeye kalkmıyordu. Kimdi o altın adamlar? Nereden gelmişlerdi? Neden yelkenlileriyle bu iç denize girmişler, burada ne yapmışlardı? Tanıklar ne gördülerse onu kabul etmek zorundaydılar. Açıklama yapmak mümkün değildi. Hiç kimse fark etmeden, birtakım efsaneler doğdu. Çok sonra, çevredeki arazi bir dizi depremle sarsıldığı, kıyı köyleri mahvolduğu zaman, daha büyük destanlar doğdu. Beş günün sonunda yerin titremeleri durduğunda, iç deniz de yok olmuş, bir zamanlar kıyı olan yerlerde kalın bir örtü halinde deniz kabuklarını öylece bırakıp çekilmişti. Yelkenle gelen esrarengiz yabancılar çok geçmeden dinsel geleneğe sızdılar, tanrılaşıverdiler. Zaman geçerken onların nasıl birdenbire ortaya çıkıp sonra birdenbire gözden kaybolduğu anlatılmaya başlandı. Onlar da bir doğaüstü folklorunun parçası olarak kuşaktan kuşağa aktarılmaya başlandılar. Anlatanlar kendilerini, ikide bir açıklanamayan olayların yer aldığı perili bir diyarın halkı saymaktaydılar. Tufan 1 MART 1578 Peru'nun Batı Kıyısı Kaptan Juan de Anton, tipik bir Kastilyalı gibi yeşil gözlü, özenle biçimlendirilmiş siyah sakallı, asık yüzlü bir adamdı. Peşlerinden gelmekte olan acayip gemiye dürbünüyle bakıp kaşlarını hafif bir şaşkınlıkla kaldırdı. Bu bir rastlantı mı, yoksa planlı bir saldırı mı, diye düşünüyordu. Callao de Lima'dan yola çıkıp yolculuğun bu bölümüne başladıklarında, de Anton yol üstünde Panama'ya giden başka hazine kalyonlarına rastlamayı hiç beklememişti. Kendi görevleri, Panama'ya varınca kralın hazinelerini katırlara yükleyip Atlas okyanusu kıyısına geçirmek, oradan Seville'e kalkan gemilerden birine yüklemekti. Kendisini izlemekte olan gemiye baktığında, bordasının biçiminde bir Fransız havası seziyordu. Eğer kendisi şu anda Karaiplerdeki ticari rotalardan İspanya'ya doğru gidiyor olsa, başka gemilerle hiç ilişki kurmazdı. Ama o anda arkadaki geminin direğine çekilen kocaman bayrak, kuşkularını bir dereceye kadar yatıştırdı. Rüzgarda savrulup duran bayrak tıpkı kendi gemisindeki gibiydi. Beyaz zemin üzerine canlı bir kızıl haç. On altıncı yüzyıl İspanyol bayrağı. Ama içinde yine de hafif bir tedirginlik vardı. De Anton, ikinci kaptanı Luis Torres'e döndü. "Ne diyorsun, Luis?" Torres uzun boylu, temiz traşlı bir Galiçyalıydı. Omuzlarını kaldırdı. "Altın kalyonu olamayacak kadar küçük. Herhalde şarap tacirlerinden biri Valparaiso'dan kalkmış, bizim gibi Panama'ya gidiyordur." "İspanya'nın düşmanı olabilir mi dersin?" "Olanaksız. Düşman gemilerin hiçbiri o labirent gibi Macellan Boğazı'ndan geçme tehlikesini göze alıp bu tarafa varmış değil." De Anton rahatlayarak başını salladı, bunu onayladı. "Fransız ya da İngiliz olmalarından korkmamız için bir neden kalmadığına göre, bari selamlayalım onları." Torres dümenciye emirleri verdi, o da rotasını topların durduğu güverteden, üst güverteyi ayakta tutan iki direğin arasından gördü, uzun şaftın üzerinde hareket ederek salmaları çeviren düşey kola yüklendi. İspanyol hazine gemileri armadasının en büyük ve en görkemli gemisi Nuestra Senora de la Concepcion, iskele tarafına hafif eğilerek dönüşünü yaptı, burnu güneybatıya çevrili durumda bitirdi. Dokuz yelkeni doğudan esen rüzgarla dolmuş, geminin 570 tonluk ağırlığını kabaran dalgalar üzerinde rahatça götürüyordu. Tüm görkemli çizgilerine, kabartmalı bezemelerine, iki yanına boyanmış renkli desenlere rağmen, aslında yiğit bir gemiydi bu kalyon. Denize elverişli bir yapısı vardı. Çağının okyanus aşan gemileri arasında, işin en çoğunu yüklenendi. Gerekirse ambarlarındaki değerli hazineleri savunmak için karşısına çıkabileceklerin hepsiyle kapışabilecek güçteydi. İlk bakışta hazine kalyonu, ağzına kadar silah dolu, ürkütücü bir savaş gemisi havasındaydı. Ama ona içinden bakanlar, ticaret gemisi olduğunu kolayca anlayabilirlerdi. Top güvertesinde elli tane topa yer vardı. Ama güney denizlerinin sırf kendilerine ait olduğu yolundaki İspanyol inancının verdiği rehavetle, hiçbir gemilerine hiçbir yabancı ülke gemisinin saldırmamış olduğunu bilmekten gelen rahatlıkla, Concepcion bu yolculukta hafif silahlıydı. Daha çok yük taşıyabilmek için ağırlığı azaltmak istemişler, ona yalnızca iki top yüklemişlerdi. Kaptan de Anton kendi gemisinin tehlikede olmadığından emin, küçük taburesine oturup hızla yaklaşan öbür gemiye dürbünüyle bakmayı sürdürdü. İşi garantiye bağlamak için adamlarına savaşa hazır olmalarını söylemek aklının ucundan bile geçmedi. Selamlamak üzere döndüğü geminin aslında Golden Hind, kaptanının da İngiltere'nin o yenilmez deniz kurdu Francis Drake olduğunu bilmediği gibi, sezemiyordu da. Drake o sırada kendi gemisinin kaptan köprüsünde durmuş, teleskopunu gözüne kaldırmış, kan izine düşmüş köpek balığının o soğuk gözleriyle de Anton'a bakmaktaydı. Dişleri arasından, "Bizi selamlamak için dönmesi ne büyük bir nezaket," diye mırıldandı. Boncuk gözlü, koyu kızıl, kıvırcık saçlı, ama açık kumral sakallı bir adamdı. Sarkık bıyıklarının altında sakalı, çenesinin altına inip orada sipsivri bitiyordu. Golden Hind’in seyir subayı Thomas Cuttill, "İki haftadır peşinden koştuğumuza göre, o kadarını yapsın bari" dedi. "Öyle, ama bu avı kovalamaya değerdi." Pasifiğe çıkan ilk İngiliz gemisi olma onurunu taşıyan Golden Hind, daha önce ele geçirdiği İspanyol gemilerinden aldığı altın ve gümüşlerle, küçük bir sandık dolusu değerli taşlarla, çok özel keten ve ipek kumaşlarla yüklü durumdaydı. Eski adı Pelican olan Golden Hind, dalgaların üzerinden, tilkiyi kovalayan tazı gibi aşıyordu. Sağlam gemiydi. Boyu 31 metre, tonajı 140'tı. Emre iyi uyan, kıvrak bir özelliğe sahipti. Gövdesiyle direkleri pek yeni sayılmasa da, Plymouth'da uzun süre onarımdan geçtikten sonra, otuz beş ay sürecek ve 55.000 kilometre yol aşmasını gerektirecek dünya yolculuğuna hazır duruma gelmişti. O sırada, çağının en büyük denizcilik epiklerinden birini yazmakla meşguldü. Cuttill, "Yolunu kesip İspanyol çakallarını şaşırtmak mı istiyorsunuz?" diye sordu. Drake teleskopunu gözünden indirdi, başını iki yana salladı, sonra gülümsedi. "Nezaket kurallarına uyacaksak, biz de onları kibar kibar selamlamalıyız," dedi. Cuttill, aşırı atak komutanına anlamaz bakışlarla bakıyordu. "Ama ya savaşmaya hazırlanmışlarsa?" "Sanmam, çünkü kaptanı herhalde bizim kim olduğumuzun farkında bile değildir." "Boyu bizim iki katımız," diye direndi Cuttill. "Callao de Lima'da yakaladığımız denizcilerin söylediği doğruysa, Concepcion'da topu topu iki tanecik top var. Hind’in topları on sekiz tane." "İspanyol'du onlar ama!" Cuttill bunu tükürür gibi söylemişti. "İrlandalılardan beter yalancı olurlar." Drake burundan yaklaşmakta olan ahmak gemiyi parmağıyla gösterdi. "İspanyol kaptanlar savaşmaktansa kaçmayı yeğlerler," diye hatırlattı yardımcısına. "Öyleyse uzak durup top ateşi açmak, onu boyun eğmeye zorlamak daha iyi değil mi?" "Topa tutup onca ganimetle batırma tehlikesini göze almak akıllılık olmaz." Drake elini Cuttill'in omzuna pat pat vurdu. "Korkma, Thomas. Kurnaz bir plan uygularsam, hem barutumuzu harcamamış oluruz, hem de iyi bir kavgaya susamış bekleyen adamlarımıza bir şans tanımış oluruz." Cuttill anlamış, başıyla onaylıyordu. "Yani rampa edip o gemiye mi atlayacağız?" Drake de başını salladı. "Daha onlar kolunu kıpırdatamadan güvertelerine girmiş oluruz. Henüz haberleri yok, ama kendi kurdukları tuzağa doğru geliyorlar." Öğleden sonra üçü biraz geçe, Nuestra Senora de la Concepcion dönüşünü bitirmiş, burnunu yine kuzeybatıya çevirmiş, Golden Hind’e paralel bir rota üzerinde, ona hafifçe yanaşarak ilerliyordu. Torres merdivenden ön güverteye tırmandı, karşı gemiye seslendi. "Siz hangi gemisiniz?" Drake'in Brezilya açıklarında ele geçirdiği Portekiz gemisinin subaylarından Numa de Silva, İspanyolca cevap verdi. "San Pedro de Paula. Valparaiso limanından." Bu da Drake'in üç hafta önce ele geçirdiği geminin adıydı." İspanyol denizcisi kılığındaki birkaç adamın dışında, Drake'in askerleri alt katta saklıydılar. Silahlı ve zırhlıydılar. Kılıçları, pistolları, hançerleri, mızrakları hep tamamdı. Güvertedeki sağlam iplere çekme kancaları takılmıştı. Okçular direklerin tepesinde mevzilerini almışlardı. Drake güverte kavgalarında ateşli silaha izin vermezdi. Çünkü yelkenler kolayca tutuşabilirdi o zaman. Ama zaten yelkenler toplanmış, kimsenin görüş alanını tıkamasın diye bağlanmıştı. Drake hazırlıkların tamam olduğunu görünce rahatladı, saldırı anını sabırla beklemeye koyuldu. İngilizlerin seksen sekiz kişi olması, İspanyol gemisindeyse iki yüz adam bulunması onu hiç rahatsız etmiyordu. Böyle sayısal üstünlükleri görmezden gelişi ilk değildi. Manş denizinde İspanyol Armadasına karşı yapacağı tarihi savaşın gününe henüz vakit vardı. De Anton, dost ve düzenli bir görünümü olan karşı gemide kuşku çekecek hiçbir faaliyet göremiyordu. Tayfalar görünüşe göre kendiişleriyle meşguldüler. Concepcion'a, aşırı bir merak gösterdikleri yoktu. Kaptanın rahat bir tavırla parmaklığa yaslanmış, kendisini selamlamakta olduğunu görüyordu. Çok masum bir hali vardı yaklaşan geminin. Giderek dev hazine kalyonuna sokulmaktaydı. İki gemi arasındaki uzaklık 30 metreye inince, Drake belli belirsiz bir baş hareketiyle işaret verdi, gemisinin top güvertesinde saklanmış en nişancı adam tüfeğini ateşledi, Concepcion'ın dümencisini göğsünden vurdu. Ardından direklerdeki nişancılar, yelkenlerle uğraşan İspanyolları birer birer avlamaya koyuldular. Kalyonun dümeni boş kalıp gemi kontrolden çıkınca, Drake kendi dümencisine Hind'i diğer gemiye rampa ettirmesini emretti. İki gemi çatırtılar çıkararak borda bordaya geldiklerinde Drake kükreyerek, "Kraliçe Elizabeth ve İngiltere adına, alın şu gemiyi, çocuklar!" diye haykırdı. Kancalar hemen atıldı, Concepcion'un güverte parmaklığını çatırdayarak kavradı, iki gemiyi bir ölüm kucaklaşması içinde birleştirdi. Drake'in adamları deliler gibi bağırarak kalyonun güvertesine sıçradılar. Bandocular da davullara vurarak, boruları çalarak, yaratılan terör havasına katkıda bulunuyorlardı. Şaşkına dönen İspanyollar, üstlerine yağan tüfek mermileri ve oklar karşısında, şok içinde donup kalmışlardı. Başladıktan birkaç dakika sonra bitmişti olay. Kalyonun kadrosunun üçte biri ölmüş ya da yaralanmıştı. Hem de kendilerini savunmak için bir tek el bile ateş etmeden. Kafaları karışmış durumda kendilerini diz üstü yere atıp Drake'in adamlarına teslim oldular. İngilizler onları bir kenara itip hemen alt kata saldırdı. Drake, Kaptan de Anton'a koştu. Bir elinde tabancası, öbüründe kılıcı hazırdı. "İngiltere Kraliçesi Elizabeth adına, teslim ol!" diye haykırdı. De Anton olup bitenlere inanamaz durumda boyun eğdi. "Teslim!" diye bağırdı o da. "Adamlarıma acı." Drake, "Benim vahşilikle işim yok," diye bilgi verdi ona. İngilizler kalyonun kontrolünü ele alırken, ölüler denize atıldı, sağ kalanlar da yaralılarla birlikte ambarlardan birine kapatıldı. Kaptan de Anton'la subayları, iki gemi arasına atılmış iskeleden yürütülerek Golden Hind'e alındılar. Sonra Drake, esirlerine her zaman gösterdiği nezakete uygun olarak, Kaptan de Anton'a gemiyi kendisi gezdirdi. Ardından kalyonun tüm subaylarına bir gala yemeği verdi. Bir kenarda yaylı sazlarıyla konser vermekte olan küçük orkestra bile eksik değildi. Masalarda gümüş takımlar, yeni ele geçirilmiş İspanyol şaraplarının da en güzelleri. Daha yemek bitmeden, Drake'in denizcileri her iki geminin burnunu batıya çevirmiş, İspanyol gemilerinin gidip geldiği güzergâhtan uzaklaşmışlardı. Ertesi sabah yelkenlerin bazılarını kapayıp hızı düşürdüler, ama yine de dalgalara karşı ilerlemeyi sağlayabildiler. Dört gün boyunca Concepcion’daki o inanılmaz hazineleri Golden Hind'e taşıyıp durdular. Taşman malların arasında on üç çekmece

Description:
Selamlamak üzere döndüğü geminin aslında Golden Hind, kaptanının da Altın zırha işlenmiş desenlerin deşifre edilmesi gerek. Kolay iş değil.'*.
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.