ebook img

iktisadın tarihine kısa bir bakış ve merkantilizmden günümüze iktisadi düşünceler PDF

41 Pages·2005·0.41 MB·Turkish
by  
Save to my drive
Quick download
Download
Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.

Preview iktisadın tarihine kısa bir bakış ve merkantilizmden günümüze iktisadi düşünceler

İKTİSADIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ VE MERKANTİLİZMDEN GÜNÜMÜZE İKTİSADİ DÜŞÜNCELER Kamil Güngör* GİRİŞ İnsan oğlunun yeryüzünde yaşama başlamasından itibaren çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için, üretimde bulunmak ticaret yapmak ve elindeki ürünleri korumak gibi, esas itibariyle ekonomik karakterli çeşitli faaliyetlerde bulunduğu kuşkusuzdur. İktisat teorisinin nasıl doğduğu ve geliştiği iktisadın tarihinin nereden başladığı tartışmalı bir konudur. Kimileri bunu eski Yunan’da kimileri Eski Çin’de, Kimileri de Eski Mısır Uygarlığı’ndan başlatır. Ancak bazı yazarlar da Yeni Çağa kadar hiç kimsenin iktisat literatürüne bir katkısı olmadığını iddia eder. Bu iddiaya göre iktisadın tarihi 1776’da Adam Smith’in yazdığı “Milletlerin Zenginliği” kitabı ile başlar. Schumpeter bu görüştedir. Çünkü ona göre İktisat Bilimi hakkında genel bir görüş birliğine bu dönemde varılmıştır. Buradan anlaşıldığı üzere iktisadın başlangıç tarihi hakkında iki temel ayırım söz konusundadır. -İktisat Bilimi Batı uygarlığının bir ürünüdür. Dolayısıyla Eski Mısır, Çin ve Babil gibi uygarlıkların iktisat bilimine bir katkısı yoktur. -Daha bilimsel olan ikinci görüş ise; bu uygarlıklarda, dönemlerinde ciddi ekonomik gelişmeler olmasına rağmen, bu döneme ait iktisat bilimine ışık tutacak olan yeterli sayıda belge günümüze kadar ulaşamamıştır. Mesela; Çin’in gelişmiş bir para sistemi ve döviz kontrol sistemine, Mısır’ın planlı bir ekonomi modeline, Babil’in gelişmiş bir hukuk sistemi ile para ve kredi sistemine sahip olduğu tarih ve tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Adam Smith "Ulusların Zenginliği" adlı kitabının yayım yılı olan 1776 tarihini iktisadi analizin doğuş yılı olarak kabulü gerektiğini bildirdikten sonra bu konu ile ilgili aşağıdaki düşüncesini izhar eder: "Ancak her klasik durum, kendinden önce gelen çalışmaları özetler veya birleştirir. Bu nedenle tek başına anlaşılmaları mümkün değildir." Bugünkü genel kabule göre iktisadın tarihi Eski Yunan'la, özellikle Aristo'nun fikirleriyle başlamıştır. Ancak tarih, "başlangıcı olmayan bir incelemedir." Bu nedenle iktisadi düşüncenin insanlıkla birlikte var olduğunu düşünmek son derece mantıklı bir yaklaşımdır. Üstelik Eski Yunan Uygarlığı'ndan önce İ.Ö. 3000 yıllarında Eski Hindistan, Mısır ve Babil'de göz kamaştırıcı uygarlıklar olduğu bilinmektedir (Savaş, 1997:1-4). *Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, E-posta: [email protected] I-ORTADOKS VE HETEREDOKS İKTİSAT AYIRIMI İktisadın tarihi incelenirken önemle üzerinde durulması gereken bir konu da ortadoks iktisat ve heteredoks iktisat ayırımıdır. Ortadoks iktisat deyimi Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Batı ülkelerinde okutulan iktisat teorisini anlatmakta kullanılırdı. Bu yüzden SSCB dağılıp dünya iki kutuplu olmaktan kurtulunca ortadoks teorinin evrensel bir nitelik kazandığı söylenebilir. Ancak bunun yanında ortadoks teori ile heteredoks teori arasında kapsam içerik ve kullanılan metodoloji arasında önemli farklılıklar vardır. Günümüzde heteredoks teorinin uygulama alanından kalkmış olması ileride tekrar uygulanmayacağı, öngörülerinin tamamen geçersiz olduğu anlamına gelmeyeceği gibi teorik varlığını sürdürmesine de engel teşkil etmez. Ortadoks iktisat bugün genel olarak benimsenmiş haliyle insan ihtiyaçlarına oranla kıt olan kaynakların ortaya çıkardığı sorunları kendine araştırma programı olarak seçmiştir. Bu sorunları, üretim faktörlerinin alternatif kullanım alanları arasında dağılımı (allocation), milli gelirin bölüşümü (distribution), ekonomik istikrarı (stability) ve milli gelirin artırılmasını (growth) şeklinde dört ana gruba ayıran ortadoks iktisat, faktörlerin dağılımı, hangi malların ve ne kadar üretileceği, ile milli gelirin nasıl bölüşüleceği konularını mikro iktisat (micro economics) adı verilen iktisat teorisini inceleme konusu yapmıştır. Makro iktisat ise istikrar ve büyüme konularını inceler. Burada inceleme konusu olan bireyler değil, bütün ekonomidir. Gelir ve istihdam düzeyi, fiyatlar genel seviyesi ve büyüme hızı makro iktisadın araştırma konularını oluşturur. Heteredoks iktisat ise iktisadın araştırma programını ve yöntemini daha değişik bir şekilde belirlemiştir. Marksist iktisat, Alman Tarihçi Okulu, Amerikan Kurumcuları ve Post Keynezyenler Heteredoks iktisadın önemli temsilcilerindendir. Heteredoks iktisatçılar İktisat biliminin sınırlarını genişletmeye ona sosyoloji, antropoloji, psikoloji, siyaset ilmi ve tarih ilminden aktarmalar yapmaya yönelmişlerdir (Savaş, 1997:12-13). Yukarıda açıklanan heteredoks teorinin en ileri gelen temsilcisi ve bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marks’tır (1815-1883) Karl Marks Marksist teorinin de kurucusudur. Karl Marks’ın görüşlerinin oluşmasında kendisinden önce gelen sosyalist düşünürlerin görüşlerinden yararlanmıştır. Bunlardan en önemlisi Klasik iktisada eleştirileri ile tanınan Robert Owen’dir (1771-1858). Görüşlerinin şekillenmesinde en önemli kişi ise devrinin ünlü filozofu George Hegel’dir (1770-1831). Hegel’in görüşleri fert, devlet ve tarihsel değişme konularında Aydınlık çağını karakterize eden akılcılık (rasyonalizm)felsefesinin tersi görüşlere sahipti. (Savaş, 1997:467). Karl Marks düşüncelerinde sosyalizmi savunmaktan ziyade kapitalizmi eleştirmiştir. Zaten en önemli eserinin ismi de Kapital’dir. Sosyalist görüş üretim araçları mülkiyetinin topluma ait olması gerektiğini savunur. Bundan amaç gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır. Bu sosyalist görüşün temelini oluşturur (Savaş, 1997:469). Heteredoks Teorinin diğer bir temsilcisi de Tarihçi okuldur. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren Smith ve Ricardo tarafından temsil edilen iktisat teorisine karşı Almanya’da şiddetli bir tepki ortaya çıktı. Bu tepkinin odak noktası bu egemen iktisat teorisinin sahip olduğu felsefe ve kullandığı metot idi. Bu tepki sonradan Alman tarihçi okul adını almıştır (Savaş, 1997:489). A-MERKANTİLİZM Ekonomik olayların bir bütün olarak bir biriyle ilişkili ve tutarlı olarak ele alınması merkantilizmle başlamıştır. Merkantilizm “arz yönüne ağırlık veren” bir iktisat teorisi idi(SAVAŞ, 1986:5). İktisadın bir bilim dalı olarak ortaya çıkmasında merkantilizmin önemli katkıları olmuştur. Merkantilizmle birlikte iktisadi olaylarla ilgili yeni düşünceler geliştirilmiş, para, faiz, dış ticaret, devletin iktisadi faaliyetlere müdahalesi, korumacılıkla ilgili yeni görüşler ileri sürülmüştür. Merkantilizm geleneksel olarak ele alındığında Avrupa iktisadi düşüncesinde 1500- 1800’lü yılları içine alır. Orta Çağı takip eden ve yaklaşık 300 yıl süren bu dönemde Orta Çağın temel özelliklerini yansıtan “doğal” ekonomi anlayışı, feodalizm ve skolastizmi tümüyle ortadan kalkmamış ve dönemin sonuna kadar bazı ülkelerde az, bazı ülkelerde çok, etkisini göstermeye devam etmiştir. Merkantilistler, Orta Çağ düşüncesini reddedip onun yerine daha akılcı (rasyonel) ilkeler oluşturmaya yönelmişlerdir. Bu yönleri nedeniyle sonradan ortaya çıkacak ve gerçek politik ekonominin kurucusu sayılan Fizyokratların öncüleri olarak kabul edilirler. Bu döneme merkantilzm (mercantilism) ismini veren Adam Smith’tir. Ulusların Zenginliği adlı ünlü eserinde bu dönem düşüncesini eleştirirken kullandığı bu sözcük sonradan bu dönemin resmi adı olmuştur. Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanır ve ekonomi politikası hem ekonominin ve hem de devletin birlikte büyümesini ve güçlenmesini sağlayacak temel bir araç olarak görülmüştür. Bu dönemde güçlü olmanın kriterlerinden bir tanesi de hazinenin büyümesi idi ve bunun için de dış ticaret dengesinin pozitif olması, yani ithalattan çok ihracat yapılması gerektiği için hükümdar ile tacirler arasında bir çıkar birliği olmuştur (Savaş:, 1997:138). Fransız Merkantilizmi Colbertism, Alman Merkantilizmi ise Kameralizm olarak adlandırılmaktadır. Fransız Merkantilizmi İngiliz merkantilistlerin aksine işadamı değil, resmi devlet görevlileri idi. Fransız merkantilizminin colbertism olarak adlandırılması da Fransız merkantilist düşüncesinin dönemin maliye Bakanı Jean Baptise Colbert tarafından devletin resmi politikası olarak benimsenmiş olmasından dolayıdır. Fransız merkantilizmi İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken Fransız merkantilizminde bu müdahaleler kurumsal hale getirilmiştir (Savaş, 1997:160-161). Alman merkantilistler (kameralistler) de İngiliz ve Fransızlar gibi devletin ekonomiye geniş bir şekilde müdahale etmesini, gümrük tarifelerinin ve vergilerin yoğun biçimde kullanılmasını altın ve gümüşün yurt içinde geniş oranda biriktirmek suretiyle ulusal zenginliğin artırılmasını istemişlerdir. Merkantilistlerin temel konusu dış ticaret olduğu halde, Alman Kameralistleri bir-iki istisna dışında dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve ödemeler dengesi gibi sorunlarla çok az ilgilenmişler, ağırlığı yurt içi tarım ve sanayi faaliyetlerine vermişlerdir (Savaş, 1997:163-164). Merkantilizm daha çok pratik ekonomi politikalarına önem veren bir doktrin olmuştur. Etkili olduğu dönem içerisinde Avrupa’da büyük zenginliklerin oluşumuna sebep olmuştur. Denilebilir ki merkantilizm, feodalizm ve kapitalizm arasında bir ara aşamadır. Merkantilist doktrin üç temel faktöre dayalı olarak açıklanabilir: Bunlardan birincisi; milli ve güçlü devlet ilkesidir. İkincisi kazanç tutkusu ve kıymetli madenlere sahip olma tutkusudur. Üçüncüsü ise dış ticaretin gerekliliğidir. Ancak bu üç ilke birbirinden bağımsız değil, tam aksine birbirine bağlı olarak dikkate alınması gereken ilkelerdir. Bunun için kuvvetli bir ordu ve donanmaya güçlü ve büyük bir ticaret filosuna da ihtiyaç vardı. Bunu başarabilen ülkeler daha çok koloniye sahip olabilecek deniz ticaret yollarını ellerinde tutabilecek ve rakiplerine karşı üstünlük sağlayabilecektir (Tekelioğlu, 1993:18). B-FİZYOKRASİ Fizyokrasi (Physiocracy) kelimesi, Fransızca “Phyiocrate” kelimesinden gelmiştir. Bu kelimenin Yunanca aslından kaynaklanan anlamı “doğa yasası”dır. Fizyokratlar bir ilahi iradenin evrensel ve aslında mükemmel olan bir “doğal düzen” ortaya koyduğu düşünceyi benimsemişlerdir. Dünyada mevcut fiziksel düzen gibi sosyal düzen de vardır. Bu doğal düzenin yasalarına uygunluk en yüksek mutluluğu sağlayacaktır. Fizyokrasinin en ünlü temsilcisi ve kurucusu Francois Quesnay’dır (1694-1774). Fizyokrasi merkantilizmin aksine Fransa’da gelişmiş bir düşüncedir. O dönemde Colbertizmin beklenen etkiyi meydana getirememesi neticesinde Fransa’da huzursuzluklar çıkmış ve bunu aşabilmek için fizyokrasi geliştirilmiştir. Fizyokratlar fen bilimlerinde olduğu gibi sosyal olaylarda da bir nedensellik ilişkisi ve düzenlilik ilkesi bulmak amacından yola çıkmışlardır. Bu dönemde iktisatla felsefe arasında bir bağlantı kurulmuş, ve iktisat “Moral Felsefe”nin bir alt dalı olarak kabul edilmiştir. Fizyokrat Felsefenin babası John Locke’dur. Locke’un “rasyonalizm” ve “doğal düzen”e verdiği önemi Fizyokratlar da benimsemiştir (Savaş, 1997:226-228). Ekonomide arz ve talep arasındaki dengesizliklerin geçici olduğunu ve bu dengesizliklerin piyasa mekanizması içinde kendiliğinden giderileceğini, dolayısıyla müdahalenin gereksiz olduğunu savunmuşlardır. Fizyokratların iktisadi doktrinler tarihinde ilk liberaller oldukları ileri sürülebilir. Ancak benimsedikleri liberalizm serbest piyasa mekanizmasından çok doğal düzen anlayışına dayanmaktadır. Fizyokratlar tek verimli faaliyet alanı olarak tarımı görmüşler ve ülkenin zenginliğini bu alandaki hasıla artışına bağlamışlardır (Eker ve Diğ. 1994,1993 : 9-10). Fizyokratlar ekonomide doğal düzenin tanrısal olduğunu ifade etmişlerdir (Alkin,1975: 26). Fizyokratlara göre ekonomik sistemin temelini kişisel çıkar (self interest) ilkesi oluşturur. Onlara göre insan her davranışın yarar ve zararlarını hesaplar ve diğer insanlarla işbirliği yapmanın gereğini kabul eder. Ünlü sloganları “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” (Laissez Faire, Laissez Passer) bu temel düşüncenin veciz bir ifadesi olmuştur (Savaş, 1997:228). Fizyokrasi merkantilist düşüncenin aksine serbestiden yana bir iktisadi görüştür ve tarımsal üreticiyi ön plana çıkarmıştır. Bu daha çok o günün şartlarında Fransa’nın bir tarım ülkesi olması ve tarım üzerindeki ağır vergiler ve tarımsal üretimin giderek azaltılmasından kaynaklanmıştır. Tarımsal alanda devlet müdahaleleri o derece yoğundu ki serbestiyi savunan fizyokrat düşünce kendisine kolayca taban bulabildi. Hatta bazı düşünürler fizyokrasinin Fransız devriminin hazırlayıcısı olduğunu savunurlar. Sanayiinin yararını kısmen kabul eden fizyokratlar yine merkantilistlerin aksine ticarete aynı gözle bakmazlar ve ticaretin gelişmesinden yana değildirler. Çünkü ticaret mala karşı mal verilerek yapılan bir faaliyet olduğu için, bir değer oluşturmaz (Tekelioğlu, 1993: 41-42). Bu açıdan merkantilistlerle fizyokratlar arasındaki fark çarpıcıdır. Merkantilistler hem ulusal hem de uluslararası ticaretin ulusal zenginliği artıran tek uğraş olduğunu kabul etmiştir (Savaş, 1997:233). C-KLASİK İKTİSAT Modern iktisat bilimine dayanak oluşturan klasik iktisat teorisi arz ağırlıklı bir teoridir. Klasik iktisat düşüncesi kendisinden önceki teorilerin aksine bireye ve bireysel girişimciliğe önem vermiş ve bu yüzden bireyin faaliyetlerini sınırlayıcı olarak gördükleri devlete çok az görev yüklemişlerdir. Devlet müdahalesine karşı oldukları için, girişimci gücü kuracak olan piyasaya herhangi bir müdahaleye izin vermemişler ve devletin görevlerini çok sınırlı belirlemişlerdir. Klasiklerin devlete atfettikleri görev “jandarma devlet” görevidir. Zorunlu bir fena olarak gördükleri devlet; güvenlik, savunma adalet ve diplomasi görevlerini yerine getirecek ve hiçbir suretle piyasaya müdahale etmeyecektir. Devlet sınırlı bir alanda mal ve hizmet üreteceği için harcamaları da bu çerçevede sınırlı kalacak ve bu harcamaların finansmanında özel kişi ve kuruluşlardan az miktarda vergi alacaktır (Eker ve Diğ. 1994 :. 22). Klasik iktisatçılar maliye politikası aracı olarak küçük denk bütçeden yanadırlar. Buna göre bütçe açığı kadar bütçe fazlası da olumsuz karşılanır. Çünkü bütçe fazlası özel tasarrufların daraltılması pahasına sağlanmaktadır. Bu ise toplam yatırım hacmini azaltacak ve dolayısıyla ekonominin uzun dönemli gelişmesini uzun dönemli gelişmesini olumsuz yönde etkileyecektir (Orhan,1989, :64). Klasik iktisatçılar çağın özgürlükçü düşüncelerinden de faydalanarak yeni bir ekonomik düzen önerisini sistematik bir anlayışla kurma çabasına girişen kişiler olmuşlardır. Bunun için de başlangıç olarak ve fizyokrasiden farklı olarak fert temeline dayalı bir ekonomik sistem önerisinde bulunmuşlardır. İktisadi faaliyetlerin açıklayıcı unsurunu kişinin davranışlarına bağlayarak ferdin ve dolayısıyla emeğin, iktisadi faaliyetlerin merkezinde yer aldığı iktisadi analizlere girmişlerdir (Tekelioğlu, 1993:60). Klasik iktisat, iktisat politikası aracı olarak sadece para politikasına önem vermiştir. Ekonomik istikrarsızlık ortaya çıktığında mali politikalar yerine para politikaları (banka rezervlerinin azaltılması, açık piyasa işlemleri gibi) tercih edilmelidir. Zira mali araçlar aslında para politikasının bir aracıdır. Mesela devlet harcamalarının artırılması aynı zamanda para arzını artırmak demektir. Onlara göre tam rekabet, ücret esnekliği ve faiz esnekliği varsayımları gerçekleştiği taktirde ekonomi daima ve kendiliğinden tam istihdama ulaşacak, üretilen her mal satılacak stok artışı ve üretim yetersizliği gibi dengesizliklerle karşılaşılmayacak ve dolayısıyla fiyatlar genel seviyesi hem enflasyonist hem de deflasyonist baskılara yol açmadan istikrarını koruyacaktır. Onların deyimiyle “piyasanın görünmeyen eli, ekonomiyi istenen yönde geliştirmeye yeterlidir.”(Savaş, 1986: 34-35). İktisat Biliminin ve Klasik iktisadın kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith görünmeyen el ile ilgili olarak Ulusların Zenginliği adlı kitabında şunları söylemiştir: “Her fert kapitalini elinden geldiği kadar yurt içi sanayii desteklemek için ve bu sayede mümkün olan en yüksek kıymeti üretmek için kullanacağından, herkes zorunlu olarak toplumun yıllık gelirini yapabildiği ölçüde en yüksek seviyeye ulaştırmak için çalışır. Fert genellikle aslında ne toplumsal çıkarı teşvik etmeye niyetlenir ve ne de onu ne kadar teşvik ettiğini bilir. Yurt içi sanayii yabancı sanayie karşı desteklemeyi tercih etmekle ferde sadece kendi güvenliğini gözetir; ve kazancını düşünür ve fert bu durumda, diğer durumlarda olduğu gibi, bir görünmeyen el tarafından tasarıları içinde yer almayan bir amacı teşvik etmiş olur.” İdeal ekonomik yapı doğal düzenin çerçevesi içinde kendiliğinden ortaya çıkar. Bunlar arasında iş bölümü, parasal sistemin gelişmesi, tasarrufların büyümesi ve yatırımların artması, dış ticaretin gelişmesi, ve arz talebin birbirine göre ayarlanması sayılabilir. Bunlar ve “kendiliğinden oluşan” (spontaneous) düzenin diğer kurumları insanın kişisel çıkarına dayalı davranışından doğar ve bütün toplumun yararına olan sonuçlar oluşturur (Savaş, 1997 :269-270). Smith Ulusların Zenginliği adlı kitabında devlet harcamalarını “Hükümdarın (Hükümetin) veya Ulusun Harcamaları Hakkında” adlı bölümünde hükümetin temel görevlerini ele almıştır. Ona göre hükümetin üç temel görevi vardır: Hükümetin ilk görevi toplumu diğer bağımsız toplumların saldırı ve istilasından korumak olup, bu görev sadece askeri bir güç ile yerine getirilebilir. Hükümetin ikinci görevi mümkün olduğunca toplumun her üyesini başka üyelerden gelecek adaletsizlik ve baskıya karşı korumak veya tam bir adalet sistemini kurmak olup, toplumun ayrı dönemlerinde iki son derece farklı harcamayı gerektirir. Hükümetin ve toplumun üçüncü ve son görevi, herhangi bir ferdin veya az sayıda kişinin yaptıkları masrafı kurtaramayacakları için kurmayı ve işletmeyi düşünmeyecekleri fakat büyük bir toplum açısından son derece yararlı olacak bazı kurumları kurmak işletmek ve bayındırlık hizmetlerini sağlamaktır. Buna göre Smith; daha sonraları “devletin klasik görevleri” diye adlandırılacak olan devletin klasik görevlerini savunma, adalet, bayındırlık ve kısmen de eğitim hizmetleri olarak belirlemiştir (Savaş, 1997:293). Klasik İktisat Teorisinin diğer önemli temsilcileri de J.B. Say’dır. Say’in üzerinde en çok durulan ve Klasik Teorinin temel taşlarından birisi Say Kanunu veya Mahreçler Kanunu diye adlandırılan görüşüdür. Say tasarrufun tüketimi azaltmayacağını, tasarrufun bir gün mutlaka değişik şekillerde tüketileceğini ve paranın sadece bir mübadele aracı olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Ona göre bir mal üretilir üretilmez kendi kıymetine eşit kıymette diğer mallara bir Pazar meydana getirir. Klasik deyimle “her arz kendi talebini kendi yaratır.” Say arızi olarak arz talep arasında bir dengesizlik olabileceğini, ancak bunun sebebinin mallardan birinin aşırı veya eksik üretiminden kaynaklanacağı görüşünü ileri sürmüştür. Ona göre ürünlerin toplam arzı ile toplam talebi zorunlu olarak birbirine eşittir. Çünkü toplam talep, üretilmiş malların toplamından başka bir şey değildir. Genel bir tıkanma tümüyle anlamsızdır (Savaş, 1997:299-300). Diğer bir önemli Klasik İktisatçı David Ricardo’dur. Ricardo’nun Klasik İktisada en önemli katkısı Mukayeseli Üstünlükler Teorisidir. Bu teoriye göre; serbest ticaret ilkeleri çerçevesinde her ulus kendine en uygun malların üretiminde uzmanlaşacaktır. O dönemde serbest ticaret bir ülkenin kendi üretemediği veya başka ülkelerden daha ucuza üretemediği malları ithal etmesi halinde yararlı olacağı düşüncesine dayanıyordu. Ricardo, mutlak üstünlük diye bilinen bu görüş yerine “mukayeseli üstünlük” kavramını getirmiş, ve ülkeler arası uzmanlaşma ve ticareti bu yönde açıklamıştır. Böylece dış ticaret bütün taraflar için yararlı olabilecektir. Mukayeseli üstünlükler teorisi liberalizm ideolojisinin yaygınlaşıp kuvvetlenmesi yönünden büyük önem taşımaktadır. Bu teorinin ortaya konulmasıyla “laissez faire” ilkesi bütün dünya için geçerli bir ilke haline gelmiştir. Yurt içi ekonomik ilişkilerde kendi çıkarlarını gözeten kişilerin, aynı zamanda toplum çıkarı yönünden de olumlu sonuçlar doğuracağına olan inanç, mukayeseli üstünlükler teorisi ile uluslar arası ilişkileri de kapsamıştır. Buna göre dünya toplumunda ulusal çıkarlar arasında bir uyum (harmony) vardır. Ricardo bunu şöyle açıklamıştır: “tam özgür bir ticaret sistemi içinde, her ülke sahip olduğu üretim faktörlerini doğal olarak kendisi için en yararlı kullanımlara yöneltecektir. Kişisel yararın gözetilmesi bütün ülkelerin evrensel yararı ile hayranlık veren bir şekilde ilgilidir. Genel kütlesel üretimin arttırılması ile genel yararın dağıtımı sağlanır ve ulusların evrensel topluluğu bütün uygar dünyada bir çıkar ve ilişki bağı ile birbirine bağlanır.” (Savaş, 1997:330-331). Bir diğer ünlü Klasik iktisatçı Thomas Robert Malthus’tur. Klasik iktisadî düşüncede Malthus daha çok Nüfus teorisi ile öne çıkmıştır. Malthus nüfusla ilgili görüşlerini 1798 yılında yayınlanan ve kendisi ölmeden altı baskı yapan “Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme” adlı çalışmasında ortaya koymuştur. Malthus eşitliğin ve mutluluğun egemen olacağı bir altın çağ kurmanın hayal olduğu düşüncesindedir. Çünkü ona göre toplumun gelişmesini devamlı şekilde engelleyecek ve altın çağa ulaşmayı imkansız kılacak bir engel (nüfus artışı) olduğu düşüncesindedir. Malthus bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “ Bir yazar bana, insanların sonunda bir deve kuşu olacaklarına inandığını söyleyebilir. Fakat bir kimseye bunu inandırabilmesi içini insanların boynunun devamlı bir şekilde uzadığını, dudaklarının kalınlaşıp büyüdüğünü, bacaklarının ve ayaklarının her gün şekil değiştirdiğini ve saçlarının tüylere dönüştüğünü göstermek zorundadır.” Malthus iki önermede bulunmuştur. Bunlardan birincisi, insanın varlığı için yiyecek gereklidir; ikincisi ise cinsiyetler arasındaki ihtiras gereklidir ve bugünkü haliyle devam edecektir. Bu iki önermenin sonucunda mutluluğa ulaşmak mümkün olmayacaktır. Nüfusun artma potansiyeli kontrol altına alınmadığı sürece geometrik oranlı, buna karşılık geçim vasıtalarının artışı aritmetik oranlıdır. Malthus yaptığı bir mukayese ile 25 yılı bir dönem kabul etmiş ve 225 yıl sonra nüfusun 512 kat yiyeceklerin ise sadece 10 kat artacağı sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla nüfus üzerinde sıkı ve devamlı bir kontrol uygulanması gerektiğini savunmaktadır . Bu nedenle Malthus insanların eğitilmelerini bir aileyi geçindirecek hale gelinceye kadar evliliği geciktirmeyi ve evlilik dışı ilişkilerden kaçınmayı öğrenmenin üzerinde durmuştur (Savaş, 1997:344-345). D-NEO-KLASİK TEORİ 19. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar Klasik Teori çeşitli eleştirilere rağmen egemen iktisadi düşünce olarak varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir. Ancak bu tarihlerden sonra Klasik Teoriye bazı eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler daha çok uygulamada ortaya çıkan fakat teoride öngörülen görüşlerden farklı sonuçlarla ortaya konmuştur. Mesela Malthus’un nüfus teorisi böyledir. 1850 ve 1860’lı yıllar hem nüfusun hızla arttığı ve hem de tarım üretiminin önemli ölçüde iyileştiği bir dönem oldu. Bu durum Malthus’un nüfus teorisine duyulan güveni hemen tümüyle yok etti. Hızlı nüfus artışıyla birlikte işçi sınıfının yaşam standardında meydana gelen yükselme Malthus’un teorisine olan güveni ortadan kaldırmıştır. Bunların dışında bu yıllarda hız kazanan sanayileşme ve kentleşme, beraberinde pek çok sosyal problemi de getirmiştir. Uzun çalışma saatleri, sağlığa zararlı çalışma koşulları, çocuk ve kadın işçilerin çalıştırılması, sendikaların kurulup gelişmeye başlaması, toplumsal sağlık problemlerinin ön plana çıkması ve bütün bu sorunların bir sonucu olarak devletin gittikçe daha fazla ekonomiye müdahale etmesi gibi problemler klasik teorinin temel taşını oluşturan laissez faire ilkesine istisnalar getirmeye başlamıştır (Savaş, 1997: 514). Bu dönemde Klasik Teoriye çok sayıda eleştiri getirilmiştir. Ancak bunlardan hiçbirisi Alfred Marslall’ınki gibi olmamıştır. Çünkü diğer iktisatçıların eleştirileri kişisel ve kısmi olmaktan ileri gidemezken Marshall, (1842-1924) Neo-Klasik İktisadı kurmuştur. Marshall iktisadın tanımı ile başlamıştır: “Politik ekonomi veya iktisat, insanın günlük işi içinde incelenmesidir. İktisat refahın maddi gereksinmelerine ulaşmak ve onları kullanmak ile sıkı sıkıya ilgili bazı bireysel ve toplumsal hareketleri inceler” diyerek iktisat ilmini “insan davranışları ilmi” olarak ele alır. Marshall Klasik iktisatçıların aksine iktisadı politikadan bağımsız olarak ele almıştır. Klasik iktisatçıların çoğu iktisat ile politikanın birbiriyle sıkı ilişki içinde olduğunu düşünüyor ve bu nedenle politik ekonomi (political economy) adını daha uygun buluyorlardı. Marshall ise ilk defa iktisat (economics) kelimesini kitabının isminde kullanmış bir iktisatçıdır. Öte yandan bu tanım iktisadın konusunu çok geniş ve esnek bir biçimde belirlemiştir. Marshall’ın böyle geniş ve esnek bir alan belirlemedeki esas amacı iktisat ile diğer sosyal bilimler arasına katı ve kesin sınırlar koymama isteği idi (Savaş, 1997:583-584). Marshall’ın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de ekonomik analizde zamanın oynadığı roldür. Ona göre zaman, ekonomik olayların analizini önemli ölçüde güçleştiren bir faktördür. Bu gerçeği; İlkeler (Principles) kitabında “hemen her ekonomik problemin temel güçlüğü, zamandan kaynaklanır” diye belirleyen Marshall, iktisat ilmine en büyük katkılarından birini ekonomik analize zaman boyutunu getirerek kazandırmıştır. Marshall, zamanla ilgili İlkeler’inde olarak aşağıdaki görüşleri ortaya koymuştur: “Zaman unsuru ekonomik araştırmalarda karşılaşılan güçlüklerin başlıca sebebidir ve kişinin sınırlı güçleriyle adım adım ilerlemesini zorunlu kılar. Bunun için de karmaşık bir problemin parçalara bölünmesi ve her defasında bir parçasının incelenmesi ve sonunda bu kısmi çözümlerin birleştirilerek temel sorunun az veya çok bir çözümüne ulaşılması gerekir.” (Savaş, 1997:589). Marshall’a göre zaman boyutu özellikle üretim ve arz miktarı yönünden büyük önem taşır. Marshall bu açıdan dört önemli zaman dilimini birbirinden ayırmıştır. Bunlar piyasa dönemi (market period), kısa dönem (short run), uzun dönem (long run), ve çok uzun dönem (secular period)dur. Bu dört ayrı dönem içinde üretimin dolayısıyla arzın tabi olduğu koşulları Marshall ayrıntılı bir biçimde incelemiştir. Piyasa dönemi Marshall’dan günümüze kadar gelen tanımıyla üretimin yapılmış ve malların piyasaya mevcut miktarlarıyla gelmiş olduğu hali yansıtır. Bu dönemde söz konusu malın miktarı da ya satarak ya da imha ederek azaltılabilir. Kısa dönemde ise bir malın arzı üretim için gerekli faktörlerden bazılarının miktarını artırmak suretiyle çoğaltılabilir. Uzun dönemde ise mal arzı üretim faktörlerinin tümünü artırmak suretiyle çoğaltılabilir (Savaş, 1997: 599). Neo Klasik Teori çeşitli katkılarla Keynezyen Devrime kadar devam etmiştir. Bunlardan en önemlisi Jon Neville Keynes ve Lionel Robbins’tir. Neo Klasik iktisadın en belirgin özelliği, mallar, hizmetler ve üretim faktörleri yönüyle piyasa içerisindeki fiyatların oluşum ve işleyişinin yeni bir yaklaşımla açıklamasıdır. Bu yaklaşımlar piyasa ekonomisine duyulan inancı devam ettirmekle birlikte bazı konularda ondan ayrılıyordu. Neo klasik iktisat klasik iktisadın bazı açmazlarından bir çıkış yolunu temsil etmiştir. Neo klasik iktisat daha çok marjinal fayda üzerinde durmuştur. Onlara göre fayda, kişilerin mallar, hizmetler ve üretim faktörleri birimlerine atfettikleri önem ve değerdir. Malın son biriminin ortaya çıkardığı fayda ise marjinal faydadır (Tekelioğlu, 1993:135). Klasik iktisadi düşüncede piyasa ekonomisinin tek başına sosyal refahın optimizasyonunu sağlayacağı ve bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine gerek olmadığı görüşü hakimdi. Neo-klasik iktisadi düşüncede ise, piyasa ekonomisinin bazı faktörler dolayısıyla başarısızlığa uğrayabileceği, böylece sosyal refahın optimumdan uzaklaşabileceği görüşü savunulmuştur. Neo Klasikler klasiklerden farklı olarak devletin ekonomiye müdahalesinin gerekli olduğunu, ancak bunun “sınırlı” olması gerektiği görüşünü savunmuşlardır (Aktan1992 b :38). II-KLASİKLER SONRASI 1929 deprasyonunun ortaya çıkardığı sorunların klasik iktisadın temel prensiplerinden biri olan “laissez faire” politikasına dayalı olarak açıklanamaması deprasyon sonrasında alternatif bir iktisat politikası olarak talep yönlü iktisadı (demand-side economics) gündeme getirmiştir. Talep yönlü iktisat başlıca, maliye, para ve kredi dış ticaret dolaysız kontroller ve kamu girişimciliği politikalarından yararlanılarak sosyal refahın daha üst düzeye yükseltilebileceğini savunmuştur. KEYNEZYEN İKTİSADİ GÖRÜŞ (TALEP YÖNLÜ İKTİSAT) Yirminci Yüzyılın iki dünya savaşı arasında kalan dönemi hem Avrupa hem de Amerika için bir buhran dönemi olmuştur.1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştı(Savaş, 1997: 742). Neoklasik Teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken 1930’lu yıllarda Keynezyen Devrim adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. İngiliz İktisatçı John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri 1920’li yıllarda bir çok iktisatçının dikkatini çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak ekonomide kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin bir durgunluk (depression) döneminden sonra yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır. Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya çıkmış, ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden sağlanacağını öne süren Neoklasik Teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre toplam talebin ana unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada düşük faiz uygulamak suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik Teoriden tümüyle ayrı bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür (Savaş, 1997:640). Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç, ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir. Genel Teorinin ortaya çıkmasıyla birlikte Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle ilgilenilen temel konu kaynakların alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. Genel Teorinin temel amacı, Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir” (Savaş, 1997:753-755). 1-Keynezyen İktisadın Başlıca Varsayımları Keynezyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: *Keynezyen Makro Teori ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin (enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunurlar. Bu görüşü ileri sürerken Keynezyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu farz eder. Bir başka deyişle Keynezyen Teori, arz koşullarının önemini red veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında kaldığını kabul eder (Savaş, 1986:171). *Keynezyen ekonomi ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul eder. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi

Description:
Merkantilizmle birlikte iktisadi olaylarla ilgili yeni düşünceler geliştirilmiş, . Klasik iktisat düşüncesi kendisinden önceki teorilerin aksine bireye ve
See more

The list of books you might like

Most books are stored in the elastic cloud where traffic is expensive. For this reason, we have a limit on daily download.