WILBUR SMITH GÜNEŞKUŞU Türkçesi Nihal ÖNOL KİTABIN ORİJİNAL ADI Sun Bird YAYIN HAKLARI WILBUR SMITH © ONKTELİF HAKLARI AJANSI ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ VE TİCARET A.Ş. © BASKI 1. BASIM / MAYIS 1997 KELEBEKYAYINCILIK A.Ş. Matbaacılar Sitesi No: 83 Bağcılar – İstanbul BU KİTABIN HER TURLU YAYIN HAKLARI FİKİR VE SANAT ESERLERİ YASASI GEREĞİNCE KELEBEK YAYINEVİ VE TİCARET A.Ş.’YE AİTTİR. ISBN 975-773-629-5 KELEBEK YAYINEVİ Cağaloğlu Yokuşu, Evren Han, No: 33 Kat:1-2 Ofis No: 34-45-46-47-48-49 Cağaloğlu / İSTANBUL - TÜRKİYE Tel : 0212 519 82 83 Fax : 0212 512 91 33 Web :www.kelebekyayinevi.com Işın demeti, karanlık projeksiyon odasında, sessizce perdeye yansıdığı an, sanki patlayıverdi ve ben, onu tanımadım, evet, çıkartamadım! Görüntü karmaşıktı, buğuluydu ve ilk bakışta benim için hiçbir anlam taşımıyordu, çünkü ben, küçük bir şey göreceğimi sanmıştım; ne bileyim, belki bir kafatası, bir çömlek, ya da ufak, altın bir süs eşyası, işte onun gibi bir şey... Herhalde şu perdeye yansıyan kurşunili, beyazlı, siyahlı gerçeküstü bir tabloyu andıran çizgileri hiç mi hiç beklemiyordum..." Louren'in heyecandan kısılmış sesi, bana beklediğim ipucunu vermekte gecikmedi: «Eylülün dördünde, saat altıyı kırk yedi geçe, otuz altı binde, 35 milimetrelik bir Layka makineyle çekilmiş.» Demek, bir hafta önce... Uçaktan çekilmiş bir fotoğraftı bu. Neden sonra gözlerim de, beynim de fotoğrafla uyum sağlayabildi ve yüreğim heyecanla çarpmaya başladı, bu arada Louren anlatıyordu: «Coğrafi durumu saptamak için, benim madenlerin uçaktan fotoğrafını çektiriyorum. Bu da bölgenin yüz binlerce fotoğrafından sadece bir tanesi ve herhalde çeken, neyi çektiğinin farkında bile olmamıştır. Ama inceleyenlerin dikkatini çekmiş, bana verdiler. Bak, görüyorsun, değil mi? Ben? Sağda, üstte...» Cevap vermek üzere ağzımı açtığım zaman, sesim boğazıma tıkandı, kaldı, hafifçe öksürür gibi yaptım. Tir tir titrediğimi fark edince de çok şaşırdım. Louren konuşuyordu: «Klasik bir örnek! Akropolü, çifte duvarı ve fallus biçimli kuleleriyle.» Gerçi biraz abartıyordu, çizgiler belli belirsizdi, iyi seçilmiyordu, hatta yer yer tamamen siliniyordu, ama genel görünüşüyle, söylediklerine yine de uyuyordu. «Kuzey, kuzey neresi?» diye sordum. «Resmin üst kesimi, doğruymuş, Ben. Kuzeye bakıyor işte. Acaba kuleler de güneşe yönelik olabilir mi?» Bir şey demedim. Kafam durmadan çalışıyordu şimdi, ömrümde hiçbir şey bu denli kolay olmamıştı, o halde bu işin içinde bir iş vardı, bir çapanoğlu çıkacaktı. «Toprak katmanlarıdır bunlar. Belki de granit ile kireçtaşı karışımı olabilir. Böyle, birtakım şekiller meydana getirmiştir,» diyebildim. Louren bağırarak sözümü kesti: «Yok, canım!» Sonra yerinden fırladı, masanın üzerinden kaptığı bir kâğıt keseciğinin ucunu, perdeye yaklaştırıp ana duvarlar olarak tanımladığı çizgilerin üzerinde yürüttü: «Söylesene bana, hiç böylesine düzenli jeolojik çizgiler gördün mü sen?» Ama ben kabullenmek istemiyordum bir türlü, boş umutlara kapılıp da sonra yine düş kırıklığına düşmeyi hiç istemiyordum. «Neden olmasın?» Dayanamadı güldü: «Biliyordum zaten, kolay kolay teslim olmayacağını, direteceğini biliyordum. Hiç kuşkusuz Afrika'nın en karamsar kişisi sensin!» «Ama herhangi bir şey olabilir bu, Lo. Bir ışık oyunu, ne bileyim, bir gölge oyunu, her şey olabilir. Kul yapısı olduğunu kabullensek bile, yine de herhangi bir bahçe veya tarla olabilir...» «Ne? En yakın su kaynağından yüzlerce mil ötede bir bahçe, bir tarla, öyle mi? Bırak bunları Ben. Sen de benim kadar biliyorsun ki bu...» Birden fırlayıp koluna yapıştım: «Söyleme... Ne olursun, söyleme... Uğursuzluk getirirsin.» Heyecanlandığım zaman hep böyle kekelerim, ama artık aldırış etmez oldum. Louren güldü, ama böyle hızla fırlayıp koluna yapışmam da onu ürkütmüştü, her zaman ürkütürdü zaten. Usulca elimi kolundan çektim: «Bağışla, canını mı yaktım yoksa?» «Hayır,» dedi, ama kolunu ovuşturuyordu. Gitti, göstericinin ışığını söndürdü, sonra tavandaki lambayı yaktı. Gözlerimiz kamaşmıştı. Gülümsedi: «Seni küçük Yahudi seni! Beni aldatmazsın, heyecandan yerinde duramıyorsun, görüyorum işte...» «Nerede buldun onu, Lou? Nerede?» «Önce kabul et bakalım... Diz çök de yalvar, ömründe bir tek kez...» «Pekâlâ, ilk bakışta gerçekten de ilgi çekici görünüyor...» O altın saçlı kafasını geriye attı, bir kahkaha koyverdi: «Hah şöyle, yola gel bakalım. Hadi, bir daha...» «Yani, galiba, onu bulmuşsun...» Onu yıllardır böyle görmemiştim. O ciddi işadamı maskesini sıyırıp atmış, Sturvesant imparatorluğunun tüm kaygılarından sıyrılmış gibiydi. Yalvardım: «Ne olur, söyle hadi. Nerede buldun onu?» Birden ciddileşti. «Gel,» dedi. Duvara dayalı uzun bir masanın başına gittik. Yeşil çuha üzerine bir harita yayılmış, dört köşesinden iğnelenmişti. Yüksek bir masaydı, hemen bir iskemleye tırmandım, masanın üzerine eğildim, şimdi yanı başımda ayakta duran Louren ile hemen hemen aynı hizadaydık. «Bak işte, Güney Afrika, 5 numaralı harita. Botswana ve Batı Rodezya.» Haritayı dikkatle inceliyor, bir işaret, ne bileyim, kurşunkalemle çizilmiş bir çarpı işareti veya bir daire arıyordum. «Nerede? Hani, nerede, göster?..» «Biliyorsun, burada, yirmi beş bin hektarlık bir bölgede maden arama imtiyazına sahibim...» «Aman Lo, bırak bunları. Bana hisse senedi satacak değilsin nasıl olsa... Nerede, sen onu söyle?» «Şuraya, jet uçağının inebileceği bir yer hazırladık. Henüz tamamlanmadı.» «Ama altın madenlerinden bu kadar güneyde olamaz ki!..» «Değil. İyi bak bakalım...» Anlaşılan bana eziyet etmekten mutluluk duyuyordu. Parmağını harita üzerinde gezdirdi, derken birden durdu, yüreğim de birlikte, duracak gibi olmuştu. Enlem tam uyuyordu, yıllar boyu binbir zahmetle toplayabildiğim ipuçlarının tümü de bu bölgeyi gösteriyordu zaten. «İşte burada,» dedi. «Maun'un iki yüz on iki mil güneydoğusunda, Wanki doğal parkının elli altı mil güneybatısında, alçak tepelerin girintisine sokulmuş, kayaların, çalıların arasında yitip gitmiş.» «Ne zaman yola çıkabiliriz?» diye sordum. «Vay canına be! Demek gerçekten inanıyorsun ha!» «Başka biri bizden önce davranabilir.» «Bin yıldır orada durup duruyor, bir hafta daha...» «Ne? Bir hafta daha mı? Olamaz...» «Benim, daha önce buradan ayrılmam olanaksız. Cuma günü Anglo - Sturvesant Şirketinin yıllık Genel Kurulu var, Cumartesi ise Zürih'de bulunmam gerekiyor, ama salt senin hatırın için kısa kesmeye çalışacağım...» «Kısa kesme, iptal et. O parlak, genç yardımcılarından birini gönderiver, bitsin gitsin.» «İyi ama evlât, biri sana yirmi beş milyon borç verdiği zaman gidip çeki kendi elinle alman nezaket gereğidir, birini göndermek olur mu hiç?» «Ama Lo, bu sadece para işi değil ki... Çok önemli bu...» Bir an Louren, o soluk mazi gözleriyle, içimi okumak istermişçesine beni süzdü, sonra başını salladı: «Demek senin için yirmi beş milyon sadece para işi oluyor, öyle mi? Ama galiba haklısın. Yine de üzgünüm Ben. Ancak Salı günü. Evet, güneş doğar doğmaz uçarız, sana söz veriyorum. Önce havadan inceler, sonra Maun'a ineriz. Peter Larkin'i tanıyorsun, değil mi?» «Evet, çok iyi tanırım.» Peter, Maun'da safari düzenlerdi. Onunla iki kez Kalahari'ye gitmiştik. «İyi. Onunla anlaştım. Bizimle gelecek. Fazla yüklenmeyeceğiz, hızlı gitmek için. Bir cip, iki de üçer tonluk kamyonet, o kadar. Ancak beş gün kalabilirim ki bu da çok kısa bir süre. Ama helikopter kiralarım, gelir beni alır, siz de keyfinizce araştırır, kazarsınız.» Louren bir yandan konuşurken, koluma girip beni projeksiyon odasından dışarıya, koridora çıkarmıştı. Yüksek pencerelerden içeriye dolan güneş galeriyi süsleyen tabloları, heykelleri aydınlatıyordu. Burada Güney Afrika'nın en önde gelen sanatçıların yaşayan ve ölmüş, uluslararası çapta öteki sanatçılarla pek güzel bir kaynaşma içindeydi. Louren Sturvesant da, ataları da, paralarını akıllıca harcamışlardı. Şu anda, şu heyecanımın arasında bile, gözlerim bir Renoir tablosundaki çıplak kadının teninin sıcak rengine takılmadan edemiyordu. Louren ayak seslerini boğan değerli Doğu halılarının üzerinde geniş adımlarla ilerliyor, ben de adımlarımı ona uydurmaya çabalıyordum. Benim bacaklarım da onunkiler kadar uzun, onunkiler kadar güçlüdür. «Eğer ikimizin de umduğu şeyi bulursan, sana izin, dilediğin gibi genişlet çalışmaları. Sürekli bir kamp yerleştir, hava köprüsü kur, dilediğin yardımcıları seç al, istediğin donanımı getirt.» Usulca: «Tanrım, ne olursun, umduğum gibi çıksın,» demişim. Merdiven başına gelince durduk, gizli bir iş
Description: